Önce Şam'da yakınlarda yaşanmış anlamlı bir anekdot aktarayım: Yaklaşık 10 kişilik bir Türk grubu, Şam'ın otantik mutfağıyla ünlü seçkin büyük lokantalarından birine girdiklerinde, lokanta sahibi, lokantada bulunan herkesi, 1 dakikalık saygı duruşunda bulunmaya davet eder. Ve herkes hiç çekinmeden, homurdanmadan, aksine seve seve ayağa kalkarak lokantalarını “teşrif eden” Türk grubuna 1 dakikalık saygı duruşunda bulunur.
Bu bizzat yaşanmış anekdotu, Suriye'deki kültür elçilerimizden sevgili Sıddık Yıldırım kardeşim anlattı; Şam'a Şamlı yazarlar, gazeteciler, sanatçılar, televizyoncular ve işadamlarıyla, bağrında Şam'ın manevî ve tarihî mimarlarını barındıran Kasiyon Dağı'nın tepesinden, zirve noktasından doyasıya baktığımız, bol bol Humus-Trabzon esprileriyle kardeşliğimizi perçinlediğimiz, derinleştirdiğimiz, Şam semasına nakşettiğimiz nezih bir Şam lokantası akşamında…
Şundan kesinlikle emin olabilirsiniz: Bu tür anekdotlar, hâdiseler, el-ân Suriye'nin, Suudi Arabistan'ın, Körfez'deki Arap ülkelerinin, Mısır'dan Fas'a kadar Kuzey Afrika'daki Müslüman ülkelerin hepsinde de yaşanıyor… Ve Arap dünyasında sadece halklar değil, Marksist, milliyetçi ve tabiî İslâmcı aydınlar, sanatçılar, yazarlar ve düşünürler arasında da şöyle bir efsane dilden dile anlatılıyor, aktarılıyor: “Eğer Tayyip Erdoğan, Türkiye'de seçimi kaybedecek olursa, Suriye'de, Mısır'da, Fas'ta ve sözkonusu diğer ülkelerde adaylığını koysa, kesinkes başbakan seçilir.”
Bu elbette ki, olacak iş değil. Bunu da, yazının başında aktardığım anekdotu da, Türkiye'nin son yıllarda başta Suriye, Irak, Lübnan, Filistin ve diğer Arap ülkeleriyle gerçekleştirdiği derin ilişkilerin Arap dünyasında nasıl aksülamel bulduğunu göstermek için aktardım, sizlerle paylaştım.
Gerçekten de Türkiye, son birkaç yılda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ve münhasıran da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun kimi zaman ortaklaşa, kimi zaman kişisel gayretleriyle gerçekleştirdikleri dış politika açılımının, Türkiye'nin, dolayısıyla İslâm dünyasının dünyanın geleceğinin şekillenmesinde bizim tahmin edebileceğimizin çok ötesinde büyük ufuklara, atılımlara imkân tanıyabileceğini henüz bütün boyutlarıyla idrak edebilmiş durumda değiliz.
Yeni Kıta olarak adlandırılan Amerika'nın keşfi, Avrupa için ne anlam ifade etmiş ve ne tür bir fonksiyon icra etmişse, şu ân bizim için “yeni kıta” sayılabilecek, medeniyet iddialarımızı terkettiğimizden, yönümüzü, rotamızı yitirdiğimizden bu yana zoraki olarak “kayıp kıta” hâline getirmeye, unutmaya çalıştığımız İslâm dünyasının, münhasıran da Arap dünyasının keşfi aynı anlamı ifade ve benzer bir fonksiyonu icra edecek…
Bize gösterilen bu derin teveccühün, samîmî sevginin ve saygının yalnızca Türkiye'nin son yıllarda Arap dünyasıyla kurduğu derin, samîmî, dürüst ve sonuç alıcı ilişkilerin sonucu olduğunu düşünmek basit, yanıltıcı bir yaklaşım olur.
Çağımızın en büyük tarihçilerinden Fernand Braudel'in önemli bir tespiti var. Üstad, “Bir insanın, bir toplumun hayatındaki en uzun ömürlü şey, kolektif hafızadır” der. Bizim Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'dan oluşan Osmanlı coğrafyasında yaptığımız tarih, kendiliğinden sona ermiş bir tarih değil; düvel-i muazzama denen İngilizlerin, Rusların, Fransızların ve İtalyanların uzun zamana yayılan saldırgan, sömürgeci, emperyalist stratejilerinin ve politikalarının ürünü olarak durdurulan, sonra da cumhuriyet döneminde unutturulan, yok sayılan, üstü örtülen, dünyanın büyük kaosların, katastrofların eşiğinden geçtiği şu dondurucu, boğucu, yok edici kış mevsiminden herkesi kanatlandırıcı, herkesi bağrına basıcı, herkese güller sunucu bir bahar mevsimine nasıl geçebileceğimizin köklü, asil ve hâlen taptaze ipuçlarını barındıran esaslı bir tarih; geleceğin tarihi bu; geleceğin tarihini şekillendirecek dinamikleri, barışı, adaleti, hakkaniyeti, vicdanı, ahlâkı, estetiği, kısacası anlam haritalarını yeniden bütün insanlığa sunabilecek ama inatla, ahmakça ve insafsızca üstü örtülmeye, bastırılmaya, yok sayılmaya çalışılan fakat hâlâ yaşayan, her gittiğimiz yerde bizimle dolaşan, bizim peşimizi bırakmayan, her yerde izleri, ruhu, dinamizmi karşımıza çıkan canlı, capcanlı bir tarih bu.
İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci büyük krizi aşmamızı mümkün kılan medeniyet kurucu ve medeniyeti koruyucu küresel bir rol oynamamızı mümkün kılan, öncü, önaçıcı, önderlik edici köklü bir tecrübe… O yüzden, İslâm dünyasında attığımız her adım, bu tarihî tecrübenin içtenliği ve derinliğiyle doğru orantılı olarak kat be kat yankılanıyor…
Yenişafak
Yorum Yap