Bildiğimiz dünya çatırdıyor... Kartlar yeniden karılıyor, haritalar yeniden çiziliyor, güç dengeleri yenileniyor...
Tarihin kırılma anları, yeniden-kurulma ânlarıdır aynı zamanda.
Sadece güce dayanarak kalıcı bir dünyanın ve dünya düzeninin kurulması imkânsızdır.
Yeni bir dünya, ancak köklü ve kuşatıcı hak, hukuk ve adalet ilkeleri üzerine kurulabilir.
Başka kültürlere hayat hakkı tanımayan aktörler, yeni bir dünyanın kurulmasında kalıcı roller oynayamazlar.
GÜCE DAYANAN PAGAN KÜRESEL DÜZENLER DÜNYAYI CEHENNEME ÇEVİRDİ
Tarih boyunca küresel ölçekte düzen kurabilen temelde iki fikir ve bu iki fikir ekseninde kurulan beş-altı dünya düzeni oldu.
Pagan fikriyat üzerinden kurulan Roma düzeni (Pax Romana), Avrupa Dünya Düzeni ile Amerikan Dünya Düzeni'ne kaynaklık etti.
Roma Dünya Düzeni, Braudel'in ifadesiyle “silahlı barış” düzeniydi! Güce, kaba güce dayanıyordu: Roma hukuku, güçlü bir hukuktu ama Roma düzeni, tam anlamıyla hukuksuzluk, zorbalık üretti.
Bu pagan geleneğe dayanan, Avrupa'nın üçte birinin telef olmasıyla sonuçlanan 1648 Westfalya Anlaşması'yla kurulan Avrupa Dünya Düzeni, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sona erdi.
Modernite'nin Avrupa'nın pagan köklerine dönüşüyle kurulan Avrupa Dünya Düzeni, onca bilimsel devrimlerine, onca düşünce devrimlerine rağmen insanlığa çok ağır bedeller ödetti: İşgal edilmeyen kıta, yağmalanmayan coğrafya, tarihe görülmeyen kültür kalmadı! İnsanlık tarihi, böyle bir barbarlık görmedi!
Modern Avrupa Dünya Düzeni, hem insanlığa hem de Tanrı'ya ve doğaya saldırıya dönüştü.
YALNIZCA HAKİKAT MEDENİYETİ, KÜRESEL ADALET VE BARIŞ DÜZENİ KURABİLDİ
Dünya tarihinin akışını değiştiren ikinci tür dünya düzenini Müslümanlar hayata geçirdiler. Mekke'de köklenen, Medine'den süt emen İslâm medeniyeti, güce değil hakikate dayalı medeniyet tecrübeleri olduğu için hâkim oldukları bütün havzalarda, bidayeti hakikat, nihayeti adalet olan dünya düzenleri inşa etti öncelikle.
İkinci olarak da, hem bütün medeniyetlerden beslendi hem de hepsini besledi, Batılılar gibi hiç birini yok etme barbarlığı sergilemedi.
Bunu nasıl başarabildik peki?
Her şeyde tek ölçütümüz ve kurucu temelimiz yalnızca hakikat olduğu için.
Bizim hakikat tasavvurumuzda her şeyin başı ve sonu, bidayeti ve nihayeti tevhid'e dayanır. Sanatta da, siyasette de, iktisatta da bütün yolculuklar tevhid'le başlar ve bütün yollar tevhid'e çıkar.
Bizim tevhid eksenli hakikat tasavvurumuzda, Yaratıcı, İnsan ve Kâinât arasında kopmaz irtibatlar vardır.
İnsan, emaneti üstlenmiştir, halifedir ama kuldur; kulluk, hem Allah'tan başka hiç bir güce boyun eğmemenin hem de hiç bir gücü tanrısal bir konuma yerleştirmemenin tek sigortasıdır.
Yine kulluk fikriyle hayat bulan, hayat olan ve hayat sunan İslâm'ın hakikat tasavvuru, hem tabiatı hem de diğer dinlere, kültürlere mensup insanları korumanın küresel ölçekte aşılamamış formülünü geliştirmiş, düzenini kurmuş tek evrensel tecrübedir.
Bağdat ve Şam'a kadar uzanan, Türkistan ve Horasan'ı da içine alan Maveraünnehir havzasında da, Kuzey Afrika havzasında da, Endülüs havzasında da ve nihayet Osmanlı havzasında da, hakikat tasavvuruna dayanan İslâm medeniyet tecrübesi, hem farklı dinlere ve kültürlere hayat hakkı tanımış hem farklı düşünce geleneklerinden nasıl yararlanılabileceğinin modellerini geliştirmiş hem de bütün bu havzaları selam yurduna dönüştürmüş küresel dünya düzenleri inşa etmiştir.
İşte bu nedenledir ki, hem Müslüman havzalardan hem de üzerine oturduğu insanlık tecrübelerinden yararlanmasını bilen insanlığın kemal noktasıdır Osmanlı medeniyet tecrübesi.
Osmanlı'nın zaafı, Batılılar gibi “dış dünya”yı (tabiatı, yani araçları, yani bilimi) ihmal etmesiydi; Osmanlı'nın erdemi ise, “iç dünya” (insan) üzerine yoğunlaşmasıydı.
Araçların hükümranlığı insanı yere serdi, köleleştirdi; dünyayı cehenneme çevirdi, Batı uygarlığını da felsefî olarak çölleştirdi.
Toynbee'ye, “Osmanlı insanlığın geleceğidir” tespitini yaptıran işte bu tarihî gerçekti.
Maddî olarak ne kadar güçlenirseniz güçlenin, manevî (entelektüel, kültürel, sosyal) temelleriniz çökmüşse, dünyayı cehenneme sürüklemekten başka bir şey veremezsiniz insanlığa.
Modernite, kapitalizmle birlikte insanlığı, Weber'in deyişiyle, “demir kafes”e tıkadı; gücü kutsadı, gelinen postmodern süreçte insanı gücün, güç üreten araçların kölesi yaptı, dünyayı ontolojik katastrofun eşiğine fırlattı.
TÜRKİYE, RUHUNA SAHİP ÇIKARSA TARİHİ BİZ YAPARIZ YENİDEN
Batı uygarlığı, felsefî, kültürel ve ahlâkî olarak çölleştiği, dünyaya nihilizmden başka bir veremeyeceğini anladığı için kaba gücü kutsuyor; işgallerle, terör örgütleri icat ederek, bu örgütleri tepe tepe kullanarak dünyayı cehenneme çeviriyor...
Çin, güçleniyor... Ama Çin beş bin yıllık medeniyet dinamikleri üzerinden değil kapitalistleşerek geliyor: İntihar ediyor Çin.
Çin, teslim alındı ama “Türkiye” teslim alınamadı.
Türkiye, medeniyet dinamikleri üzerinden yeniden tarihin yapılmasında kilit rol oynayabileceğine dair ipuçları verdi. İşte bu, Batılı emperyalistleri ürkütmeye yetti.
Şurası kesin artık: Türkiye, tarihin yapılması için gerekli ruha ve tarihî derinliğe sahip ama bu medeniyet ruhunu ve birikimini ülke içinde eğitim, kültür, sosyal hayat, sanat ve ahlâk'ta yeniden harekete geçirecek uzun soluklu adımlar atabilirse, tarihin yapılmasında kilit rol oynayabilir.
Özetle... Medeniyet dinamiklerimiz üzerinden 15-20 yıl içinde toplumun bütün kesimlerini bu ruhu harekete geçirebilecek ölçüde aynı medeniyet idealine yönlendirebilirsek ve her alanda toparlanabilirsek, bu arada büyük hata yapmazsak 50 yıllık süreçte tarihin akışını değiştirecek manevî (fikrî, kültürel ve sosyal) güce sahip olabilirsek ve bu manevî güç üzerine bina edilecek maddî atılımlar gerçekleştirebilirsek, bin yıl önce olduğu gibi yeniden tarihi biz yapabiliriz Allah'ın izniyle.
Onun için ülke içindeki bütün kesimlerin fay hatlarının patlatılması provokasyonlarına karşı duyarlı olması, hiç bir kesimin ateşe körükle gitmemesi şart.
Bu noktada iktidarın üzerine düşenleri yapması, iktidar cephesinde İslâmî değerlerin aşındırılmasına aslâ göz yummaması; cemaatlerin, Hocaların ve seküler çevrelerin basiretle hareket etmesi kaçınılmaz.
Yoksa bu toprakları ve bu topraklardaki varlığımızı bile korumakta zorlanabiliriz -Allah muhafaza!