Bütün çağrı'lar çağ'larını kurmak için vardır. Çağ'ını kur(a)mayan bir çağrı'nın varlığından da, hayat sunduğundan da sözdilemez.
Dolayısıyla çağ'ını kuramayan bir çağrı'nın bağlılarının yaşadıklarından da sözedilemez.
Bizim çağrımızın eseri olan bir çağ'ımız yoksa, çağrı'mız da fiilen yok demektir; hayata aktarılacak, hayata mânâ ve ruh katacak ses'ten de, nefes'ten yoksun demektir.
Bugün, Mostar dergisinin Ocak 2019 sayısında yayımlanan bir yazımı biraz kısaltarak sizlerle paylaşmak istiyorum.
ÇAĞ KÖRLEŞMESİ
Çağ, devâsâ bir ağ'a dönüşmüş durumda. Sadece bizim için değil bütün insanlık için.
Bütün insanlık bu devâsâ ağ'da debelenip duruyor...
İnsanlık tarihinde daha önce yaşanmayan ontolojik bir felâket bu.
Tek bir uygarlığın, pagan Batı uygarlığının zihnen bütün dünyaya hâkim olduğu, bütün medeniyetlerin zihinlerini, varoluş zeminlerini ve zamanlarını yok ettiği, bütün dinlerin, bütün medeniyetlerin çocuklarını -insanlık olarak henüz farkına bile varmadığımız- bir çağ körleşmesi sorununun eşiğine fırlattığı bir ağ'da sürükleniyoruz sadece...
Ama asıl ürpertici olan bütün insanlığın devâsâ bir ağ'da sürükleniyor olması değildir. Asıl ürpertici olan, bütün insanlığın devâsâ bir ağ'da sürüklendiği yakıcı gerçeğini göremiyor olmasıdır.
Bunun nedeni ne peki?
Bunun nedeni, çağ körleşmesi'dir.
Çağ körleşmesi, iki düzlemde yaşanıyor: Birincisi, bütün insanlığın Batı'ya mahkûmiyeti. İkincisi de, bütün insanlığın kendinden mahrûmiyeti; yani kendi dünyasından, kendi hakikatlerini hayata geçireceği yaşama ve varolma zemininden ve kendi zamanından mahrûmiyeti.
İşte insanlığın başına gelen ontolojik belâ, başına gelen bu belânın ne olduğunu bile idrak etmesini mümkün kılacak melekelerini yitirmiş olmasıdır.
Neyi yitirdiğini de, belki daha önemlisi de, bir şeyleri yitirdiği gerçeğini de hatırlayamamasıdır.
Batılılar, modernlikle birlikte geliştirdikleri meydan okumayla, Yaratıcı fikrini, hakikat fikrini yitirdiler; insanı tanrılaştırdılar; Batı uygarlığının bütün diğer dinleri ve medeniyetleri fosilleştirmesiyle birlikte, diğer dinlerin ve medeniyetlerin müntesiplerini de, kendilerine benzettiler, kendi çağ'larının çağrı'sına mahkûm ettiler.
Sadece İslâm'ı fosilleştiremedi ve dönüştüremedi Batılılar. İslâm dünyasını fiilen işgal ettiler, paramparça ettiler ama İslâm'ı kendilerine benzetmeyi başaramadılar.
O yüzden İslâm'ı Protestanlaştırma, İslâm'ı hayattan uzaklaştırma, bunun için de “Kur'ân İslâm'ı”, “Peygambersiz İslâm” hatta “İslâm'sız İslâm” gibi projeleri dört bir koldan (hem medyatik oryantalizmle hem akademik oryantalizmle hem de fiîlî işgalllerle) hayata geçirmeye çalışıyorlar.
ŞERİAT HATIRLATMAKTIR, HAKİKAT HATIRLAMAK...
Son iki asırdır ikinci büyük medeniyet buhranını yaşıyor Müslümanlar.
İkinci büyük medeniyet buhranı, Müslüman zihnin, Müslümanca yaşama zemininin ve Müslüman zamanının yitirilmesidir.
Fakat neyi yitirdiklerini bile idrak edebilmiş değil Müslümanlar.
Müslümanlar, seküler bir zihne sahip olduklarını, seküler bir dünyada / zeminde yaşadıklarını ve seküler bir zaman'a maruz kaldıklarını farkedebildikleri zaman tarihin akışı değişecek; her şey silbaştan hatırlanacak, yeniden Müslümanlaşma süreci başlayacak biiznillah.
Hatırlama ile özgürlük arasında hem etimolojik hem semantik hem de ontolojik irtibatlar var; bizi çağ'ın ağlarından kurtarabilecek kopmaz, koparılamaz bağ'lar ve bağlantılar.
Hatırlamak, özgürlüktür; öz'ün gürleşmesi yani.
Mağripli mutasavvıf Rezzûk, “Kavaidü't-Tesavvuf başlıklı muazzam kitabında şöyle bir şey söyler: “Şeriat mübeyyendir; Hakikat muayyen.”
Bu ciltler dolusu kitap yazdıracak özlü fakat muazzam cümlelerden yola çıkarak geleceğim nokta, ilham verici, düşünmeye kışkırtıcı: Şeriat, hatırlatmaktır; Hakikat hatırlamak.
HATIRLADIKÇA ÖZGÜRLEŞİR İNSAN...
Hatırlama kelimesinin etimolojisi, ihtar, muhtar, muhtariyet gibi kelimelerden oluşan kışkırtıcı bir anlam kümesine sahip.
Hatırlayan kişi, özgürleşen kişidir. Hatırladıkça özgürleşir insan...
Özgürleşme, öz gürleşince gerçekleşir gerçekte.
Hatırlama eylemi, insanın bütün melekelerinin devreye girmesiyle özünü gürleştirir kişinin.
Hatırlama, an'ı anımsama değildir sadece. An, hatırlama eyleminin resmettiği bir noktadır. Fakat o noktada bir dünya saklıdır. Damla'da derya misali.
Hatırlama zihnin, kalbin, ruhun melekelerini aynı ânda harekete ve hayata geçirir: İnsan, bütün melekeleriyle hatırladıkça fıtratın hakikatine değer. Âyân-ı sâbiteler, fıtratta yeşerir. Kişi fıtratına değdiğinde, değebildiğinde, göz'ü görmeye, söz'ü konuşmaya, öz'ü saf haliyle oluşmaya başlar.
Yani öz'ünüz ne kadar gür'se o kadar özgür'sünüz demektir.
Öz'ünüz ne kadar güçlü ise sözünüz o kadar sahici, etkili ve etkileyici demektir.
Öz'ünüz ne kadar derinlerde köksalmışsa, “basar” (çıplak göz), “basiret”e (kalp gözüne) dönüşür, gözünüz o kadar kesin ve keskin görür, demektir.
Çağımızın en büyük sanat tarihçisi Ernst Gombrich, “çıplak göz kördür” derken, büyük sanatçıyı büyük sanatçı yapan, çıplak gözüyle görmesi değil, kalp gözüyle görme melekelerine sahip olması gerçeğidir demek istiyordu aslında.
Sözün özü: Hatırlamak, hakikatin sırrına erme yolculuğuna çıkmaktır. Kişinin hakikati ne kadar derinse, hatırlaması da, bize yapacağı hatırlatmalar da o kadar silkeleyip kendimize getirici olacaktır.
Çağımızda insan araçların kölesine dönüştüğü için amaçlarını yitirdi; hatırlama ve özgürleşme melekelerini kaybetti. O yüzden tarihte ilk defa çağımızda insan araçları kullanacağına araçlar insanı kullanıyor.
İnsan araçlardan kurtulduğu ölçüde amaçlarını hatırlayacak, amaçlarını hatırladığı ölçüde özgürlüğüne kavuşacak, çağrısına ulaşacak, çağrı'sının çağ'ını “kurma” yolculuğuna çıkacak...