Bizim kuşağımızın en yetkin düşünürlerinden sevgili Dücane Cündioğlu'nun “Resimli Kurân ve Sanat ve Edebiyat” başlıklı yazısı dolayımında başlattığım tartışmaya devam ediyoruz…
Sevgili Cündioğlu, yazısına, ümmîlik ile görsellik arasında birebir bir ilişki kurarak başlıyor ve 6. yüzyılda yaşayan Papa Gregorius Magnus'un “harfler okuma-yazma bilenler için neyse, resimler de okuma-yazma bilmeyenler için aynı şeydir” son derece sığ sözünden kalkarak, Avrupa'da Kilise'nin “Hıristiyanlık bilincini görselleştirdiği”, bunun gerekçesinin de “okuyarak öğrenmekten mahrum olan halkın bakarak öğrenmek” olduğu sonucuna varıyor. Ve ardından da, -haklı olarak- bu yönelimin, Greko-Romen bilincinin bir uzantısı olduğunu söylüyor.
Sevgili Cündioğlu, Sami geleneğin, Yahudiliğin, İslâm'ın, hatta bütün diğer “Doğu” geleneklerinin bilinç yapılarının görselliğe değil, işitselliğe / dolayımlılığa dayandığını öne sürüyor… Ve “hangi sinema?” diye bir soru sormadan, doğrudan sinema'nın görsel, dolayısıyla dolayımsız bir sanat türü olduğunu iddia ederek, yazısını resimli Kur'ân gibi çok sorunlu bir tartışmayla bitiriyor.
İmdi… Öncelikle, görsellik'le ümmîlik yani okuma-yazma bilmemek arasında nereye birebir bir ilişkinin krumak elbette ki yanlış. Bu iş bu kadar basit değil.
İkincisi ve daha da önemlisi, antikiteden itibaren Batı bilinci, “görsellik” üzerine mi kurulmuştur; yoksa “görmek” ve daha çok da “göstermek” kaygıları üzerine mi? Sevgili Dücane'nin “görsel bilinç” dediği şeyle, görme'yi ve gösterme'yi esas alan bilinç, aynı şeyler olarak görülebilir mi?
Elbette ki, hayır.
Hayır; çünkü görsellik sadece Batı uygarlığına özgü değildir; bütün medeniyetlerde görsellik, görselliğin farklı görünümleri mevcuttur. Sözgelişi, Çin medeniyeti, görselliğin, resim sanatı, operet, müzik ve tiyatro sanatları üzerinden zirveye çıktığı medeniyetlerden biridir. Yazısı, yazılı kültürü bile görseldir Çin medeniyetinin.
Ayrıca bilincin tarihini, görsel, yazılı ve işitsel kültür olarak tarif edenler sadece Batılılardır. Bu ayırım, başka medeniyetleri açıklamak için kullanılamaz.
Dolayısıyla Batı'da, heykelde, resimde, bütün plastik sanatlarda ve hatta edebiyatın diğer belli başlı türlerinde antikiteden 19. yüzyıla kadar görülen, bugün popüler kültüre de damgasını vuran şey, görselliği bir yığın dolayımlama süreçlerinden geçirerek göstermeci kaygıyla kullanan, logosentrizmin / mantık-merkezciliğin, dolayısıyla antroposantrizmin / insanın tanrılaştırılması sürecinin hâkim olduğu kontrol ve kolonize etme güdüsüdür. Yani ontolojik güvensizlik sorunu yaşayan Batılı insanın araçları –kontrol etmeyi- amaç katına yükselten, form'u norm hâline getiren epistemolojik (dolayısıyla yanılsatıcı) güvenlik alanlarını genişletme kaygısı, hatta histerisi.
Klasik Hollywood ya da popüler sinema, görüntülerle kurulur ve doğrudan değil, yeniden-sunuma, dolayısıyla dolayımlamaya, Aristocu mimesis / yansıtma algısına dayanır. Bu yanılsatıcı yüzeysel dolayımlayıcı diliyle izleyiciyi de, hakîkati de varetmek yerine, izleyiciyi de, hakîkati de sunulan logosentrik / “inandırıcı” (göstermeci) öyküler anlatan hareketli resimlerle sınırlayan ve yok eden gerçeklik yanılsaması ideolojisine üzerinden işleyen (ve izleyiciyi “işleten”) bir sinemadır.
Batı uygarlığı, vision'a (hakikatin remzi ve ifadesi olan “görüntü”ye) dayanmaz; division'a (bölmeli, profan, kategorik, parçalı ve parçalayıcı zihin yapısına) dayanır. Çünkü Batı uygarlığı, normla form arasındaki ilişkide form'u önceler; amacı değil, aracı öne çıkarır; zamanla, formu veya aracı norm veya araç katına yükseltir: Bir şeyleri forma dökmeye çalışır; istediği formu elde edemediği zaman, reforma başvurur; sonuçta norm'u deforme etmekten, dolayısıyla her bakımdan kaos üretmekten kurtulamaz. Çünkü vision, kozmos'a götürür; division, kaosa sürükler. Nietzsche'nin dekadans dediği şey, tam da budur işte.
Özetle, Batılı bilinç, “görsel bilinç” üzerine değil, “görme” ve “gösterme” kaygısını eksene alan, Sevgili Dücane'nin “görsellik” dediği şeyle handiyse hiçbir ilişkisi olmayan, çok daha başka, bambaşka bir olguya dayanan, işaret eden bir bilinç üzerine inşa edilmiştir. Sevgili Dücane'nin de çok iyi bildiği gibi, Grekçe'deki “düşünmek” fiili “idea” sözcüğüyle karşılanıyor ve “idea”, etimolojik olarak “görmek” anlamına geliyor; ve bu sözcük semantik olarak, felsefî olarak ise “göstermek” gibi “kör gözüne parmağım” şeklinde “ürpertici”, hatta varoluşsal şiddet üreten bir süreci tetikleyen bir anlam kazanıyor.
Heidegger'e “düşüncenin, Socrates'le birlikte bittiğini” söyleten şey de, Socrates'le birlikte yaşanan temel sorunun varlığa “varoluşsal bir saldırı”nın gerçekleştiğini söyleten şey de aslında tam da bu “göstermeci” zihin yapısı, dolayısıyla fizik gerçekliği doğrudan göstererek gerçekliğin görünen'den, gösterilenden ibaret olduğu, mimesis / taklit üzerinden representasyona / yeniden-sunuma, yanılsamaya, sığ dolayımlama biçimine dayalı, hakikati keşif sürecini donduran sahte bir gerçeklik algısıdır.
Bu önemli tartışmaya Pazartesi günü kaldığım yerden devam edeceğim…
Yorum Yap