Tarihi, peygamberler, bilge kişiler, büyük düşünürler ve büyük sanatçılar yani öncü kişiler inşa ederler.
Bu öncü kişilerin Tanrı'ya, Kâinât'a, İnsan'a ve bunlar arasındaki ilişki biçimlerine ilişkin geliştirdikleri büyük tasavvurlar tarihin ruhunu şekillendirir. Geliştirilen bu büyük fikirler, idrak biçimleri ve hayat tasavvurları çağları, o çağlara ruh veren zaman algısını oluşturur. Ortaya zeitgeist dediğimiz, zamanın ruhunu ve akışını belirleyen bir çağ fikri ve tatbikatı çıkar.
İnsanlık tarihinde aynı zaman dilimi içinde farklı medeniyetler kendi zeitgest'larını geliştirebilmişler, kendi zamanlarını yaşamışlardır.
Ama artık içinde yaşadığımız dünyada tek bir zeitgest var: Batı uygarlığının geliştirdiği, hayatı bu dünyadan ibaret gören, tek boyutlu, tek zamanlı ve tek mekânlı seküler bir zeitgeist bu: İşte bu seküler zeitgeist, medya endüstrisinin küreselleşmesi ve dünyaya yalnızca Batılı kültürel kodları, hayat tarzlarını, algılama biçimlerini yaymasıyla birlikte diğer medeniyetlerin zeitgeist'larını da yutmuş, fosilleştirmiş durumdadır.
Artık Batı uygarlığının temel kavramlarını, kurumlarını dolayısıyla zeitgeist'ını yalnızca ABD üretiyor.
Anlamakta zorlandığımız mesele şu: Dünya çapında çığır açabilen büyük düşünürler Amerika'dan çıkmıyor, Avrupa'dan çıkıyor. Ama bilim ve teknoloji alanı, hâlâ Amerikalıların elinde, kontrolünde, hatta tekelinde.
Peki bu çelişkiyi, paradoksu nasıl açıklamak gerekiyor?
Şöyle… Öncelikli olarak, dünyada hâlâ canlılığını sürdüren, temsilcileri olan ve yeniden üretilebilen iki ana felsefe veya düşünce akımı var: Birincisi, kıta Avrupası felsefesi; ikincisi de Anglo-Amerikan havzaya ait olan analitik felsefe.
Analitik felsefe, genelde, deneyim ve pragma üzerinde yoğunlaşan bir felsefe; Kıta Avrupası felsefesi ise dil üzerinde yoğunlaşan bir felsefe. Amerikalıların temsil ettiklerini ve yeniden-ürettiklerini söylediğim çağdaş zeitgeist, bilime dolayısıyla pratiğe, dolayısıyla araçlara, araçların kontrol altına alınarak dünyanın kontrol altına alınması esprisine dayanır. Dil ekseninde yoğunlaşan Kıta Avrupası felsefesi, bu araçlar üzerinde/n kurulan dünyaya / Anglo-Amerikan tecrübesine ve hâkimiyetine yöneltilen köklü bir eleştiridir.
Kıta Avrupası felsefesi Husserl ve Nietzsche'yle başlayan Heidegger, Wittgenstein, Gadamer, Derrida, Foucault, Baudrillard ve Deleuze'le süren, hem modernliği -yani Avrupa tecrübesini-, hem de Anglo-Amerikan tecrübesini eleştiren ve adına Postmodernizm dediğimiz çok yönlü bir eleştirel felsefedir.
İkinci dikkat çekici paradoks da şu: Avrupa kökenli düşünürler postmodern düşüncenin temsilcileri olmasına rağmen, postmodern algılama ve duyarlık, yaşama ve bakış biçimleri Amerikan tecrübesine özgü bir tecrübedir.
Bunun nedeni şu: Asıl büyük düşünürler Avrupa'dan çıkıyor ama bu düşünürler, çağın zeitgeist'ını Anglo-Amerikan tecrübesinin üretmesi nedeniyle münhasıran bu tecrübe üzerinden yola çıkarak düşüncelerini geliştiriyorlar.
Kıta Avrupa'sı felsefesinin dünyanın önüne yeni bir çıkış yolu sunamayacağının en önemli göstergelerinden biri budur: Avrupa'da üretilmeyen ama bütün dünyaya hızla yayılan ve çeki düzen veren Amerikan zeitgeist'ını tasvir etmekten başka bir şey yapamaması.
Bu çok büyük bir çelişki ve açmazdır: Çünkü Amerikan tecrübesi, Batı dışındaki kültürleri, medeniyet idraklerini ve zeitgeistları yutan ve yok eden, dünyaya bir yandan sığ, vulger ve popüler bir kültür sunan, öte yandan da tam da bu kültür üzerinden bilim ve teknoloji yani araçlar üzerindeki hâkimiyetinden ötürü dünya üzerindeki hâkimiyetini pekiştiren bir zeitgeist sunuyor bütün dünyaya.
Sonuçta, araçların, üstelik de ayartıcı, uyuşturucu sanal teknolojinin insanı çepeçevre kuşattığı bir dünyada insanlık, neo-pagan din-dışı kutsallıkların, sapkınlıkların, anlamsızlıkların, izafileşmelerin ve nihilizm biçimlerinin eşiğine sürükleniyor.
İnsanlığın geleceğini ayartarak karartan bu estetize yok oluş sürecini durdurup tersine çevirecek, bizi kendi zamanımızda yaşatabilecek köklü bir medeniyet fikrine her zamankinden daha fazla ihtiyaç hissediyor insanlık.
Yorum Yap