Müslümanların başına gelebilecek en büyük felâket, hadisleri ve Kur'ân'ı tartışmaya açmaktır.
Kur'ân'ın vahyî karakterinin tartışılmaya açılması, tarihselcilik akımı üzerinden yürütülüyor.
Tarihselcilik, Kur'ân'ı izâfileştirecek ve Kur'ân'ın vahyî konumunu tartışılır hâle getirecek, sonuçta, Müslüman kitlelerin, özellikle de genç kuşakların inanç temellerini alt üst edecek tehlikeli bir akımdır.
Tarihselcilik, Batı'da bile kıyasıya tartışılmış ve hurdaya çıkarılmıştır. Ülkemizde Batı'da hurdaya çıkarılan bir akım üzerinden Kur'ân metnini tartışmaya açmak kelimenin tam anlamıyla epistemik köleliktir.
Burada, önce, bu yazıda geliştireceğim argümanların teorik temellerini oluşturacak kısa bir yolculuk yapmak istiyorum.
TENZÎLÎ VE TEKVÎNÎ ÂYETLER
İki tür âyet'ten / “işâret”ten sözediyoruz: Birincisi, tekvînî âyetler, yani yaratılış sırları.
İkincisi ise, tenzîlî âyetler, yani Yaratıcı'nın, insana yaratılış sırlarını okumasında rehberlik edecek ilkelerin haritası.
Tekvînî âyetler, değişkendir.
Tenzîlî âyetler ise, sâbittir, değişmez; değişkenlerin yorumlanması, anlamlı kılınması sürecinde yönlendirici roller oynar.
Allah Teâlâ'nın insana lûtfettiği, insanın aklı, kalbi, ruhu, dolayısıyla bunları harekete geçirecek iradesi, tekvînî âyetleri / yaratılış sırlarını okuyabilmesi için yeterli değil mi?
Hayır.
Yeterli olsaydı, peygamberler ve kitaplar gönderilmezdi.
Çünkü insan hür iradeyle donatılmasına, hür iradesini harekete geçirebileceği akıl, kalp ve ruh melekeleriyle teçhiz edilmesine rağmen, hem iyi hem de kötü hususiyetlere de sahip olduğu için, yol haritası olmadan insanca bir hayat inşa edebilmesi çok zordur.
Yol haritası sunan tenzîlî âyetler olmadan, yolda karşılaştığı tekvînî âyetleri “doğru” / bihakkın okuyabilmesi zordur insanın.
İnsan, tenzîlî âyetler olmadan, tekvînî âyetleri keyfine göre, işine nasıl geliyorsa öylece okumaktan, yaratılışın düzenini bozmaktan, tarûmâr etmekten kurtulamaz.
Tenzîlî âyetler, zamana ve mekâna göre değişmeyen sâbiteler verir insana.
Sürgit değişim hâlinde olan tekvînî âyetleri yani değişkenleri insanın önünü açacak şekilde okuyabilmesi ve insanca bir hayat kurabilmesi ancak bu sâbiteler ışığında sözkonusu olabilir.
TARİHSELCİLİĞİN SERÜVENİ: İNSANIN TANRILAŞTIRILMASI SÜRECİ
Tarihselcilik, insanın tanrılaştırılması sürecinin kaçınılmaz sonucudur.
Tarihselciliğin felsefî temellerini Hegel attı: Tarihi, dolayısıyla zamanı ve mekânı kutsadı.
Kutsanan zaman, Aydınlanma Çağı'ydı, kutsanan mekânsa Avrupa ve uygarlığı.
Hegel'in sorunu, Descartes'la kabaca temelleri atılan, Kant'la muhkemleştirilen dualizmi aşmak, Avrupa uygarlığı fikrinin mutlak bir şekilde kökleneceği ve dünya üzerinde egemenlik tesis edeceği zemini inşa etmekti.
Tarih, izafîdir ve değişkendir. İzafî ve değişken olan bir şeyin kutsanması, mutlaklaştırılması, zamanla kendi içinden fenâ hâlde çatırdamasıyla sonuçlanacaktı, kaçınılmaz olarak.
Modernlikle birlikte, insanın tanrılaştırılmasıyla, Tanrı, hayattan “kovulmuştu”. Kovulan elbette ki, öncelikle Kilise'nin tanrısıydı ama Tanrı fikri büsbütün yitirilmiş ve zamanla tarih gibi, bilim gibi, teknoloji gibi, sermaye gibi sahte tanrılar icat edilmişti.
Hegel, tarihi, spesifik olarak da Avrupa'nın tarihî serüvenini mutlaklaştırmakla, insanı, dolayısıyla Avrupa aklını ve Avrupa'nın bizzat kendisini tanrılaştırıyor, Tanrı'yı tarihten de “kovmuş oluyordu”.
Tarihin mutlaklaştırılması, Protestanlığın bir başka zaferiydi. Hegel, inançları güçlü bir Hıristiyandı ama Protestandı.
Protestanlaşma, Tanrı'nın hayattan uzaklaştırılması, dinin bireysel bir inanç meselesine indirgenmesiydi: Bunun sonucu deizm olacaktı: Deizm de kültürel çözülme ve nihilizmle sonuçlanacaktı.
İşte tarihselciliğin sosyal bilimlerde pıtrak gibi bittiği yer burasıydı. Dilthey, tarihselliği mutlaklaştıracak kapıları sonuna kadar açtı; anlama ve yorumlama çabasının izafî bir çaba olduğunu söyleyerek, sosyal bilimlerde tarihselciliğin temellerini attı; böylelikle kabaca “hakikat fikri yoktur, hakikat herkese göre değişir” mottosuna dayanan postmodern anlama ve yorumlama sürecini hazırladı, bu bağlamda.
Tarihselciliğin entelektüel serüveninde dönüm noktalarından birini Gadamer teşkil eder.
Gadamer, “ufukların buluşması”ndan, “diyalojik okuma stratejileri”nden söz eder.
Bütün tarihselciliğin kalkış noktası da, varış noktası da “burası”dır: Bura, mutlaklaştırılır; burada ve şimdi anlama ve yorumlama çabası eksene alınır. Her şey buraya ve şimdiye göre yorumlanır.
Gerek tarihselciliğin, gerekse hermenötiğin sâbitelerini yitiren, değişkenlerin önünde sürüklenen Batı dünyasında bir anlamı ve karşılığı vardır.
Ama vahyin kaynaklarının sağlam olduğu, İslâm'ın doğuşundan bu yana vahyin sâbitelerinin (tenzîlî âyetlerin), hayatın değişkenlerini (tekvînî âyetleri) anlama ve yorumlama sürecinde hayatın her alanına imajinatif sonuçlar doğuracak şekilde rehberlik edegeldiği Müslüman dünyada bir karşılığı olmaz, olamazdı; olsa olsa kafa karışıklıklarının, okumuş-yazmış insanların zihinlerinin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmesine yol açabilir/di bu, esas itibariyle.
Sözgelişi, Gadamer'in “ufukların buluşması” dediği fenomeni düşünün. Vahyin ufkunu, bura'nın ufkuyla, bura'nın ufkunu eksene alarak anlama ve yorumlama çabasına soyunmak, ontolojik bir şiddettir: İnsanın, bura'yı, şimdi'yi ve dolayısıyla kendisini vahyin önüne geçirmesidir bu.
Bunun, düşünme faaliyetini nasıl felçleştirdiğini, Batı'da bile nasıl kıyasıya eleştirildiğini ve hurdaya çıkarıldığını, dahası, pratikte nasıl büyük felâketlere yol açtığını yarınki yazıda göstermeye çalışacağım.