Yeni Bir Dünyaya Doğru...
15 Yıl Önce Güncellendi
2011-09-25 08:42:41
Başbakan Erdoğan, Birleşmiş Milletler (BM)'de her bakımdan tarihî bir konuşma yaptı: Dünyanın içinden geçtiği katastrofik sürece ilişkin ikna edici ve nefes kesici bir ufuk turu çizdi: Mevcut Batı hegemonyasının yanlış temeller üzerine kurulduğunu; o yüzden de, bütün küresel sorunlarda kısa devre yaptığını bütün dünyanın önünde örneklerle gözler önüne serdi.
Yakın tarihimizde, Sultan Abdülhamit'ten sonra -kısmen Menderes, Özal ve Erbakan hâriç- Türkiye'nin bir başbakanının Türkiye'nin bölgesel ve küresel bir aktör olarak ilk kez tarih sahnesine çıkışını haber veren, ilk kez özneleştiğini gösteren tarihî bir konuşmaydı, Başbakan'ın BM konuşması.
Başbakan Erdoğan, küresel sistemin dayandığı temellerin, -BM'den yola çıkarak- dünyada barışı, huzuru ve istikrarı sağlamakta âciz kaldığını somut örneklerle ortaya koydu ve Türkiye'nin bu süreçte oynadığı ilkeli, erdemli, dürüst ve ahlâkî rolün altını özenle çizdi.
* * *
Başbakan, sömürüye ve zulme değil adalete, haksızlığa değil hukuka, çıkara değil erdeme ve vicdana dayalı bir medeniyet fikriyle Türkiye'nin tarihe girmekte olduğunu, tarihte tatile son vererek tarihe yön vermeye hazır olduğunu dünya âleme ilan etti, bir bakıma.
Başbakan'ın, tastamam manifesto'yu andıran konuşmasını, handiyse hiç kimsenin itiraz edemeyeceği somut örneklerle desteklemesi, Türkiye'nin dostlarını sevindirdi, düşmanlarını ürküttü; en önemlisi de, İslâm dünyasında ve bütün bir dünya coğrafyasındaki mazlum halklar arasında, Türkiye'ye ve Erdoğan beslenen sevgi selinin temelsiz ve anlamsız olmadığını gösterdi.
* * *
Başbakan Erdoğan'ın böyle bir konuşma yapmasının gereği var mıydı? Türkiye'nin "gücü" ne ki, Başbakan, Türkiye'nin küresel aktör olduğunu ilan etmeye kalkışıyor? En önemlisi de, dünyanın en kaotik sorunlarının yaşandığı bir coğrafyanın tam merkezinde yer alan bir ülkenin başbakanının bu kadar riskli bir konuşma yapması, fincancı katırlarını ürkütmesi, ne kadar makul bir adımdır? Vs. Vs.
Bu sorular anlamsız değil. Bu soruların cevabını elbette vermek, verebilmek zorundayız.
* * *
Önce şu yakıcı gerçeği tespit edelim: 1648 Wetfalya Anlaşması'yla kurulan Avrupa Dünya Düzeni, iki büyük savaştan sonra çöktü. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD'nin öncülüğünde kurulan dünya düzeni, dünyaya barış ve istikrar getirebilecek temel ilkelerden de, güçlü ve insanî iradelerden de yoksundu. Çökmesi mukadderdi. Ve çöktü.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan, Batılıların kontrolündeki bütün küresel kurumlar şu an hem anakronikleşti; hem de dünyayı kaosun, savaşların, işgallerin, çatışmaların eşiğine sürüklemekten başka bir işe yaramıyor.
Başka türlüsü zaten mümkün değildi. Çünkü bu iki düzen de, Romalı zihniyeti üzerine kurulmuştu.
* * *
Romalı zihniyeti, dünyayı yalnızca Roma'dan ibaret gören, Romalıları efendi, bütün dünyalıları da köle olarak konumlandıran, "askerî zorbalık düzeni" (Braudel) anlayışına dayanan, dünyanın dengesini bozan bir "düzen" sunabiliyordu dünyaya yalnızca. İşte Westfalya Düzeni de, Pax Americana da, bu Romalı zihniyeti üzerine kurulmuştu.
O yüzden çöktü. İnsanlığı, çatışmaların eşiğine sürüklemekten, dünyanın beşerî ve tabiî kaynaklarını sömürmekten, kısacası dünyayı köleleştirmekten başka bir şey sunamamıştı insanlığa.
Pax Romana, köleler'e dayanıyordu. Avrupa ve Amerika düzenleri ise para + çıkara dayanıyor: Dini, politika; tanrısı ise para + çıkar'dı (ekonomi'ydi) yani.
* * *
İnsanlığın, insanca yaşayabileceği yeni bir medeniyet tasavvuruna ihtiyacı var: Adalete, erdeme, ahlâka, ilkeliliğe, karşılıklı güvene ve barışa dayalı bir düzene.
Böyle bir ortamda, kapitalistleşerek kendi dinamiklerini yok eden Japonya, Çin, Hindistan ve Rusya'nın dünyaya yeni bir medeniyet fikri sunamayacağını söylemek bile gerekmiyor.
Geriye "biz" kalıyoruz yalnızca: O yüzden, başını Türkiye, İran ve Mısır'ın çekeceği yeni bir dünyanın kurulmasına gebe dünya.
Elbette ki, bu iş oldukça riskli, bu yolculuk oldukça uzun ve zorlu bir yolculuk.
Dünyaya söylenecek bir söz var; o sözü söyleyecek biziz ama biz yokuz, demiştim bu sütunda.
Ama artık bizim yavaş yavaş geldiğimizi söyleyebiliriz, sanıyorum. Başbakan'ın tarihî BM konuşması, neresinden bakarsanız bakın, bizim gelişimizin bir miladıdır. Evet geliyoruz; geleceğiz...
Ancak gerekli fikrî, siyasî, kültürel, stratejik hazırlıkları yaptık mı? "Oyuna getirilme" risklerini, başka türlü tehlikeleri hesapladık mı? Yarınki yazıda, bu soruların cevaplarını araştıralım.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Haber Ara
Yorum Yap