Göz, “emperyalist”tir: Tahakküm kurar.
Kalp, gözün tahakküm kurma oyununu bozar.
GÖZ SINIRLAR, KALP SINIRLARI YIKAR...
Göz, göstererek anlamı sınırlar; kalp gizleyerek anlamı açar, ışık saçar...
Göz görmez, gösterir. Radar gibidir gözün görmesi, radarın görmesi gibi: Radar, tarar ve arar; göz de tarar ve arar.
Radarın görmesi, aradığını bulmasıyla sınırlıdır.
Gözün görmesi de buna benzer'dir; ama bunun aşılması gerektiğinin farkındadır göz.
O yüzden gözün görmesi'nin ötesine taşan bir idrak, bir anlama kaygısı, gözün tahakküm kurma çabasını kırar. Bu anlamda bir şeyin hem iç hem de dış boyutunu görebilme, insanın, aradığını bilme, bulma ve olma yolculuğuna çıkmasıyla gerçekleşmeye başlar; bu da kalple gerçeğe dönüşür.
İnsan, bunu görebilir mi; her insan, bu varoluşsal kaygıların farkında ve şuurunda mıdır?
Elbette ki, hayır.
Göz, bir şeyin dış yüzeyini, kabuğunu görür ve gösterir; ama gösterdiği şeyin iç'i, öz'ü, ötesi olduğunu ima eder gibidir.
Meselenin püf noktası da burada gizlidir.
AKILLI TELEFONLAR, BİZİ KENDLERİNE ÂŞIK EDEN CELLATLAR!
Göz, bilfiil görme aracı değil bilkuvve görme aracıdır.
Göz, görüneni göründüğü hâliyle gösterir ama gözün derdi görünenin, gözün gösterdiği şeyin anlamı üzerinde potansiyel olarak kafa yorulabilme imkânına, görünmeyene, görünenin ardında gizli olan anlam'a ve dünyaya dikkat çekmektir.
Özetle: Göz, göster(e)mez aslında.
Göz, dikkat çekmek ister: Anlam'a, görünenin ardında yatan dünyaya, anlam dünyasına yani...
Görmek, görünenleri görmekle gerçekleşmez. Görmek, görünemeyenleri de görebildiğimizi gördüğümüz zaman gerçekleşebilir.
Görünenleri, görerek gördüğünü söyleyen kişi, aslında göremediğini gösteriyor demektir.
İşte televizyon, sanal dünya, akıllı telefonlar, bu noktada bizim insanî melekelerimizi dondurur; bizi celladına âşık eder; mutlak sahte'nin ışıltılı, ayartıcı dünyasının ve nesnelerinin gönüllü kölelerine dönüştürür...
HİKMET'İN “GÖZ”Ü: BASÎRET
Bir şeye, sadece “li-zâtihî” bakarak anlayamayız; o şeye aynı zamanda “li-ğayrihî” de bakabildiğimiz zaman anlamaya başlayabiliriz.
Daha açık bir ifadeyle söylersek…
Bir şeyi, sadece kendisine ve sadece kendisi açısından baktığımız zaman anlayabilmemiz çok zordur; hatta imkânsızdır.
Bir şeye, sadece kendisi açısından bakmak, hiçbir şeyi görememekle, idrak edememekle, anlayamamakla sonuçlanır.
Bir şeyi, başka şeylerle ilişkisi veya ilişkisizliği, irtibatı veya irtibatsızlığı, benzerliği ya da benzersizliği, uyumu veya uyumsuzluğu gibi türlü açılardan da görmeye çalıştığımız zaman o şeyi bihakkın görme, idrak etme, anlama yolunda mesafe katedebiliriz.
Aynı şekilde, bir şeyin sadece dışına, dış yüzüne bakarak o şey hakkında tutarlı hükümde bulunamayız. O şey hakkında tutarlı bir hükümde bulunabilmemiz için, o şeyin içine, iç yüzüne de bakmamız, nüfûz edebilmemiz,künhüne vâkıf olabilmemiz icap eder. Buna Hikmet diyoruz işte.
Bir şeyin sadece dışına bakmak, o şeyin özüne dâir hiçbir şeyi görememekle sonuçlanır.
Bir şeyin sadece içine bakmakla yetinmekse, o şeyin nasıl göründüğünü idrak edememekle.
Sözün özü: Bir olguyu ya da bir durumu sadece görünüşüne, sadece kendisine bakarak anlayamayız; anlaşılmaz kılarız sadece.
Gözün tahakküm kurmasının önüne geçebilmeliyiz. Bunun yolu, kalbi, akleden kalbi devreye girdirmekten geçer.
Göz, görüneni, dış yüzeyi, kabuğu gösterir.
Kalp, görünmeyeni görür, bizi anlam'a ve anlama'ya götürür.
Sanat tarihçisi Ernst Gombrich, “çıplak göz, kördür” derken “görme sorunu”nun, idrak, anlama meseleleriyle irtibatlı köklü ve karmaşık bir sorun, yani sadece estetik değil aynı zamanda ontolojik bir mesele olduğunun farkındaydı.
Çıplak göz yani basar, sadece hasarları görür; iç veya derûnî göz anlamına gelen basîret ise, hisarlar örer...
Şunu söylüyorum o yüzden: Kalbini yitirmişsen, gözüm var deme, boşuna! Göremezsin!