Dolar

42,6945

Euro

50,1592

Altın

5.898,49

Bist

11.311,31

Küresel kriz ve Türkiye'nin yolu

16 Yıl Önce Güncellendi

2011-02-18 08:07:33

Küresel kriz ve Türkiye'nin yolu

Tarihte eşine az rastlanır bir belirsizlik sürecinden geçiyor bütün insanlık... Belirsizlik süreci, adı üstünde bir bunalım durumu'nun varlığına işaret ediyor: Küre ölçekli bir bunalımdan sözediyoruz: Bir medeniyet bunalımı bu. Batı uygarlığının yaşadığı, her bakımdan küreselleştiği, dünya üzerinde hükümfermâ olduğu için de bütün insanlığa yaşattığı küresel bir medeniyet krizi.

Bir medeniyet krizi, öncelikli olarak entelektüel / fikrî krizdir: Varlığa, kâinâta ve insana dâir geliştirilen kavramların anlamsızlaşması, işleyemez hâle gelmesi ve bu nedenle de küre ölçekli bir belirsizlik, bir kriz yaşanmasına yol açmasıdır.

Tarih felsefecileri, şu ân küre ölçeğinde -bir asırdan fazla bir süredir- yaşadığımız küresel medeniyet krizinin Avrupa'da 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başladığını söylüyorlar: 18. yüzyılda sistemleşen ve sitemleştiği için de kaçınılmaz olarak opaque'leşen / donan Avrupa Aydınlanması, bir yüzyıl sonra köklü bir karşı-aydınlanma hareketi üretti: Daha aydınlanma çağında Rousseau başta olmak üzere pek çok düşünür Aydınlanma'nın kaskatı rasyonalizminin insanı, hayatı ve tabiatı yok eden bir sürecin temellerini attığını fark etmiş ve tabiatı sığınmıştı.

Rousseau'nun bir sığınağı vardı hiç olmazsa... Ama "demir kafes" metaforuyla özetlediği modernliğin "anlam krizi" ve "özgürlük kaybı" gibi iki esaslı varoluşsal kriz ürettiğini söyleyen Weber'in sığınağı da, sığınacağı bir yer de yoktu.

Bergson üzerinden Fransız düşüncesi; Husserl, Nietzsche, Simmel ve Frankfurt Okulu üzerinden Alman düşüncesi modern akılcılığın, aklamacılık'la sonuçlandığını haykıracaklardı.

Modernliğin yol açtığı varoluşsal / felsefî krize radikal eleştiri sanattan gelecekti: Bütün romantik şairler, müzisyenler ve art arda patlak veren ekspresyonizm, empresyonizm ve post'ları, kübizm, dadacılık ve sürrealizm gibi sanat akımları, tiyatrodan romana, şiirden müziğe ve resme kadar modernliğin vaatlerini gerçekleştirememesine karşı büyük bir savaş başlattılar.

Bu sanatçıların eleştirileri modern paradigma içinden bir modernlik eleştirisiydi; o yüzden paradigma dışı bir öneri ve arayış sözkonusu olmamıştı.

Modernliğin şeklini ve ruhunu verdiği ve sonuçta ruhu/nu yok ettiği Batı uygarlığının antik Yunan'dan Hıristiyanlık'a kadar bütün güzergâhlarının köklü ve esaslı bir soykütüğünü çıkaran Nietzsche, Batı uygarlığının temel paradigmalarını birer birer yıkmıştı: Geriye postmodernlerin ayıklamaktan, unsurlarına ayırmaktan başka yapacakları başkaca bir şey olmayan bir enkaz temzili/kçi/liği işi kalmıştı yalnızca.

Batı uygarlığının Avrupa tecrübesinin yaşadığı felsefî kriz, ardından sosyo-ekonomik, siyasî, askerî sonuçlarını da doğurmakta gecikmedi: 300 yıllık Westfalya düzeni iki büyük dünya savaşından sonra çöktü: Avrupa, tarihi yapan bir aktör olarak tarihten çekildi.

Bu arada, Batı uygarlığının felsefî bakımdan da, siyasî bakımdan da, kültürel bakımdan da en büyük rakibi olarak gördüğü İslâm medeniyeti de nihayet "tarihten uzaklaştırılmıştı".

Bu sürecin sonuçlarını bir yüzyıldan bu yana hepimiz yaşıyoruz: Avrupa'nın "tarihten çekilişi"nden sonra, Batı uygarlığı, eksen değiştirerek Amerikan tecrübesi ile ürettiği, ekonomik demokratikleşmenin ve rasyonalleşmenin ürünü neo-liberalizmle yaşadığı ve bütün dünyaya yaşattığı medeniyet krizini aşamadı ama krizi erteledi: Ve bu arada krizin bütün görünümlerini, ayartıcı bir şekilde örterek bastırdı.

İşte şu ân bastırılan veya üzeri örtülen köklü, medeniyet krizinin varoluşsal sorunlarının gerçek boyutlarda suyüzüne çıkmaya başladığı bir belirsizlik sürecinin tam ortasına "düşmüş" durumdayız.

Amerikan tecrübesinin aslâ esaslı bir medeniyet fikri sunamayacağının çarpıcı ve ürpertici örneklerine tanık oluyoruz şu ân küre ölçeğinde: Sadece kendi küresel çıkarlarını ve güvenliğini eksene alan bir tecrübenin insanlığa bir medeniyet tecrübesi örneği veya modeli sunmasını beklemek elbette olacak iş değil: O yüzden Soğuk Savaş'ın bitirilmesinden sonraki süreçte vaatlerinin tersini gerçekleştiren insanlığın geleceği açısından ürpertici sonuçlarına hep birlikte tanık olduğumuz fobik bir tecrübe bu: Bir yandan demokrasi, insan hakları, özgürlükler vadeden ama öte yandan da otokrat, monarşik ve totaliter rejimlerle iş tutarak hükümranlığını sürdürmeye, "silahlı, kaba güce" dayalı bir düzen / barış kurmaya çalışan bir Yeni Roma var karşımızda. Yani kendi sonunu hazırlayan "azman" ama ayartıcı yollara başvuran "vahşî bir güç"ten sözediyoruz.

Görüldüğü gibi, belirsiz, belirsiz olduğu için de tehlikeli ve karmaşık bir süreçle karşı karşıyayız.

Peki, bu noktada, Türkiye ne yapıyor, ne yapabilir? Batılılardan devşirdiği ve kendisinin de devşirilmesinden başka bir şey vaat etmeyen bir modeli mi sunacak dünyaya; yoksa tam da şu ân dünyanın ihtiyaç hissettiği kendi medeniyet modelini geliştirme çabası içine mi girecek?

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Haber Ara