Ceza yargılamasında kilit kavram 'vicdani kanı'dır. Neden?
Çünkü, vicdan, göremediğimiz, ama ahlak ve adalet alanında güvendiğimiz biricik varlıktır. Sürekli yargıda bulunur; insanı yönlendirir.
Çünkü, temiz bir 'vicdan, en yumuşak yastıktır' (İncil); 'bin kılıca bedeldir' (Bonaparte). 'Kötülükler, vicdanın göz ardı ettiği ürünlerdir' (Disraeli).
Çünkü, 'vicdanın buyruğunu dinleyen insan, yorulmaz' (Bacon) ve kolay yanılmaz.
Çünkü, 'vicdan, adaletten (ve de Pascal'ın anlatımıyla 'insana özgü uzman mahkemelerden') daha güçlü olduğundan, kimi zaman kendini bile yargılar ve mahkûm eder' (Kant). Dünya tarihi, bir bakıma vicdani yargı(lama)ların tarihidir.
İşte bu nedenlerle yargılama hukukunda adalet dağıtımı, içimizdeki 'Tanrı'nın sesi olan' (de Lamartine) bu en büyük yargıca teslim ve emanet edilmiştir.
Vicdani kanı/yargı kavramının yapısıyla ilgili kural şudur: 'Yargıcın vicdani kanısı', özünde bir 'gerçeklik yargısı'dır.
Peki, vicdanın gereksinmesi ne(ler)dir?
Akıl, sağduyu. Vicdan, ne öğrenim ister, ne de uzmanlık.
Yargılamanın hangi evresinde işlev görecek vicdan?
Duruşmada.
Niçin?
Gerçekleşen olayla/eylemle ilgili kanıda/yargıda bulunmak için.
Özetle vicdani kanı yargısı, sadece duruşma denilen 'öğrenme' (cognizione) yargılamasının yapıldığı aşamada oluşturulabilecek; duruşma dışında asla oluşturulamayacak ve oluşturulmaya da kalkışılamayacaktır.
Bu yüzden yargılamanın en yaşamsal iki kavramından birincisi, 'vicdani kanı yargısı'dır.
İkincisi de, buna bağımlı olarak olayın olabildiğince gerçeğe uygun olarak yeniden yaşanmasını sağlayan 'duruşma'dır.
Her yargılama, her zaman, doğru ya da yalan olmak üzere iki yanlı, iki olasılıklı, birbirine karşıt, ama taraflar ve yargıç için ortak bir 'kuşku'yla başlar.
İşte bu kuşku, sadece duruşma sürecinin sonunda tarafların da katkılarıyla ortaklaşa yenilecektir.
Eğer, duruşma denilen laboratuar sağlıklı verilere dayanmış, aygıtlar sağlıklı çalışmışsa, kuşkulu durum, tutarlı biçimde çözülecek; suç denilen olayın işlenip işlenmediği gerçekçi biçimde saptanacaktır.
Demek, vicdani kanı/gerçeklik yargısı, budur.
Bu yargı, mantıktaki küçük önermenin karşılığıdır.
Doğru saptanışsa gerisi kolaydır.
Dikkatinizi çekmek isterim.
Yargıç bu aşamaya kadar, bir hukukçudan çok sade bir insandır. Mantıklı, sağduyulu bir insan. O kadar.
Çünkü bu saptamayı yapabilmek için hukuk öğrenimine gereksinme yoktur.
Katılımcı demokrasinin gereği olarak halk adına yargılama yetkisini yürüten ve halkın yargı(lama) erkindeki temsilcisi olan jürilerin varlık nedeni ve temel dayanağı da işte budur.
Duruşma sonunda iddianın gerçekleştiği saptan(a)mazsa, daha sonraki aşamalara geçilmeyecek, aklanma kararı verilecektir.
Bu yüzden ille de hukukçu/uzman yargıç aramaya gerek yoktur.
Jürili yargılamalarda yapılan da budur ve doğrudur.
Jürinin bulunmadığı davalarda ise elbette bu konuda uzman/hukukçu yargıç da, sade yurttaş olarak, insan-yargıç olarak karar verebilir.
İddia edilen olayın gerçekleştiği saptanırsa, saptanan olaya ilişkin küçük önerme, hukuk normlarına ilişkin büyük önermelere göre değerlendirilecek; olay hakkında hukukun tanısı konacak, hukukun ne dediği söylenecektir: Sahtecilik, hırsızlık, dolandırıcılık gibi.
İşte bu aşamada hukuk öğreniminden geçmiş uzman-hukukçu yargıca gereksinme vardır.
Kuşkusuz bu tanıyı koyarken, tarafların görüşleriyle bağlı değildir, yargıç.
Toplu yargıçların katıldıkları bir yargılama söz konusu ise, tanı gizli görüşmede konulacak, açık yargılamada bildirilecektir.
İlk yargıda (mahkeme) vicdani kanı yargısı, ilkelere uyularak ve doğru biçimde oluşmuşsa, hukuksal tanı yanlış bile olsa, üst (istinaf) ve son yargıda (yargıtay) kolayca düzeltilebilir.
Ancak, laboratuar sağlıksız verilerle, sağlıksız aygıtla çalışmışsa, kısaca ilkelere uyulmamışsa vicdani kanı yargısı yanlış olacak, hiçbir aşamada düzeltilemeyecektir.
Demek önemli olan, vicdani kanı/gerçeklik yargısıdır.
Bu yanlışsa, her şey yanlış olacaktır; yanlış olmaya mahkûmdur.
Bu yanlışın hukuktaki adı, 'yargısal yanılgı' (adli hata)dır.
Yargısal yanılgı, insanlara özgü bir yargılama gerçeğidir.
Bu açıdan her yargılama, bağrında bir 'Dreyfus davası' olasılığını barındırır.
Bu olasılığın gerçekleşmemesi, vicdani kanının sağlıklı oluşabilmesi için, sağlıklı bir duruşma düzeneğinin işletilmesi zorunludur.
Bu yüzden hukukta bütün yargılama normları, 'duruşma evresi'nin en yetkin, en sağlıklı biçimde gerçekleştirilmesi için ádeta seferber olmuşlardır.
Temel kural şudur: Vicdani kanı, hukuka uygun olarak elde edilmiş ve sadece duruşmada tarafların ve yargıcın bilgisine ve tartışmalarına özgürce sunulmuş ve kendilik niteliğini taşıyan kaynak kanıtların özgürce değerlendirilmesiyle oluş(turul)acaktır.
Ancak özgürce değerlendirme demek, başına buyruk bir etkinlik demek değildir, kuşkusuz.
Bu etkinlik bir dizi ilkeyle sınırlanmıştır.
Her şeyden önce vicdani kanı yargısının temeli olan 'tekelcilik ilkesi' çevrime girer.
Hem de iki boyutuyla.
Tekelcilik ilkesinin birinci boyutu, yöntemle ilgilidir: Duruşmaya taşınmamış, tarafların bilgisine sunulup tartışılmamış hiçbir kanıt, yargıç tarafından gözetilem(e)yecek ve değerlendiril(e)meyecektir (Ceza Yargılama Yasası, [CYY], m. 217).
Tekelcilik ilkesinin ikinci boyutu, vicdani kanı yargısının aidiyeti ile ilgilidir: Vicdani kanı (yargısı), sadece ve sadece duruşmada hazır bulunan yargıcın kendi kanısıdır/yargısıdır. Onun, bunun, ötekinin değil. Hatta hangi yargı katında olursa olsun, duruşmada bulunmayan yargıçların da değil. Tersi olsaydı, dolaylı yollardan, yani bir başka yargıcın gözüyle, kulağıyla, düzenlediği tutanakla kanıtlarla ve taraflarla ilişki kurulmuş, önyargılı ve sağlıksız bir vicdani kanı oluşturulmuş olurdu.
Bunu engellemek için CYY'ler, bir oturumda bitmeyecek duruşmalarda, 'yedek yargıç' kurumunu öngörmüşlerdir (Eski CYY, m. 381/2, Yeni CYY, m. 188/3).
Demek, vicdani kanı yargısı duruşma dışından gazel okuyanların yargısı değildir.
Hukukçu olan da olmayan da lütfen bunu hiç unutmasın.
Star
Yorum Yap