Suriye, insan, şehir ve ölüm
13 Yıl Önce Güncellendi
2013-08-05 13:05:01
M. A. T.
Küçüklüğümden beri sürekli olarak “En yakınımdaki bir kişi ya da sevdiğim bir kişi öldüğünde ben ne yaparım.” diye düşünmüşümdür. Yaşımın gençliğinden midir nedir bilmem Allah bu tür acıyla -beni kısa bir görmüşlüğüm de olsa sevdiğim bir dedenin dışında- bu acıyla yüzleştirmedi diyebilirim. Umarım bu tür bir acıyla uzun bir zaman daha yüzleşmem. Bu isteksizlik ölenin ve kendi adıma ölümden korktuğumdan değil. Korkudan değil adına -kısa sürede olsa- boşluğun ve hüznün kucağına düşüren bir üzüntü diyebileceğim bir hissin gidiş gelişinde yaşadığım hissiyat. Bu durum S. Kierkegaard’ın havf ve reca dediği türden bir şey.
Hanımın doksan yaşlarında olan dedesiyle olan geçmişim Karadeniz’deki üç günlük yayla günlerinden ibaretti. Sevgimin sebebi hikmeti memleket toprağına benzeyen çileli yüzü ve medeniyet temellerine bağlı devşirilmiş zihniyetlerin devşirmesinden yani bir anlamda acımasız tornasından geçmeyi reddetmiş bir akla ve sağduyuya sahip olmasıydı.
Öldüğü haberi ulaştığında apar-topar üşenmeden cenazesine gitmiştim. Gömülmeden önce simasına baktığımda hissettiğim ölümün ürpertici yüzü değildi. Hiçbir zaman ölümü bir ürpertici bir gerçek olarak görmediğim gibi Mevlana’nın gördüğü gibi ‘düğün’ gibi de görmedim. Ölümü Üstad Sezai Karakoç’un dediği gibi bir ‘diriliş’ olarak gördüm. Ölümün bu yaşlı adamın bedeninde tezahür ettiğini gördüğümde hissettiğim şey bir gencin arkasından duyulan üzüntü gibiydi. Çünkü medeniyet ve hakikati en diri vaktinde ve vakarında olan bir genç gibi algılamışımdır. Ölen yalnızca bir insandan ibaret değil medeniyet ve hakikatin -bütün tahribat ve tahkirine muhatap kalmış bir devlet yaşında olan bir fertte olsa- tecessim ve temerküz ettiği bir tarihti.
Sevdiğim ya da gördüğüm ölecek bir adamın üzerimde nasıl bir tesir oluşturacağını düşünmüşken bir ölen bir ülkenin, şehrin ve beldenin üzerimde nasıl bir tesir oluşturacağını hiç düşünmedim. Çünkü bende herkes gibi insanların ve diğer canlıların öleceği pozitivist argümanlarıyla büyü/tül/müştüm. Bir şehrin ölebileceğini hiç düşünmemiştim ta ki Bosna’da camiler, Mostar köprüsü ve hatta ve hatta mezarlar bombalanana kadar. Sırplar Müslümanlara ve İslam medeniyetine o kadar nefret doluydular ki Müslümanların mezarlarına ve ölülerine bile saldırıyorlardı. O yıllarda şehirlerin de öldüğünü gören ben şehrin acısını hissetmiyor ölenlerin arkasından hüzünleniyordum sadece. Oysa şimdi hem insanın ölümünün hem de şehrin ölümünün hüznünü yaşıyorum ve hissediyorum. Bosna’yla aynel yakin/fenomonolojik hiç yaşamışlığım olmadı fakat ilmel yakin/epistemolojik ve hakkel yakin/ontolojik yaşamışlığım oldu. Bu son iki yakinlik insanın katledilişine öfkemi ve hüznümü artırdı. Oysa ki aynel yakinden uzak oluşum yüzünden Mostar’ın dışında şehrin ölüşünü hissedemedim ve anlayamadım.
Hem insanın hem de şehrin ölüşüne şahit oluşum orta yaşların üzerinde ilmel yakin, aynel yakin ve hakkel yakin şahit olduğum acı bir tecrübe olan Suriye tecrübesi üzerinde olacaktı. Suriye’ye olan şahitliğimi ve okumalarımı burada daha önce paylaşmıştım.[i] Suriye üzerine yazdığım ikinci yazım ise ‘Öle Öle Özgürlük’ adlı yazıydı.[ii] Yaklaşık bir yıl önce yazdığım yazıda Suriye’de tanıştığım Hama’lının Beşar daha demokrata benziyor dediğimde bana “O hafızın oğlu bende hamalıyım” iyi olamaz imasında bulunduğunu ve bu yazıda Esad’ın on bin kişiyi öldürdüğünü yazmıştım. Bir yılda öldürdüğü insan sayısını on kat artırdı bu sadece BM rakamları. Bilinmeyen ve üzeri örtük katliamlar, kaçırılan, sürülen ve toplu katliama tabii tutulanlar hariç.
İnsanla birlikte şehrin ölüşünü bana hatırlatan Ramazan ayının gecelerinde Twitter üzerinden göndermiş olduğu resimlerde gece, hüzün ve ölümü panaromatik bir şekilde iç dünyamda temerküz ettiren Turan Kışlakçı abiye bana yüreğimde kaynayan acıyı kaleme dökmemi hatırlattığı için şükürcüyüm.
Kimi zaman kopmuş bir bacak kırık bir bastonla zafer işareti yapan çocukları, kimi zaman bir baba kucağında can veren kanlar içinde olan bir sabiyi, kimi zaman enkazın içinde kalmış bebek ve çocuk bedenleri, kimi zaman cami içinde enkaz içinde kalmış secde eden mümin yüzler ve bedenleri, kimi zaman çocuklarına sarılmış anne bedenleri bana insanın ölümünü ve insanlığın ölüşünü hatırlatırken diğer yandan Moğolların saldırısından daha şedid daha zalim ve soysuz saldırılarla Mao’unun, Stalin ve Lenin’in çocuklarının ve torunlarının uçaklarıyla vurulmuş bir cami ve Halid bin Velid türbesi kimi zaman hayalet şehre döndürülmüş Humus şehri kimi zaman bir Halep şehrinin bir resmini gönderdikçe bir yanım ölüyor.
Gezindiğiniz mekanların zalimce bir şekilde uçaklarla dövüldüğünü gördükçe sol yanınız ağlıyor. Uykuda bile düşünmek var ya işte bu Suriye'yle mümkün olan bir şey olmalı. Yok edilen mekanlar hem insanların hem de hatıratların ölümünün mekanlarıdır. Bir evin katledişi aynı zamanda bir annenin bebeğine söylediği ninnileri, bir bebeğin bazen kıkırdamasını bazen hıçkırığını, bir çocuğun sevinç nidasını bir babanın bazen öfkesini bazen şefkatini bir dedenin veya ninenin tebessümünü ve rahmetinin katledilişidir. Katledilen yalnızca mekânlar değil insanın ve hatıratının katledilişidir. Esad yalnızca insanların ve mekanları katletmiyor Suriye'/li/nin hafızasını ve hatıratını katlediyor tıpkı Sırpların yaptığı gibi… Sırp Miloseviç, Karadziç vs. insana, şehre, hatırata ve hafızaya ne kadar düşmansa Esad daha fazla düşmandır. Çünkü katlettiği şehir, insan ve cami sayısı bu isimlerinkinden kat ve kat fazladır.
Her gönderilen resimde sokaklarda gördüğüm yüzleri, size şefkatle yaklaşan simaları ve “ancak müminler kardeştir” vakarına sahip Suriyeli kardeşlerim aklıma geliyor her ne yaptılarsa yaptılar ama şunu birileri bilsin ki bunları hak edecek ve bu kadar öldürülmeyi hak edecek bir şey yapmadılar. Sadece merhametini yitirmiş bir zalimleşmiş bir Esad ve iblisi trikotomisi -Çin, Suriye ve İran- iş birliğiyle öldürülen insanların varlığı söz konusudur. Bu öldürülmeye karşın “onlarda özgürlük falan deyip kışkırtılmaya gelmeselerdi özgürlük istemeselerdi adam gibi bir diktatörün yönetimini kabul edip yaşasalardı” mealinde konuşan içimizdeki Esadlar, Çinliler ve Ruslar ittifakının algısı bozulmuş deli gömleğini giymiş acınacak zevatlardandır. Bir hakikat var Suriye’de zalimleşmiş delirmiş bir adam insanları, mekanları, hatıratlar ve hafızaları öldürüyor. İçimizde vicdanının ahmaklaştırmışlar da bulduğu bir videoyla "bak bunlarda ciğer yiyor diyerek" 100 binlerin ölümünü köhneleşmiş aklıyla ve körelmiş vicdanıyla temize çıkarmaya çalışıyorlar. Suriye’de kendinden veya mezhebinden olmayanları toptan yok etmeye yeminli bir psikopatı kınayamayan biri ne insanlıktan ne de İslam’dan nasibini almamış biri insan da değildir mümin de değildir.
Yalnızca insanlar öl/dürül/mez şehirlerde öl/dürül/ür. Suriyede sadece şehirler ve insanlar ölmüyor ölen aynı zamanda insanlıktır. Baudrillard’ın dediği gibi insanlığımızı kazanmak için kanın aktığı yere gitmeliyiz.[iii] Eğer Suriye Sokaklarına, Burmaya ve Adeviye'ye gidemiyorsak vicdanımıza gidemeyiz…
[i] http://www.timeturk.com/tr/makale/mehmet-a-tepe/halep-sam-beyrut-ve-amman-hattinda-spontan-bir-seyahat-i.html
[ii] http://www.timeturk.com/tr/makale/mehmet-a-tepe/ole-ole-ozgurluk.html
[iii] Bkz. Ahmet DAĞ, Ölümcül Şiddet-Baudrillard’ın Düşüncesi, Külliyat Yayınları ss. 239.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Haber Ara
Yorum Yap