Hayat, sâbiteler ve değişkenler arasındaki diyalektiğin, etkileşimin sonucunda yeşerir.
Dahası, hayatı varkılan, insanı yaşatan “kültür” de, sanat da, fikir de, siyaset de sâbitelerle değişkenler arasındaki diyalektik ilişki üzerinden işler.
SÂBİTELER, DEĞİŞKENLERE RUH ÜFLEYECEK KADAR GÜÇLÜ DEĞİLSE, TOPLUM ÇÖKER...
Sâbitelerini yitiren toplumlar, kaçınılmaz olarak, değişkenleri, sâbite katına yükseltirler.
Bizde, bizim medeniyetimizde hayatımıza yön veren dinamikler, değişkenler üzerinden şekillenen değerler değil, sâbitelerdir. Bizde değerler yoktur; sâbiteler vardır.
Değerler, değişkenlerin sâbite katına yükseltilmesinin ürünüdür. Bugün değer olarak kabul edilen pek çok şey, dün değer olarak kabul edilmiyordu. Tersi de doğru bunun.
Birazcık geriye yaslanın, değerlerin nasıl sâbiteler değil de değişkenler üzerine inşa edildiğini, dün tartışılmaz olarak kabul edilen ama bugün kolaylıkla reddedilebilen değerlere baktığınızda daha net olarak görebilirsiniz.
İnsan ilişkileri, aile içi ilişkiler, komşuluk ilişkileri, değerlerin nasıl kolaylıkla yerle bir olabildiğini görebilmeniz için kâfidir.
Oysa bütün bu ilişkiler, geçici, değişken, moda hâline gelen ve zamanla değerini yitiren değerler üzerine değil de, değişkenlere anlam ve ruh katan, böylelikle değişkenleri zenginleştiren köklü sâbiteler üzerine inşa edilmiş olsa, insan ilişkileri kolay kolay bozulmaz.
Değerler değişkenlere, dolayısıyla değişen zamana ve mekâna göre oluştuğu ve değiştiği için değerlerin direnç noktaları yoktur.
Oysa sâbitelere dayanan, değişkenlere de anlam ve ruh katan kalıcı, köklü değerlerin direnç noktaları sağlamdır, sarsılmazdır.
Tarihi değerler yapmaz; sâbiteler yapar. İlle de değerler üzerinden gitmemiz gerekirse, şöyle bir cümle kurulabilir: Sabitelerini yitiren toplumlar, köklü kalıcı değerler geliştiremezler. Köklü, kalıcı değerler geliştirebilmek için sâbitelerinizin güçlü olması, sâbitelerinizin sunacağı ölçülerin, esen rüzgârlara, fırtınalara karşı dimdik ayakta durmasını sağlayacak güçlü direnç noktalarına sahip olması şarttır.
BATI'DA İNSAN DEĞİL, SİSTEM HÜKÜMRAN
Bugün Batı'da aile çöktü, toplum diye bir varlık yok artık. İnsanteki, “insan insanın kurdudur” mottosunun, hayatın her alanına hâkim olduğu tekin olmayan bir dünyada korumasız, yapayalnız.
Hiç kimse hiç kimseye güvenmiyor. Çünkü insan, hiçkimse'leşti. Aslolan insan değil, sistem. Aslolan insanın varlığı değil, sistemin varlığı, sistemin varlığını sürdürebilmesi Batı'da.
O yüzden hukuk sistemi çok güçlü Batı toplumlarında. Batı toplumları diken üstünde yaşıyor: İnsanlar, birbirlerine değil, sisteme güveniyorlar: Bu bile, insanın ontolojik olarak bittiğini göstermeye kâfidir Batı'da.
Batı toplumlarını ayakta tutan iki güç var: Güçlü ekonomi ve güçlü hukuk sistemi. Bu şu demek: Modernlik, hümanizm yolculuğu ile başladı ama bugün insan yok artık: Posthumanizm, transhumanizm çağını yaşıyoruz: Yarı insan-yarı makina “cyborg” olarak adlandırılan, ruhsuz bir varlık türü hâkim Batı'da.
İnsansız bir dünya ve dünyasız insan... Darwinyen, orman kanunlarının hâkim olduğu, hiç kimsenin hiç kimseye güvenemediği, insanın sevgisiz, acımasız ve ruhsuz bir dünyanın ortasına fırlatıldığı bir hayat... Hayat denirse buna, tabiî ki!
Büyük ölçekli bir ekonomik kriz yaşandığında, Batı toplumlarının barbarlaşması, canavarlaşması işten bile değildir. Fransa'da başlayan, Avrupa ülkelerine yayılma istidadı gösteren ayaklanmalar bunun küçük bir göstergesidir.
YUNUS, MEVLÂNÂ YAŞIYOR; BİZ YAŞIYOR MUYUZ PEKİ?
Bizde, bizim medeniyetimizde, bizim toplumumuzda, insan insanın kurdu olarak görülmedi hiç bir zaman. Biz, insan insanın yurdu, umudu ve ufkudur, ilkesini hayata geçirdik; üstelik de inancına, rengine, etnisitesine bakmadan bunu gerçekleştirdik.
Fakat biz, dünkü biz olma özelliklerimizi, bizi biz yapan, insana insan olarak, Allah'ın halifesi olarak bakan, hakikatten süt emen sahici Müslüman toplum olma hasletlerimizi yitiriyoruz hızla, ürpertici bir şekilde...
Bu topraklarda yeşerttiğimiz, Medine'den süt emen hakikat medeniyeti, insanı yaşatmayı görev bildi. İnsan-ı kâmil hedefini, insanı olgunlaştırma derdini dert edindi.
İnsan yeşerttik biz bu topraklarda -inancına, fikrine, tipine, cinsine, etnisitesine bakmadan. Ve güzel insan örnekleri armağan ettik insanlığa.
Yunus-yürekli, Yunus-sûretli gönül insanları. Aşılamamış ve anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış, hakikate dayanan sâbiteler üzerinden değişkenlere ve bizden farklı olan herkese ruh üfleyen muazzez bir gönül coğrafyası inşa ettik.
İşte bu gönül coğrafyası çatırdıyor şimdi...
Bu gönül coğrafyasının diriltici adalarını, limanlarını, sığınaklarını oluşturan aile çatırdıyor, toplum çözülüyor hızla...
Televizyonlar, cinayet, tecavüz, şiddet haberlerinden geçilmiyor...
Adım adım ölüyoruz aileler ve toplum olarak; çürüyoruz...
Yunus diri hâlâ! Yunus, Mevlânâ yaşıyor ama biz Yunus'lar, Mevlânâ'lar yetiştiremediğimiz için ölüyoruz...
“GECE ORDULARI” GEREK BİZE...
Nizamülmülk, büyük bir eğitim devrimi yapmıştı; binyılı inşa eden, Batı üniversitelerine de kaynaklık eden muazzam bir medrese devrimi.
Bazı kişiler, Nizamülmülk'ü, Melikşah'a şikayet ederler. Şöyle derler: “Sultanım! Nizamülmülk'ün eğitime yaptığı bu devâsâ yatırımla, İstanbul'u fethedebiliriz!”
Melikşah, vezirini çağırır, hesap sormaya kalkışır.
Nizamülmülk'ün Melikşah'a verdiği cevap, bizi de silkeleyip kendimize getirmeye yetecek niteliktedir:
“Sultanım! Ben, gece orduları yetiştiriyorum. İlim, fikir, zikir ve ruh orduları. Maddî ordularının ulaşamayacağı yerlere onlarla ulaşabilirsin. İnançlarımızı, ruhköklerimizi her dâim diri tutacak, biz yok olsak bile inançlarımızın yaşamasını sağlayacak tohumları ekiyorum.”
Sözün özü: Maddî ordularınız ne kadar güçlü olursa olsun, gece ordularınız, manevî ordularınız, ilim, fikir, zikir, sanat ve ahlâk ordularınız yoksa, çürümekten ve yok olmaktan kurtulamazsınız. Vesselâm.