Dolar

42,6945

Euro

50,1592

Altın

5.898,49

Bist

11.311,31

Bir öncünün mümin olarak portresi

16 Yıl Önce Güncellendi

2011-03-07 08:34:24

Bir öncünün mümin olarak portresi

Yıl 2003... Bir sonbahar mevsimi... Havada bulut yok... Ama bir ışık var yine de, yeryüzünü aydınlatan... Hafif rüzgâr esiyor... Akşamüzeri... Altınoluk'ta, deniz kıyısında, üfül üfül esiyor rüzgâr...

Bahçenin hemen girişinde sol taraftaki Hamidiye Camii'nin (neden Hamidiye Camii, peki?) yanından geçerek bahçenin sağındaki parti binasına geçiyoruz mihmandar arkadaşın eşliğinde... Kapıda karşılıyor beni içtenlikle ve güler yüzle: "Hoşgeldiniz Yusuf Bey Kardeşim! Safalar getirdiniz! Buyurunuz" diyerek 12 kişilik bir masanın uç köşesine oturtuyor, kendisi de karşıma geçiyor...

İçeride ulvî bir hava var... L formunda görece büyükçe bir salonun sağ tarafındaki masanın ucunda, kıbleye bakan yönünde camdan büyükçe ve etkileyici bir Kabe-i Muazzama maketi; duvarda ise devâsâ bir Mescid-i Nebevî fotoğrafı yer alıyor... Masanın sağ tarafındaki duvar, boylu boyunca tavana kadar kitaplarla dolu bir kitaplıkla donatılmış... Masanın sol tarafındaki büyükçe boşluk alan, mescid işlevi görecek şekilde seccadelerle tefriş edilmiş... Nezih, estetik ve sade seccadelerle... Bu salonda masada toplantı yapılıyor, yemek yeniyor ve vakit geldiğinde de hemen yan tarafta Rabbe yöneliniyor... İlk gördüğümde bu manzarayı çok etkilenmiş ve "işte hâlis muhlis mümin lider böyle olur" demiştim...

Akşam ezanı okunuyor yandaki Hamidiye Camii'nden... Birer çorba içiyoruz... Tam sekiz saat sürecek iki kişilik beyin tutuna başlamadan önce akşam namazına geçeceğiz... Namazdan sonra arkasında bir arkadaşın sürekli boş kağıt uzatacağı, onun soracağı benim cevap vereceğim, onun soracağı benim kan ter içinde kalırcasına cevap vereceğim yorucu bir maraton başlayacak... Yeni bir medeniyet tasavvurunun anlam haritasını, yol haritasını çıkaracağız... 40 küsur sayfaya yakın not alacak... Not aldığı kâğıdı geometrik şekiller oluşturacak şekilde özenle kullanacak...

Akşam namazını 20'ye yakın kişiyle dışarıda, denizin kıyısındaki hasırlar üzerinde cemaatle kılıyoruz... Denize açılıyoruz adeta... Üfül üfül esiyor rüzgâr hâlâ... O imamın arkasında... Huşû içinde, başı sağa hafif eğik vaziyette... Kafasında beyaz Türk usûlü sade bir takke var... Hayatımda büyük haz alarak, huşû ile kıldığım nâmütenâhî arındırıcı namazlardan biri bu...

* * *

Yıl 2004... Televizyonda hazırladığımız Arif Nihat Asya'nın na't'ını haberlerden önce yayına yetiştirmeleri için arkadaşlara son "talimatları" veriyorum. "Haberlere yetişmesi çok zor" diyor arkadaşlar... Bende de büyük bir heyecan var yaptığımız na't'ten ötürü... "Mutlaka girmeli bu na't" diyorum ve son noktayı koyuyorum...

Haberlere 5 dakika kala na't giriyor... Tam o sırada, Ankara'da yukarıda tasvir ettiğim salondaki masanın etrafında benim kellemi almak için bir toplantı yapılıyor... Bunu o toplantıda bulunan bir dost anlatacak bana daha sonraları... Kellemi isteyen ağabeyimiz, "görelim şu bizim Yusuf'un marifetlerini" diyerek televizyonun kumandasına basıyor... Ve birdenbire gerçekten çok etkileyici, insanın tüylerini diken diken eden rahmetli Sacit Onan'ın o derûnî sesiyle na't dönmeye başlıyor... Salondaki herkes pür dikkat kesiliyor, na'tı izliyor büyük bir coşkuyla, hasretle ve memnuniyetle... O'nun, o öncünün gözlerinden damla damla yaşlar akıyor...

Ve toplantı yapılmadan bitiyor o ânda...

* * *

O'nu ağlarken görmedi Türkiye... Ben gördüm... Birkaç kez gördüm...

Yıl 2006... Bu kez, mevsimlerden yaz... Millî Gazete'de geldiğinde oturduğu odasında tıklım tıklım dolu bir toplantı yapılıyor uluslararası millî görüş sempozyumuyla ilgili olarak... Toplantı bitince bana "Yusuf Bey Kardeşim siz kalın lütfen" diyor ve tam karşısına oturtuyor... 5-6 kişiyiz yalnızca... Ve cebinden bir mektup çıkarıp okumaya başlıyor...

Ben de o sıralarda zor durumda olan televizyondan ötürü yardım etmediği için çok kızgınım kendisine... Samimiyetinden şüphe etmeye başlıyorum... Benim gibi hiçbir dünyevî derdi olmayan, para pul derdi olmayan, yalnızca Allah rızası için yaşayan ve yaptığı işi bu doğrultuda en iyi şekilde yapmak için gecesini gündüzüne katan, kendisinin de kaç kez bizzat şahit olduğu, takdirlerini, tebriklerini ilettiği birine "neden yardım etmez bana ki", diye öfkeleniyorum ve samimiyetinden şüphelenmeye başlıyorum...

İşte o odada, beni tam karşına oturttuğu odada, 26 yaşındayken Almanya'da doktora yaparken, Hoca'sının davetli olduğu ama kendisini gönderdiği bir sempozyumu anlattığı tastamam 24 sayfalık bir mektubu okumaya başlıyor başından itibaren... Mektubu Mehmet Zahit Kotku Hazretlerine yazmış...

Toplantı, İslâm'a, Hz. Peygamber'in (sav) değerli eşlerine, validelerimize yapılan hakaretlere sahne oluyor. O, çıkıyor kürsüye ve gerekli cevabı, herkesi susturacak ve teskin edecek şekilde veriyor... Mektubun tam ortalarına geldiğinde, Hz. Aişe validemize yapılan hakaretleri anlattığı bölümde, kendini tutamıyor, hıçkırarak ağlamaya başlıyor... Donup kalıyoruz... Mektubu okumayı orada kesiyor, okuyamıyor, birkaç kez okumaya çalışıyor ama devam edemiyor artık ve bir arkadaşa "bu mektubun fotokopisini çıkarın ve aslını Yusuf Bey Kardeşim'e verin" diyor...

Neye uğradığımı şaşırıyorum... Yaşanan bu manzara manen ve vicdanen perişan ediyor beni... "Aklını başına devşir evlat" diyorum kendi kendime tam oracıkta...

Not: Bugünden itibaren bu sütunda Pazar, Pazartesi ve Cuma günleri sizlerle beraber olacağız...

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Haber Ara