Bugünkü yazıyı, Yolcu dergisinin son sayısına verdiğim uzun röportajdan tadımlık bir bölüme ayırıyorum. Böylelikle samimiyeti, sanat, düşünce ve hakikat yolculuğunda gösterdiği sahici duruşundan ötürü pek çok "merkez" dergisini imrendirecek bir yayın yapan Yolcu dergisini de -en azından bilmeyenlere, duymayanlara- duyurmuş oluyorum...
Soru: Şu an Türkiye de yaşayan bir düşünce adamı olarak dünyaya ne haykırıyorsunuz? Kısaca sorun nedir? Çözümünüz nedir?
Yusuf Kaplan: Sorun, hakikatin yitirildiği hakikatinin yitirilmiş olmasıdır. Hakikatin yitirilmiş olması değil, hakikatin yitirildiği yakıcı gerçeğinin yitirilmiş olması. Şunu demek istiyorum burada: Bir meselemiz yok artık. Meselemiz olmayınca bir mesuliyetimizin olmasını bekleyemeyiz. Mesuliyetimiz de yok olmuşsa, sual de soramayız, soramıyoruz demektir.
Hakikatin yitirildiği hakikatinin yitirildiği gerçeğini nasıl görebileceğiz? Sorulması gereken, üzerinde kafa patlatılması gereken asıl soru bu bugün. Burada mesele, mesuliyet ve sual kavramlarını artarda laf olsun diye zikretmiyorum. [...]
Soru: Nasıl yani? Biraz açabilir miyiz? [...]
YK: Elbette... [...] Sorunu gördüğümüz yer, bir şekilde "çözüm"ü gösterdiğimiz yerdir çünkü: Durduğumuz yer, baktığımız ve gördüğümüz yeri veya şeyi de işaretler, gösterir bize. Sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın sorununu hakikatin yitirildiği gerçeğinin yitirildiği gerçeği olarak tarif ederken, durduğumuz yeri işaretlemekle kalmıyor; aynı zamanda gördüğümüz, tahayyül ve tasavvur ettiğimiz yeri veya şeyi de işaretlemiş oluyoruz. Şunu demek istiyorum aslında: Kalkış noktası ile varış noktası buluşmuyorsa, bir yere gidemeyiz... Bir yolculuğa çıkamayız demektir bu. Nereye, nasıl ve hangi vasıtalarla varacağız sorusunun cevabı her zaman havada kalmaya mahkum olur bu durumda.
Soru: Kalkış noktası ve varış noktasının buluşmasıyla neyi kastediyorsunuz?
YK: Eğer zihnimizde ve hayatımızda berrak bir kalkış noktası ve berrak bir varış noktası fikri veya tasavvuru olmuş olsaydı, hakikatin yitirildiği hakikatinin yitirildiği gerçeği olarak tarif ettiğim yakıcı sorunu yaşamazdık. Dolayısıyla bizim sorunumuzun da, özel de insanlığın sorununun da ne olduğunu, nasıl bir görünüm arzettiğini idrak edebilirdik.
Şu an, münhasıran da modernliğin meydan okumasından itibaren hem bizim, hem de insanlığın ortaklaşa yaşadığı bir süreç var: Biz buna metamorfoz / başkalaşım süreci diyebiliriz. Metamorfoz süreci, bugün bütün dünyayı tek bir zeitgeist'a / zamanın ruhuna kilitledi, mahkûm ve mahpus etti: Şu ân bütün insanlığın Tanrıya, insana, kâinâta ilişkin kullandığı kavramlar ve algılama biçimleri, modernliğin meydan okumasıyla geliştirilen seküler zeitgeist'ın kendisi dışındaki medeniyetlerin zeitgeist'larını önce asimile, sonra da elimine ediyor, bütün insanlığa tek tip, seküler bir insan, tanrı, kâinât dolayısıyla hayat, dünya, siyaset, iktisat, zaman ve mekân algısı dayatıyor. Bu da, şu an içinde yaşadığımız zaman diliminin tek bir zamandan, tek bir mekândan, tek bir insan algısından, tek bir kâinât algısından, tek bir tanrı idrakinden ibaret, çölleşmiş, yoksullaşmış bir zaman dilimi hâline gelmesine yol açtı. İnsanlık tarihinde insanlık ilk defa tek bir zeitgeist'ın seküler zeitgeist'ın boyunduruğu altında yaşamaya mahkûm olmuş durumda. Oysa insanlık tarihinin başka dönemlerinde farklı zeitgeist'lar aynı zamanlarda ama farklı coğrafyalarda birbirleriyle etkileşim hâlinde birlikte varolabilmişti. İnsanlığın farklı medeniyet tecrübelerinin zeitgeist'larının hadım edildiği, metamorfoz yediği başka bir zaman dilimi yaşanmadı insanlık tarihinde. O yüzden, bugün farklı medeniyetlerin çocukları kendi zamanlarında yaşamıyorlar; Batılıların ürettikleri ve dünyaya türlü dolambaçlı mekanizmalarla yaydıkları, dayattıkları tek bir zamanda, seküler bir zaman'da yaşıyorlar. Hâl böyle olunca, farklı medeniyetlerin çocuklarının kendi kurucu kaynaklarıyla DOĞRUDAN irtibat kurabilmeleri imkânsızlaşıyor.
Soru: Kur'ân'a ve Sünnet'e artık doğrudan gidemeyiz, derken kastettiğiniz şey böyle bir şey sanırım...
YK: Elbette... Batı dışındaki diğer medeniyetlerin çocukları gibi müslümanlar da bir semantik intiharla karşı karşıyalar. Semantik intihar, bir medeniyetin çocuklarının dünyaya kendi kavramlarıyla değil, hâkim uygarlığın kavramlarıyla, perspektifleriyle ve gözlükleriyle bakmaya mahkûm olmasıdır. Biz Kur'ân'a ve Sünnet'e gidelim derken, kalkış noktamız da, varış noktamız da İslâm'ın referans sistemi yani İslâmî kavramsal haritaların belirlediği, yönlendirdiği bir varış ve kalkış noktası değil...
Yeni Şafak
Yorum Yap