Dolar

42,7880

Euro

50,2044

Altın

5.943,31

Bist

11.335,05

İslamcılar ölüm orucuna nasıl bakıyorlar?

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-11-12 10:14:42

İslamcılar  ölüm orucuna nasıl bakıyorlar?
Sözlüksel anlamıyla, açlık grevi, katılımcılarının politik protesto davranışları olarak ya da diğerlerinde suçluluk duygusu yaratmak için genellikle bir yasanın değişmesi gibi belirli özel amaçlarda başarılı olmak için geliştirilmiş şiddet içermeyen bir direniş yöntemidir. Herhangi bir tutum, davranış, uygulama veya olayı benimsemediğini göstermek ya da bazı isteklerini yetkili kişi veya makamlara kabul ettirmek için su, tuz ve şeker dışında vücudun ihtiyaç duyduğu besin maddelerini almayarak aç kalma esasına dayanan bir protesto yöntemidir. Yemek yememe grevidir. 1991 tarihli Malta Bildirgesi'nde açlık grevi, "zihinsel olarak ehliyetli ve kendi iradesiyle açlık grevine karar vermiş kimsenin belirli bir zaman için yiyecek ve/veya sıvı almayı reddetmesi" şeklinde tanımlanmıştır.

Açlık grevi eyleminden farklı olarak, ölüm orucu eyleminde hiçbir gıda alınmaz. Genellikle açlık grevi eylemiyle sonuç alınamadığında, daha etkili bir eylem biçimi olduğu düşünülen ölüm orucu eylemine geçilir. Açlık grevleri süreli veya süresiz şekilde olabilir.

Tarihte kayıtlı ilk açlık grevi eski Hindistan’da yapıldı. Sürgüne gönderilen Kral Rama’nın ülkesine dönebilmesi için eyleme başlayan kardeşi amacına ulaşamadı ama bir protesto biçimi olarak açlık grevi zaman içinde yerleşti. Öyle ki Hıristiyanlık öncesi İrlanda’da yasallaştı. Adaletsizliğe uğrayan bir kişi açlık grevi yapıp öldüğünde suçladığı kişi ya da makam, eylemcinin borçlarını üstlenmek zorundaydı.

20. yüzyılın başlarında İngiliz hapishanelerindeki süfrajetler ( 20. yy’ ın başlarında Büyük Britanya ve ABD’de pasif direniş, kamu toplantılarını bölme, açlık grevi yapma gibi yollarla kadınların seçme ve seçilme hakkını savunan, az çok organize olmuş radikal kadın hakları savunucuları süfrajet olarak nitelendirilmiştir) sık sık açlık grevi yapıyorlardı. (Bunlardan ilki 1909 yılında Marion Dunlop tarafından başlatıldı. Yetkililer O'nun bir kahraman olmasını istemedikleri için serbest bıraktılar. Diğer süfrajetlerde açlık grevine başladılar. İngiliz yetkiler tarafından, süfrajetlerin şiddetin bir türü olarak gördükleri zorla besleme uygulaması başladı. Mary Clarke, Jean Hewart, Katherine Fry ve birkaç kişi daha zorla beslenmekten öldü.

Açlık grevlerinin ilk önce Rus hapishanelerinde başladığını söyleyenlerin sayısı da az değildir.

Politik anlamda açlık grevleri denilince İrlanda Kurtuluş Ordusu İRA’nın açlık grevleri gelir. Açlık grevi İrlanda toplumunda uzun bir geçmişe sahiptir. Yaşanılan bir haksızlığa karşılık hissettikleri nedeniyle yetkililerin dikkatini çekmek ve böylece onu bir çözüme zorlamak için erken İrlanda toplumunda toplumun ortak bir özelliğiydi. Taktik 1917 yılında İrlandalı Cunhuriyetçiler tarafından ve daha sonra 1920'lerde Anglo İrlanda Savaşı sırasında kullanıldı. Cumhuriyetçiler tarafından 1917 yılında yapılan açlık greviThomas Ashe'nin Mountjoy Cezaevi'nde İngilizler tarafından zorla beslenerek ölümüyle karşılık buldu. 1920'de Cork belediye başkanı Terence MacSwiney, Brixton Cezaevinde açlık grevindeyken öldü. Diğer iki Cork IRA mensubu Joe Murphy ve Michael Fitzgerald ile aralarında Monaghan yerlisi Conor McElvaney'inde (79 gün sürdü) bulunduğu bir grup bu protesto sırasında açlık grevinden öldü. 11 Ağustos'dan 12 Kasım 1920'ye kadar Cork Cezaevi'nde John ve Peter Crowley, Thomas Donovan, Michael Burke, Michael O'Reilly, Christopher Upton, John Power, Joseph Kenny ve Seán Hennessy tarafından başlatılan 94 gün sürelik grev zorla besleme olmadan açlık grevinde dünya rekoru olarak Guinness Rekorlar Kitabı'na geçti. Arthur Griffith; MacSwiney, Murphy ve Fitzgerald ölümlerinden sonra greve son vermiştir.

Son dönemlerde dünyadaki açlık grevleri içerisinde en dikkati çeken ise Guantánamo Cezaevi’ndeki açlık grevi olmuştu. 2005'in ortalarındayken Amerika Birleşik Devletleri tarafında Guantanamo Körfezi'nde gözaltında tutulan ve her türlü işkenceye uğrayan, yargılanmayan Müslüman mahkumlar açlık grevi başlattı. The New York Times 9 Şubat 2006'da Guantanamo'daki açlık grevi yapanların günde bir saat sandalyelere bağlanıp zorla beslendiğini ve bir intihar girişimi olarak yiyecekleri kusmalarının engellendiğini bildirdi. Bir subay 11 Eylül 2005'de grevcilerin sayısının 131 civarına ulaştığını söyledi. Bir grevcinin ölmesi halinde yaşanılacak uluslararası etkinin endişeleri bildirildi. Tutukluların avukatları, yöntemlerin acımasız ve insanlık dışı olduğunu ve mahkûmları soğuk hava depolarına koyulması gibi, zorla yapılan uygulamaları belirtti.

Türkiye cezaevlerinde 12 Eylül 2012 günü 63 PKK VE PAJK davası mahpusları tarafından “Abdullah Öcalan'ın sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının yaratılması, anadilde savunma ve eğitim hakkının tanınması” talepleriyle başlatılan süresiz ve dönüşümsüz açlık grevleri bazı mahpuslar tarafından ölüm orucuna dönüştürüldü. Şu an yaklaşık 70 cezaevinde açlık grevinde ve ölüm orucunda olan insanlar var. Bu ölüm orucu Türkiye’nin hapishaneler tarihinde bilinen sekizinci ölüm orucu. Bu ölüm oruçlarının ilki 1950’de Nâzım Hikmet tarafından gerçekleştirilir ancak ölüm orucunun Türkiye’nin gündemine asıl girişi hapishanelerin işkencelerle anıldığı 1980’li yıllarla beraber yaşanır. 12 Eylül askeri darbesinin ardından 1982 ve 1984 yıllarında yapıldı. Diyarbakır Cezaevi'nde 4 bini aşkın siyasi tutuklu sistematik işkenceye karşı ölüm orucu eylemi başlatmıştı. Bir diğer ölüm orucu eylemi ise F tipi cezaevlerine tepki olarak başlatılmıştı

Açlık grevlerinin islamda yeri varmıdır? Ölüm orucu caiz midir?

Ölüm Orucunun İslam inancına göre caiz olup olmadığı ile ilgili olarak esas tartışma Fethullah Gülen Hocaefendi’nin basına yansıyan bir demeci ile başladı. Ölüm orucunu "tedrici intihar" olarak vasıflandıran Gülen, "Şayet, Allah'a inanılıyorsa, Peygambere inanılıyorsa, Allah'tan gelen semavî kitaba inanılıyorsa, 'ölüm orucu' tedrici intihardır. Bunu yapanlar, kendi kadr u kıymetlerini bilememiş, Hak katındaki değerlerini kaybetmiş ve çöplüğe atılacak hale gelmiş olurlar." dedi. O insanları bu yanlış işten vazgeçirmek için yapılması gerekenlerin bir an önce ortaya konulması lazım geldiğine dikkat çeken Gülen, şu hususu dile getirdi: "Canlı bombaları o işten vazgeçirmek lazım. Ölüm orucuna niyet edenleri o işten vazgeçirmek lazım. Bunlar da topluma, bilhassa onlara söz geçirebilecek kanaat önderlerine, ilim adamlarına ve idare edenlere düşen birer vecibedir." Bazı kimselerin "Sana ne, adam ölüm orucuna niyet etmiş, ne karışıyorsun?" deyip itiraz edebileceğine de imada bulunan Gülen Hoca, "Herkes kendi karakterinin gereğini yapar.. ama neylersin, insanız. Ölene üzülürüz. O türlü levsiyat düşüncelerine sapanlar hakkında akıbetleri adına endişe duyarız, çünkü insanız!.."dedi.

Ölüm orucu intihar mı?
İnternet ortamında Ölüm oruçlarının dini hükmü ile ilgili sorulan bir soruya şöyle cevap verildi:

“Önce böyle bir harekete niçin ve ne maksatla teşebbüs edildiğine bakmak lâzımdır. Böyle bir davranış bir çeşit protestodur. Bir devletten veya kuruluştan normal yollarla hakkını alamayan kimseler, ümitlerini kesince açlık grevine giderek haklarını talep etmektedirler.

Evvelâ, böyle bir hak aramanın mantıkî ve meşru olmadığını belirtmek lâzımdır. Şayet meşru bir hak talep ediliyorsa, gayri meşru ve anormal bir yola başvurmak yersiz olur.

Böyle bir hareketin gayri meşru olduğu, yâni dinimizin tasvip etmediği şu şekilde anlaşılır: Ölüm orucuna başlayan veya başka bir tâbirle açlık grevine giren bir insan, birşey yeyip içmemektedir. Aç ve susuz kalan bir insan ise gün geçtikçe takâtten düşüp zayıflayacak, neticede ölüme gidecektir. İnsanın kendi kendini ölüme terk etmesinin, canına kıymasının diğer bir adı da “intihar”dır.

İntihar ise İslâmın kesinlikle haram saydığı bir harekettir. Çünkü bizi yoktan var eden, beden elbisesini giydiren, hayat gibi bir nimeti bahşeden Allah, bütün bunları biz insanlara bir emanet olarak ihsan etmiştir. İnsan bu emaneti korumakla, onu tehlikelerden uzak tutmakla mükelleftir.

Bu emaneti kendi eliyle tehlikeye atan insan Allah katında mes’ul duruma düşer.“Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın” (Bakara Sûresi, 195) buyuran Yüce Rabbimiz; insanın hem maddî, hem de mânevî hayatını her türlü tehlikeden korumasını emretmektedir.

Bunun için, insanın ölmeyecek kadar birşeyler yeyip içmesi farzdır. Çünkü bedenimiz, ancak yeyip içmekle ayakta durabilir, hayatiyetini devam ettirebilir. Bu farzı yerine getiren insan büyük bir sevap kazanır. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz, “Şüphesiz, Allah helâl olan herşeyden dolayı mükâfat verir. Hattâ kulun ağzına götürdüğü lokmada bile sevap vardır”buyururlar. (Mecmau’l-Enhur, 2/524)

Bu âyet ve hadisten şu hüküm çıkmaktadır:

“Bir kimse yemeyi ve içmeyi terk etse ve bu sebepten de ölse Allah’a karşı isyan etmiş, âsi olmuş olur.” (Mecmau’l-Enhur, a.y.)
“Yemeye, içmeye gücü kudreti olduğu halde ölünceye kadar aç kalan kimse günahkâr olur.” (el-Feteva’l-Hindiyye, 5/338)
Bilindiği gibi, dinimiz domuz eti ve hayvan leşi yemeyi, içki içmeyi yasaklamıştır. Fakat insan muztar durumda kalır, yiyecek içecek birşey bulamazsa, ancak ölüm tehlikesini atlatacak kadar, haram sayılan bu maddelerden yeyip içebilir. Böyle bir durumda kalan, yani hayatî tehlike geçiren bir insan bu çeşit haram sayılan yiyecek ve içecekleri bulur da yemezse yine mes’ul duruma düşer. Muteber fıkıh kitaplarımızdan El-Feteva’l-Hindiyye’de bu hususta şöyle bir fetva bulunmaktadır:

“Bir kimse şiddetli açlık hâline düşer, leş gibi haram sayılan bir yiyecek bulur da yemez veya hiçbir şey yemeyerek oruç tutarsa, günahkâr olur.” (el-Feteva’l-Hindiyye, a.y.)

Yine kul hakkını yemenin haram olduğunu biliyoruz. Fakat açlıktan dolayı ölüm tehlikesine maruz kalan bir insan, başkasının elindeki bir yiyeceği içeceği alıp yiyebilir, içebilir. Aynı kaynakta şöyle denir:

“Bir kimse şiddetli açlık veya susuzluk çekerken yanındaki arkadaşında bir yiyecek ve içecek olsa da vermese, onunla kavga yapar, zorla alır, tehlikeyi giderir.” (Mecmau’l-Enhur, 2/528)
Aynı şekilde dilenmeyi dinimiz haram kılmıştır. Fakat açlık tehlikesi geçiren bir insan dilenmeye tâkati olduğu halde kimseden bir yiyecek istemeden ölürse yine günahkâr olur. Çünkü kendi eliyle canını tehlikeye atmış olmaktadır.

İşte bu saydığımız sebeplerden dolayı, bir insan herhangi bir sebeple açlık gerevine girse, ölüm orucu tutsa, hayatını tehlikeye atmış olacağından mes’uldür. Bir nevi intihar sayılacağından, haram olan bir hareket işlemiş demektir.

Son yıllarda ülkemizde de örneğini gördüğümüz bu hareket Avrupa’dan gelen bâtıl bir âdetten başka bir şey değildir." deniliyor

DİNDAR KESİM ÖLÜM ORUÇLARINA NASIL BAKIYOR

Dindar Kesimin ölüm oruçları için çok yüksek ses çıkardığını söylemek gerçekçi olmaz. Bir kısım dindarlar “kendileri karar vermiş, ne halleri varsa görsünler” düşüncesinde, bir kısmı “Onların bu yaptığı yanlış biz iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak durumundayız” diyerek bu duruma seyirci kalınmamasını ve inisiyatif alınmasını isterken, bir kısmı da bizim konuşmamıza gerek yok zaten Erdoğan konuşuyor diyerek tavırlarını belli ediyorlar.

MEHMET BEKAROĞLU:Ölüme gideni görmezden gelmek günahtır!
Mehmet Bekaroğlu Vatan Gazetesi'ne verdiği röportajda kısaca şunları söyledi:

Yıllardır rüyalarına giriyor o korku dolu günler... Ölenler rüyalarında, hayatta kalanlarla, nasıl bir hayatsa geride kalan, görüşmeye devam ediyor! Onları tedavi etmeye çalışıyor, tam 12 yıldır terapilerle... “Ölüm orucundan çıkan bir insan artık yarı insandır” diyor. Daha fazlasını konuşmak istemiyor. Ama ben ısrarla soruyorum, “50 günlük açlık grevinden sonra bir insan ne hale gelir?” diye, bir gazeteci olarak aynı hatayı yapıp günaha girmemek için! Başlıyor anlatmaya; “Kaslar erimeye başlar... Derin bir aseton kokusu yayılır ağızdan. Önce kendisi duyar bu kokuyu kişi, sonra çevredekiler. Ardından ağrılar başlar. Ağrı ama bildiğiniz ağrı değil. Ayakta duramazsın, yatağa uzanamazsın, uyuyamazsın. Her tarafın acır! Erir insanlar mum gibi; 60 kiloluk bir kadın, 30 kiloya düşer... Bu kilolar geri alınabilir belki, ama mesele beyindedir. Beyni yemeye başlar vücut. Hücreler ölür, bir daha da geri gelmez. İşte o yüzden bu insanlar yaşasalar da artık yarı insandır!”

Sayın Erdoğan’ı tanıyorum. Üzerine çok gitmişimdir siyaseten. Ama o bazılarının dediği gibi vicdansız, vicdanı kara biri değildir. Bir de yakın geçmişte bu konuyla ilgili yaptıkları var. Sayın Erdoğan değil midir, açılımı başlatan. Habur fiyasko oldu ama dağdan gelişleri başlatan? Onun emriyle olmadı mı Oslo görüşmeleri? Daha dün “Gerekirse İmralı’ya müsteşarımı gönderirim” diyen o değil mi? Kürtçe televizyonu açtıran o değil mi? Ana dili seçmeli de olsa okullara koyduran o değil mi? Büyük olaylardır bunlar, kim ne derse desin. Tamam, yetmez ama bunları yaptıran Sayın Erdoğan değil mi? Şu andaki taleplere bakalım; Öcalan’ın tecridinin kaldırılması, ana dilde savunma ve eğitim hakkı. Ama Öcalan’a tecrit isteği hep yanlış şekilde propaganda ediliyor. Sanki Öcalan’a özgürlük isteniyor gibi.

“Hiç kimse yok ölüm orucunda” dedi ya Başbakan! Ona inat yapıyorlar bunu. İşte bu yüzden diyorum ki, Müslamanlar neredesiniz? Tabii ki insan demek, vicdan demek... Gayrimüslümler de insan. Onların da vicdanı var, onlara da sesleniyorum. Ama geniş bir kesimin, Müslüman aydınların, yazarların,milletvekillerinin, sivil toplum kuruluşlarının, tarikatların çıkıp bir şey söylemeleri gerekiyor. Başbakan’ın yolunu kesmeleri, onu durdurmaları ve “Biz bu ölümleri kabul etmeyiz Sayın Başbakan” demeleri gerekiyor. Müslümanlar nerede? Neden bu kadar duyarsız hale geldiler?

Sosyal medyada yazıyor adam. Belli ki Müslüman. Nereden belli öyle olduğu? Çünkü diyor ki, “Efendim ölüm orucu intihardır. Müslüman intihar etmez.” Sonra diyor ki, bunu aktarırken bile çok utanıyorum ama “Sırrı Sakık’ın oğlu intihar etti. Gebersin. Kendisi de ölüm orucu tutsun, gebersin. Ölüm oruçlarını teşvik edelim, gebersinler!” Bunu sokakta genç bir delikanlı söylese anlayabilirim. Ama koca koca insanların, Müslümanların bunu yapması kabul edilemez bir şey. Müslüman vicdan iktidarla köreldi. Sattılar vicdanlarını...


ALİ BULAÇ: "Beden bize ait değildir, onun üzerinde tasarrufta bulunma biçimi ve kuralları bedeni Yaratan’ın çizdiği sınırlar dâhilinde olmalıdır."

Zaman Gazetesi Yazarı Ali Bulaç, ölüm oruçları ile ilgili yazdığı makalesinde “Beden bize ait değildir, onun üzerinde tasarrufta bulunma biçimi ve kuralları bedeni Yaratan’ın çizdiği sınırlar dâhilinde olmalıdır.” Diyerek şöyle yazıyor:

“Bir siyaset aracı olarak ölüm orucunu en etkili biçimde kullanan Mahatma Gandhi olmuştur. Gandhi, donanımlı İngilizlere karşı askerî güçle karşı koymanın mümkün olmadığına kanaat getirince, batılı kıyafetlerini çıkarıp Hind fukarası kimliğine büründü ve öylesine etkili bir mücadele tarzı geliştirdi ki, İngilizler sonunda pes etmek zorunda kaldı. Herkese çıkırık kullanmalarını, kadim Hind çilecileri gibi yaşamalarını önerdi. İngilizler çıkırıkla kumaş dokumasınlar diye 40 bin Hindli ustanın ellerini bileklerinden kestiler, ama engel olamadılar. Ölüm orucu Hind’e özgü yöntemlerden biriydi. Hiç kuşkusuz Gandhi’nin amacı ölmek değildi, onun hayatı da İngilizlerin umurunda değildi. Ancak Gandhi, milyonları mobilize edebiliyordu ve her seferinde ona hayli kalabalık bir kitle katılıyordu. Hind Müslümanları ölüm orucuna yatmadılar, karşı da çıkmadılar, bazen sembolik olarak eşlik etmekle yetindiler. Çünkü İslam dini açısından ölüm orucu haramdır. Sebebi açık: Beden bize ait değildir, onun üzerinde tasarrufta bulunma biçimi ve kuralları bedeni Yaratan’ın çizdiği sınırlar dâhilinde olmalıdır. Bu yüzden intihar, zina, kürtaj yasaklanmıştır. Gayrimeşru işlerde kullanılan organlar Din Günü’nde sahibinin aleyhinde şehadet edecek ve “Niçin bizi suç ve günah aleti şeklinde kullandın?” diye davacı olacaklar. Esasında Hıristiyanlıkta da öyledir. Matta 5. Bab’da zikri geçen Dağ Vaazı’nda Hz. İsa’nın şöyle hitap ettiği yazılır: “Eski zaman adamlarına ‘zina etmeyeceksin’ denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer sağ gözün sürçmene sebep oluyorsa, onu çıkar ve kendinden at. Ve eğer sağ elin sürçmene sebep oluyorsa, onu kes ve kendinden at, çünkü senin için azandan birinin yok olması bütün bedeninin cehenneme gitmesinden iyidir.”

Dinî hüküm buysa da ortada “insanî” bir durum vardır. Siyasî yanı bir kenara, ölüm oruçları sonucunda her gün onlarca kişinin ölmeye başlaması vahim bir durum olur. Hepimiz bu insanları bu ölüm yolculuğundan vazgeçirmek için elimizden geleni yapmalıyız. “Siyasî” yönünden çok “İslamî ve insanî” boyutu üzerinde durmak zorundayız. “Ne halleri varsa görsünler” demek tahrikle ölümleri hızlandırmak olur, bu da sorumluluktur…”

YASİN AKTAY: "Öcalan'ın idamı için birileri açlık grevi yaparsa ne yapacağız"


Yeni Şafak Yazarı Yasin Aktay’da ölüm oruçlarının Öcalan için yapıldığını Öcalan’ın da kılını kıpırdatmadığını ifade ediyor ve düşüncelerini şöyle özetliyor: “Yarın bir başka grup da Abdullah Öcalan'ın idam edilmesi için açlık grevi yapmaya kalkarsa, bir başkası da BDP'nin kapatılması ve milletvekillerinin de hapsedilmesini istemek üzere aynı şeyi yapmaya kalkarsa, ona karşı ne yapacağız? O amaçla yapılabilecek açlık grevlerine yatanları anlayışla karşılamaya ne kadar hazırız?” diyor.

CİHAN AKTAŞ: "ölüm orucundan kekeme bir dille anlamlar üretmeye, politikalar geliştirmeye çalışması, kime hangi masum sebeple anlaşılır gelebilir ki."


Taraf Yazarı Cihan Aktaş ise kamplaşmaya dikkat çektiği yazısında özetle: “Cihan Aktaş:

Bir yanda başkasının tükenen canı üzerinden anlam üretmeye çalışırken apaçık kul hakkına giren vekillerin tırmandırdığı gerilim, diğer yanda ise bedenleri tükenen insanlar karşısında acilen bir şeyler yapılmasını talep edenlerin tutumunu bir menfaatle ilişkilendirme örneğinde son noktasına taşınan kara niyet... Hükümet bütün elinde olmayanlarla birlikte her şeye rağmen bir şeyler yapsın, yapabilir diye umuyoruz, beklediğimiz açıklama gelmiyor.

İnsanlar büyük acılar yaşadıkları için bir yerde yaşamaktan vazgeçmeyi göze alıyor, ölüm orucu yoluyla kendileri açısından değerli bir geleceğe katkıda bulunmayı umuyorlar. Ancak bu yolla mazlumlara, mağdurlara sundukları sahici bir umut ve direniş arzusu olabilir mi... Ölüm oruçlarından medet uman bir örgüt, yaşanmaya değecek bir hayat ve gelecek vizyonu önerebilir mi takipçilerine...

Birilerinin kendi bedenlerinden eksiltmeden sürmekte olan ölüm orucundan kekeme bir dille anlamlar üretmeye, politikalar geliştirmeye çalışması, kime hangi masum sebeple anlaşılır gelebilir ki...

Zamanında açılmış ve kanamaya devam eden, şifa götürmek üzere yaklaşılmayı bekleyen yaralardan biri, karşısında seyirci kaldığımız; Cumhuriyet’in kazanımları hanesine kaydedilemeyecek marazi bir bakışın eseri bir yara. AK Partili dostlar düşünmeli ki o mahkûmları canından bezdiren bir vatandaşlık ve tebaa algısı, bir dönemde partilerini omuzlarında yükselten kesimlere de kan kusturmuştur; hâlâ da tamamen sorgulanmamış bir algıdır bu.” Diyor.

HİLAL KAPLAN: Müzakere sürecinin önünü tıkamamalı

Yeni Şafak Yazarı Hilal Kaplan ise “Eğer, açlık grevlerine son verilmezse, Kandil'in sürdürdüğü strateji neticesinde sadece onlarca kişi hayatını kaybetmiş olmayacak. Müzakere kapısını açık tutan bir hükümet olmasına rağmen, barış imkânını kaybetmiş olacağız.” Diyerek müzakere sürecinin bu olayla kesintiye uğramaması gerektiğini ifade ediyor.

ÖZLEM ALBAYARAK: "Bizim vicdanımızı vicdansızlar mı ölçecek"

Ölüm oruçları ile dindar kesim içerisinde Yeni Şafak Yazarı Özlem Albayrak’ın yazısı belki de en çok tepki ve dikkat çeken yazı oldu. Albayrak “Bizim vicdanımızı, vicdansızlar mı ölçecek?” başlıklı yazıda

Cezaevlerindeki ölüm oruçlarıyla ilgili görüşler ikiye ayrılıyor: Bir kısım hükümetin bir an önce mahkumların taleplerini yerine getirmesi gerektiği, aksi takdirde canlarını korumakla mükellef olduğu insanların ölümünden sorumlu olacağı savını yürütüyor.
Diğer kesim ise, cezaevlerindeki PKK'lıların mahkum-hapishane koşulları ya da insani gerekçelerle ölüm orucuna yatmadığı, PKK'nın dışarıda öldürerek, içeride ise ölerek yani her koşulda "hayatı" bir silah haline getirerek devlete şantaj yaptığını, dolayısıyla ölüm oruçlarından doğacak her türden yükümlülüğün BDP-PKK ve avanesine ait olduğunu dillendiriyor.
Her iki görüşün de, hak verilebilecek ve verilmeyecek noktaları var.

Ama artık meseleye kuşbakışı yapmak ve tüm bunlardan daha önemli bir gerçekliği idrak etmek gerekiyor: PKK, cezaevlerindeki açlık grevlerinin ölümlerle sonuçlanacağını en baştan bilerek, stratejisini de tam açlık grevindeki PKK'lıların ölmesi üzerine kurarak, bu eylemin düğmesine bastı.

Neden derseniz, cezaevlerinde ölüme yatan insanların talepleri insani değil, siyasi. Ve bu siyasi talepler, "anadilde eğitim" gibi Türkiye'nin onlarca yıldır tartışıp da cevabını bulamadığı, üzerinde herhangi bir mutabakata varamadığı, bu kadar güçlü bir siyasi iradenin bile -istese dahi- ivedilikle karşılayamayacağı bal gibi ortada olan, hakikaten netameli konular...

Üstelik bu talepler meşru addedilse, açlık grevindekiler ölmeden birkaç gün içinde karşılanabilecek talepler olsa bile, yöntem sorunlu. Hiçbir devlet aklı, bir terör örgütünün şantajına boyun eğiyor görüntüsü vermek istemez…

Arap Baharı'ndan devşiremedikleri Kürt isyanını; açlık grevinde ölenleri sebep göstererek "Haklıyız devlet taleplerimizi karşılamadı" şeklindeki güya makul bir gerekçeyle, bir kez daha devşirmeye kalkışmak… Kürt halkını sokağa dökmek, çatışmaların çıkmasına sebebiyet vermek ve iki halkı karşı karşıya getirmek… Sonrası malum…

Çünkü, Kürt halkının onay ve iradesini yanlarına almadan, kendi başlarına kalkıştıkları "Demokratik Özerklik" ilanının nasıl bir fiyaskoya dönüştüğü ortada… Çünkü, Kürt halkının dindarlığını "yeniden inşa etmeye" ve Türklerle aralarındaki tek ortak paydayı (din) silmeye kalkıştıkları "Sivil Cuma eylemleri"nin de akıbeti ortada…

Sürekli can almakla eleştirilen bu yapının, öldüren kendisi değilmiş de devletmiş gibi göstermek amacıyla, kendi dava arkadaşlarını dahi "hükümete karşı haklı, dolayısıyla avantajlı konuma geçmek" gibi küçücük bir kazanç için, bile bile ölüm tarlasına sürebilmesi "vicdan"örneğiymiş gibi, ölüm oruçlarıyla ilgili hükümeti suçlamayan herkesi vicdansız ilan edivermeleri de ilginç…

Soruyorum, PKK'nın içinde ölüm olmayan bir eylemine şimdiye dek rastladınız mı? Kah kırsalda asker vurarak, kah şehirlerde molotof patlatarak, kah hapishanedeki mahkumları ölüme yatırarak, sözümona demokratik hak arıyorlar.
Üstelik Türk, Kürt ayrımı yapmadan…

Böyle mi vicdanlı olunuyor? Böyle mi insan hayatından/haklarından yana olunuyor? Böyle mi demokrat olunuyor?
Kusura bakmasınlar ama içinde, derinlerinde bir vicdan taşıyan hiçbir Türk ve hiçbir Kürt bunları yemiyor…” diyordu

MAZLUMDER: "Sessiz kalanlar pay sahibidirler"

Mazlumder ise yaptığı basın açıklamasında ölüm oruçlarının acilen sonlandırılması gerektiğini ifade ederek: Sivil Toplum Kuruluşları, Tüm Siyasi Kuruluşlar, Üniversiteler, Kanaat Önderleri, Medya, Meslek Örgütleri ve benzeri kurum ve kuruluşlar; olaya müdahale etmeyip sessiz kaldıkları için bu sorumlulukta pay sahibidirler.Hiçbir şey hayat hakkından daha değerli değildir.

“Kim bir kişiyi öldürürse tüm insanları öldürmüş gibidir. Kim de o canı yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur.”Kendi hayatını, siyasi talepler için bir tehdit aracına dönüştürüp ölüm orucuna yatıran ve tehlikeye atanlar, onları bu yönde teşvik edenler ve bunu bir mücadele yöntemine dönüştürenler,Sizler de büyük bir sorumluluk içindesiniz.

Cezaevlerinden çıkacak tabutlardan; Devlet tarafında bulunanlar, Kürtlerin hakları için mücadele edenler, bu eylemi teşvik edenler ve hayatına bu eylemle son vermeyi göze alanlar, hepiniz sorumlusunuz.Sivil toplum olarak bu konuda yeterli duyarlık göstermediğimiz için, toplum olarak sorunlarımıza sahip çıkmadığımız için hepimiz sorumluyuz. Meydana gelecek ölümlerin ve diğer olumsuz gelişmelerin vebaline tüm toplum hissesi oranında ortaktır.

Mazlumder olarak:
Sorunları çözme iradesi ve gücünü elinde bulunduran Hükümeti; Kürt Sorunun çözümü için acil, anlaşılır ve ikna edici adımlar atmaya çağırıyoruz.Muhalefet Partilerini, kısır çekişmeleri bırakıp çözüm için samimi girişimlerde bulunmaya ve gerekli desteği vermeye çağırıyoruz.PKK/KCK/DTK ve BDP’yi bu eylemlerin ölümle sonuçlanmaması için girişimde bulunmaya çağırıyoruz.Hiçbir hak, insan hayatını sonlandırmaktan daha öncelikli ve önemli olmadığı için, ölüm orucuna yatanları da hayata dönmeye çağırıyoruz” dedi

ÖZGÜRDER:"Talepler haklıi çözüm yöntemi yanlış"

İslami kesimin bir diğer önemli derneği olan Özgürder ise taleplerin haklı ama yöntemin yanlış olduğunu ifade ederek, şu basın açıklamasını yapıyordu:

“…Özetle, PKK’li tutuklu ve mahkûmların başlattığı eylem üzerinden zafer-mağlubiyet hesabı yapılmasını doğru bulmuyoruz. Hükümet de örgüt de Kürt sorununa çözüme odaklı tutum geliştirmek yerine pragmatist bir yaklaşımla siyasi kazanç elde etme tavrına yönelmiştir. Bu tavır ise çözümü zorlaştırmakta, rekabet mantığının karanlık girdaplarında buharlaştırmaktadır.
Körler savaşında taraf olmamız ya da iktidar kibriyle kafasındaki çözüm perspektifini dayatan devlet ve PKK projeleri arasında bir tercihte bulunmamız söz konusu olamaz. Biz devletin de PKK’nin de “Kürt sorununu ben kendi yöntemimle çözerim!” yaklaşımını dayatmacı görüyor ve bu dayatmacılığın sorunun çözümüne katkıdan ziyade onu daha bir derinleştirdiğini düşünüyoruz.

Özgür-Der olarak eyleme konu olan talepleri haklı talepler olarak değerlendiriyoruz. Bunların ölüm orucu eyleminden bağımsız olarak zaten acil çözüm gerektiren sorunlar olduğu açıktır. Ancak çözüm yöntemi olarak belirlenen “ölüm orucu” eylemini çözüme katkı sunacak bir eylem olarak görmüyor ve desteklemiyoruz. Bu bağlamda, devlete de PKK’ye de ölümler ve “ölü skorları” üzerinden politik rant devşirmeye mebni tutumlarının kabul edilemez olduğunu hatırlatıyoruz. Ancak şu an yaşanan ve kritik eşiği aşmak üzere olan ölüm oruçları gibi çok hayatî bir olguyu bu mülahazaların ötesinde değerlendiriyoruz.

Bu bağlamda Hükümete bu yaşanan hayati mevzua karşı kör ve sağır kalmaktan vazgeçip ölümlerin önüne geçecek siyasi ve insani adımları atmasını; örgüte de daha fazla kişinin durumu geri döndürülemez noktaya gelmeden eylemi sonlandırmasını öneriyoruz. Özgür-Der olarak ölüm oruçlarının da gündeme gelmesine neden olan Kürt sorununun adil çözümü konusunda, ilgili tüm kesimlere inisiyatif alma ve daha fazla olumsuz sonuçlar doğurmadan çözüme yönelik diyalog ve müzakere çağrısında bulunuyoruz.”

MUSTAZAFLAR:"Söz alsınlar sona erdirsinler"

Mustazaflar Hareketi Sözcüsü Hüseyin Yılmaz ölüm oruçlarının söz aldıktan sonra bitirilmesi gerektiğini ifade ederek şu açıklamada bulundu:

Cezaevlerinde hak arama mücadelesi olarak açlık grevlerinin zaman zaman yapıldığını söyleyen Yılmaz, bunun sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde mahkûmların taleplerini yetkililere iletmek ve çözüm üretmek amacıyla başvurdukları bir yol olduğunu ifade ederek, “Açlık grevinde olanların tümünün özgür iradeleriyle böyle bir eyleme girip girmedikleri tartışmasına girmiyoruz. Bu, başka zaman tartışılması gereken ayrı bir konudur. Cezaevlerinde bulunan insanların meşru ve insani bütün taleplerini karşılamak, cezaevinde insani yaşam koşullarını oluşturmak devletin sorumluluğundadır” dedi.

İstenilen taleplerin siyasi talepler olduğunu söyleyen Av. Yılmaz, “Sadece cezaevlerindekilerin açlık grevine ve ölüm orucuna girmesi veyahut önce oradan başlaması yöntem açısından tartışılabilir. Öncelikle bir şey olacaksa, özgür iradesinin olduğu açık ve belli olan dışarıdaki temsilcilerin bu konulara eğilmesi lazım ve bu konuda ön ayak olması gerekirdi. PKK ve BDP’nin siyasi temsilcilerinin sorunlara çözüm üretememesi kendi kitlesinin sorunlarını siyasi zeminde yerine getirememesi bu konuda başarılı olamamasının faturası şu an cezaevlerindekilere kesilmektedir. Dışarıda siyasetçiler eğer başarılı bir politika üretmiş, halk ile bütünlük içinde hareket etmiş, sadece PKK’nin temsilcisi gibi değil, farklı inanç, düşünce ve ideolojilere mensup olan tüm kesimlerin temsilcisi gibi davranabilseydi, o zaman belki bir sonuç alınabilirdi. Neticede sorunlar bu aşamaya gelmeyebilirdi. Ama gördüğümüz kadarıyla hem hükümet kanadında hem de BDP kanadında bir zıtlaşma ve inatlaşma vardır. Cezaevleri üzerinden bir hesaplaşma var. Bu siyasi zıtlaşmanın bedeli ise özgürlüğü kısıtlı mahkûmlara ödettiriliyor” şeklinde konuştu.İnanç ve düşünce olarak ölüm oruçlarını kesinlikle tasvip etmediklerini vurgulayan Yılmaz, Ölüm orucunu idam ile, intihar ile eşdeğer olarak gördüğünü ama açlık grevlerinin başka bir yol kalmamış ise belki başvurulabilecek son yol olabileceğine dikkat çekti.

Siyasi taleplerin karşılanması yönünde bir söz alındıktan sonra bu grevlerin bitirilmesi gerektiğini dile getiren Yılmaz, “Şu an hükümetin atmış olduğu adımlarla talepleri karşılama sözü verilmiş. Dolayısıyla açlık grevlerinin bir an önce bitirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bundan sonrası, hak arama talebinin ötesinde bir inatlaşma ve intihara sürükleme/sürüklenme olur” ifadelerini kullandı

SONUÇ OLARAK

Ölüm oruçları deyince ilk aklıma gelen isimlerden biridir Behiç Aşçı. Aşçı, F tipi cezaevlerindeki tecride dikkat çekmek için, 2006 yılında 293 gün süren Ölüm orucu eylemi yapmıştı. Aşçı, Yeni Şafak Gazetesi’nden Mehmet Gündem’e verdiği röportajda:
“Ben ölmek değil, yaşamak istiyorum, İntihar etmek isteseydim kendimi camdan atardım, çünkü açlıkla her gün ölüme yürümek, camdan atlamaya göre çok daha fazla acı veriyor. Her ölüm orucu eylemdir ve ben ölmeden eylem bitecek, bende şunları şunları yapacağım diye başlar, hayaller sürüp gider...” demişti.

Ölüm oruçları mutlak suretle son bulmalı, bu iş inat ve kamplaşma üzerinden çözülmez ve çözülmüyorda.

Dışarıda bekleyen ailelerin her gün öldüğü, Türkiye kamuoyunun her gün diken üstünde durduğu daha da önemlisi yaratılan varlıkların en şereflisi olan insanın insanlar karşısında ölümünü seyretmek kabul edilebilir bir şey değildir.

Ölüm oruçlarının yanlış bir metot olduğunu bu satten sonra söylemek ne kadar akıllıca olur bilmiyorum, ama ölümü göze almış bir insana sen yanlış yapıyorsun demenin zamanı değil, onu o ölümün kıyısından çekmenin vaktidir.

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Haber Ara