Geçtiğimiz hafta iki kalp krizi geçirdim.
Üç gece, ölümle burun buruna geldim. Deyim yerindeyse, ölümü gördüm ama korkmadım.
Sadece ilk gece, “kalp krizi geçiriyorum, galiba” diyerek acil servise koştuk; ilk kontrollerden sonra, “kalp krizi değil, reflü atak var” teşhisi yapıldı; yazılan ilaçları alıp yeniden eve döndük; sağ kolum ve çevresindeki acı devam ettiğinde bile nefes alıp verebildiğime şükrettim Rabbime.
Ölümden korkmadım hiçbir şekilde
“Daha neler yaparım ben bu nefesle Allah'ın izniyle!” diyerek zikirle, şükürle geceyi geçirmeye çalıştım...
ÖLÜMÜN SESİ VE NEFES...
Sabah oldu; gündüz sağ kolum üzerinde başka tetkikler için hastaneye gittik yeniden.
Akşam, yine ağrılar artmaya başladı: Bu kez, göğsümü yarıp aşağıya doğru yakarak akan tedirgin edici bir ağrı beliriverdi...
Hastaneye gitmeye gerek duymadık. Zaman zaman azalan acıya katlandık; ama gece nefes alıp vermem zorlaştı.
“Acile gidelim” dedik ama “önceki gece gittik, bir kâr etmedi; doğru teşhis yapacak doktor bulamayız”, diyerek sabahı beklemeye koyulduk...
Fakat nefesim tıkanmak üzereydi...
Her nefes aldıkça şükrediyordum ama çok acı veriyordu...
Yine de kâbus çökmedi üzerime; neşve hâli vardı üzerimde...
Sonra bir şey oldu; bir şey ilham olundu sanki kalbime: Konuşmam, nefes alıp vermemi rahatlatabilirdi...
Eşimle konuşmaya başladık...
Evet, işe yarıyordu... Bir süre konuştuk ama onu da tedirgin etmek istemiyordum.
Sonra, dedim ki, ben içerde, salonda, kendi kendime konuşayım, böylece sabahı buluruz takdirse...
Gittim salona... Diyarbakır'da Fuat Sezgin Sempozyumu'unda yapacağım konuşmayı, kendi kendime yapmaya başladım. Tam bir saat!
Öyle güzel oldu, öyle kendime geldim, nefes almaya başladım ki, anlatamam.
Diyarbakır'a, söz vermiştim ama gidemeyecektim; arkadaşlara bunu çok özür dileyerek iletmiştim; sağolsunlar, “aman hocam, senin sağlığın daha önemli, lütfen üzülmeyin” dediler.
“Keşke kayıt yapıp da bu bir saatlik konferans kaydını gönderseydim Diyarbakır'a”, dedim kendi kendime...
Böyle işte...
Ölümü gördüğüm iki gece yaşadıklarımı sizlerle kısmen de olsa paylaşma ihtiyacı hissettim.
İki temel nedenle: Birincisi, ölüm fikri üzerinde biraz derinlemesine düşünelim diye.
İkincisi de, duanın koruyucu gücünü idrak edelim, değerini kavrayalım, dua dua büyüyen bir iddia inşa edelim, bir davanın izini sürelim, dua'sız bir iddianın kupkuru, ruhsuz; dua'sız bir dava'nın beyhude bir uğraş olduğunu bilelim için...
HAYAT, ÖLÜM'LE KÂİMDİR, ÖLÜMLE ANLAM VE DEĞER KAZANIR...
Biz inanmış, teslim olmuş insanlarız, ölümden korkmayız; ölü gibi, hakikatten uzak, ruhsuz bir hayat sürmekten korkarız.
Şunu biliriz: Hayat, ölüm'le kâimdir; ölüm'le anlam ve değer kazanır.
Ölüm fikrinin olmadığı hayat, bayattır, ruhsuzdur; her tür haksızlığın, hukuksuzluğun, adaletsizliğin, azmanlaşmanın kaynağıdır.
İnsanın, insanî duyargalarını ve duyarlıklarını yitirmesi, ruhsuz bir canavara dönüşmesi kaçınılmazdır böyle bir durumda.
Büyük düşünürler, bilge insanlar, öncü sanatçılar, kurucu, çığır açıcı düşüncelerini ölüm fikri üzerine bina ederler.
Gazâlî başta olmak üzere, İslâm düşünce geleneği, sanat geleneği, hayat geleneği, özellikle köklü tasavvuf geleneğimiz böyledir.
Scopenhauer'den Heidegger'e kadar Batı düşüncesinin zirve düşünürlerinin düşünce ufukları da ancak ölüm düşüncesinde derinleştikleri ölçüde kanatlanır, çağı aşar, başka çağlara, çağrılara ulaşır...
DÜNYAYI DÂR / YURT EDİNENLER, DÜNYAYI DAR EDERLER İNSANA...
Ölüm fikrinin yok olduğu bir yerde, dünyanın cehenneme dönüşmesi mukadderdir: Dünyayı dâr (yurt) edinenler, dünyayı dar ederler insana -zira!
Seküler dünya, ölüm fikrini fiilen inkâr eder: Her şey bu dünyadan ibarettir; bu dünyada olup bitecektir.
Bu ne demektir: Modernliğin de, postmodernliğin de pagan köklerini oluşturan sekülerizmin bir ruhu yoktur.
Sekülerizm, dünyanın ruhunu bozar; insanı üreten ve tüketen insanaltı bir varlık olarak din-dışı kutsallıklara (stadyuma, müzikhollere, AVM'lere...) hapseder; zihnen, duygusal olarak, ekonomik olarak tükettikçe özgürleşeceğini telkin eder insana. Oysa insan tükettikçe tükenir, tükettikçe özgürlüğünü yitirir, tükettikçe hız, haz ve ayartının kölesine dönüşür...
Sekülerleşme, dünyayı ve dünyevîliği kutsar... Geçici ve ayartıcı olanı. Sıradan'ı.
Sekülerleşme bir ruhsuzlaşma ve sıradanlaşma biçimidir. İnsanın her bakımdan ruhsuzlaşması, sıradanlaşması, dolayısıyla ehlileştirilmesi ve güdülmesi. Üstelik de kendi rızasıyla güdülmesi insanın.
Şu çok açık: İnsan ruhsuzlaştıkça sıradanlaşır. Sıradan'ın her tür gelip geçici ama ayartıcı olan'ın saldırısına açık hâle gelir.
Özetle, sekülerleşme, bir paganizm biçimidir. İnsanın, tarihte benzeri görülmemiş köleleşme biçimlerinin mahkûmu olmasıdır bu.
DUA, EN BÜYÜK İDDİA VE EN BÜYÜK DAVA
Dua, çağımızda, sekülerleşme biçimlerinin saldırısından en fazla nasibini alan bir ontolojik imkândır.
Dua, büyük bir iddia sahibi olma, katışıksız, saf, arı-duru bir davanın, hakikat davasının izini sürme imkânı.
Dua, en büyük iddia ve en büyük davadır.
Yalnızca Allah'tan talepte bulunmak, yalnızca O'na boyun eğmek, bütün putları elinin tersiyle itmek, öz'ü gürleştirmek ve kişinin özgürlüğünü ilan etmektir.
TEŞEKKÜR
Dualarınızı her daim yanımda hissettim. Bunun için ne kadar teşekkür etsem azdır. Dualarını esirgemeyen bütün kardeşlerime teker teker kalbî teşekkürlerimi iletmek isterim.
Üçüncü gün sabah Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi acil servisine koştuğumuzda hemen oracıkta ilk müdahaleyi yapan, daha sonra da bir hafta kaldığımız süre zarfında süreci yakından takip eden Başhekim Doç. Dr. Necdet Sağlam Hocam başta olmak üzere, bir orkestra şefi gibi bir anjiyo yapan Profesör Cihangir Uyan Hoca'ya, Dr. Ersin Yıldırım'a ve ekibine, hastanenin ilgili bütün personeli kardeşlerime güzel ilgilerinden ötürü yürekten teşekkür ediyorum.