Hourani ve Batı Düşüncesinde İslam
16 Yıl Önce Güncellendi
2011-03-20 15:09:29
İngiltere'de doğan Lübnanlı göçmen bir ailenin çocuğu olan Albert Hourani tüm öğrenim hayatını İngiltere'de tamamladıktan sonra Beyrut Amerikan, Chicago ve Harvard Üniversitelerinde dersler veren ve saygın tarihçiler yetiştiren akademik saygınlığı olan son dönemin büyük entelektüel-akademisyenlerinden biridir. Bu yazıda A. Hourani'nin makalelerinden oluşan "Batı Düşüncesinde İslam" kitabını konu alarak Batı ile İslam arasındaki entelektüel ilişkilerin seyri üzerinde duracağım. İslam araştırmalarının geleneğinin Hourani, Avrupa düşüncesinin özünde yatan Tanrı, insan, tarih ve toplum mefhumlarındaki kökleri gösterme girişimi ile akademik ve objektif tutuma titizlik göstererek özellikle Goldziher' e özen göstererek Gibb, E. Gibbon, R. Walzer, S. Stern, J. Schacht, R. Zaecher, Massignon ve Hodgson'un gibi bilginlerin çalışmalarına değinir.
Müslümanlarla Hıristiyanların ciddi olarak 7. ve 8. Yüzyılda karşılaştıklarına dikkat çeken Hourani Müslümanlar ile Avrupa Hıristiyanları arasındaki ilişkileri ve mücadeleleri yalnızca haçlı seferi-cihat ilişkisi bağlamında ele almaz. İki farklı coğrafya ve kültürün Akdeniz ve Hint okyanusundaki ticari üstünlüğü ele geçirme mücadelesi olarak ta ele alır. Bilgin, bu ilişkilerin ve üstünlük mücadelesinin aynı zamanda düşünce alışverişine yol açtığını Arapça eserlerin Latinceye çevrildiğini söyler.
İki dinin birbirlerine karşı argümanlarını değinir. İslam, Hıristiyanlığın İsa'nın son peygamber oluşu inancına tepki göstererek, inananlarının İsa'nın Tanrı/oğul olarak düşünmelerine karşı tepki geliştirerek, İsa'nın çarmıha gerilmeyip gökyüzüne çekilmiş olması inancını reddederek (nitekim Gazali İsa'nın gökselliği iddiasını çürütme gayesi vardır), tecessüm, çarmıha gerilme, teslis ve kefaret gibi temel argümanları inkar edip metnin bozulduğunu iddia ederken Hıristiyanlık ta Muhammed'in gerçek bir peygamber olmadığını, son peygamberin Hz. İsa olduğunu Kuran'ın kutsal kitaptaki/İncil ve Tevrat öykü ve temaların çarpıtılmış yankılarını içerdiği iddialarına yer verir. Avrupa'da ilk bin yıl bilinçsiz bir şekilde İslam'a karşı bir tutum sergilendiğini ilk 12. yüzyılda Kur'an çeviri çalışmalarının başladığını dile getiren Hourani, 13. yüzyılda İspanyadaki bazı Dominiken topluluklarının İslami araştırma merkezleri olduğunu, Atlantik'ten Pasifik'e kadar uzanan bir etki alanında ve coğrafyada İslam'a yönelik bir bilinç oluştuğunu dile getirir. Hatta ona göre Dr.
Johnson bu durumu şu cümlelerle izah eder: İki merak konusu var:
Hıristiyan dünyası ile Muhammed'in dünyası. Geri kalan her şey barbarlık olarak görülebilir.
Hourani, Pascal'ın kendi prensi olan İsa'yı insanlık için uhrevi biri olarak görürken, yetkesiz, mucizesiz olarak gördüğü Muhammed'i insani başarı yolu için dünyevi bir varlık olarak gördüğünü aktarır. Daha merhametli olan ve insafını yitirmeyen J. White ise (1784) Hıristiyan yazarlarca "cehalet ve günah küpü" olarak betimlenen Muhammed'i "Parlak yeteneklere ve derin bir zekâya sahip olağanüstü bir karakterdi. Yürekli ve yaratıcı bir dehanın saf gücü... ile büyük felaketlere göğüs gerebilecek bir zihinsel yüreklilikle donatılmıştı."
cümleleriyle betimler.
Müellif, İslam üzerine ilk akademik çalışmaların 1587'de College'de France'de olduğunu daha sonra İslam araştırmaları için 1613'te Leiden Üniversitesinde, 1632'de "çevirisi 1700'lü yılların başında G. Sale tarafından L. Maracci'nin Latince çevirisine sadık kalınarak çevrildiğinin bilgisini verir. Sale'ye göre vahiy gönderilmeyen, restorasyon inancı taşıyan, heyecana, güçlü bir zihne sahip olan, ağırbaşlı, nazik Muhammed Tanrı tarafından dine hizmet için kullanılmıştır.
Metninde batının oportünist, aceleci ve pragmatist tavrına dikkat çeken Horurani Oryantalizmi bir keşif kolu olarak kullanan Napolyon'un 1798'de Arapça bir duyuru ile Mısırlılara Fransızların "Tanrı'ya, Memluklardan çok daha fazla taptıklarını, Peygamber'e ve yüce Kuran'a saygı duyduklarını temin ediyor ve asıl Müslümanların Fransızlar olduğunu söylüyordu." bilgisine yer vererek Napolyon'un dinlerin ölçek üzerinde düzelebileceği fikrine ve projesine değinir.
Hz. Peygamberin Mekke'den Medine'ye geçişine oryantalist bir tutumla yaklaşan oryantalist bilginler bu geçişin peygamberi kulluktan krala/saltanata dönüştürdüğünü iddia ederler. Nitekim Gibbon bu kanaatini şu cümlelerle dile getirir:"Mekke'nin adaletsizliği ve Medine'nin tercih edilmesi, bir yurttaşı prense, bu alçak gönüllü vaizi bir ordu önderine dönüştürmüştür."
Hourani, iki cephenin doğrudan cepheleşmelere örnek olarak Hindistan'daki ünlü misyoner H. Martyn (1781-1812) ile iki İranlı Şii din âliminin yaptığı tartışmada Kuran'ın mucizevî ve göksel olup olmadığı tartışmasına yer vermiştir. Bu tartışmada Martyn Kuran'ın mucizevî ve göksel olmadığını dile getirmiş, peygamberin eşlerinin çokluğuna ve İslam'ın silahla yayıldığına değinmiştir. Diğeri tartışma ise alman misyoner Karl Pfander ile Müslüman din adamı Şeyh Rahmatulllah arasında geçen tartışmadır. Tartışmanın ana konusu Hıristiyanlığın gelecekte peygamber Muhammed'in gelmesinin gizlenmek için kutsal metinlerin değiştirilip değiştirilmediği mevzudur. Pfander ikinci oturumdan sonra çekilmek zorunda kaldığı tartışmada raporlara göre Pfander'in başarısız olduğu anlaşılmaktadır.
Özellikle Hindistan'da yaşayan Evanjelikler ve hatta Evanjelik olmayan "Life of Muhammed"in yazarı W. Muir gibi (1819-1905) misyonerlerin İslam karşıtlığına değinen Hourani. İslam peygamberinin iyi ya da kötü niteliklerin bir karışımı olarak gören Muir'in İslam'ı şu cümlelerine yer verir.
Hıristiyanlığın biricik aşikar ve korkucu antagonistidir... etkin ve güçlü bir düşman... yalnızca, göksel kökeni teslim ettiği ve Hıristiyanlığın silahlarından birçoğunu ödünç almış olduğu içindir ki, Muhammedcilik böylesine tehlikeli bir hasımdır.
F. D. Maurice ise Muhammed'in vaaz ettiği dini insani varlıkların kişiliğine etki ettiğine inandığı ve Muhammed'in vaaz ettiği dini insani varlıkların tüm tapınışını mahkûm eden bir din olarak görür.
Ona göre belli esas doğruları Hıristiyanlıkla paylaşan, Eski ve Yeni Ahit'ten ilham alarak oluşturulan İslam insanları doğruların bilgisine geri dönmeye çağırarak, dünyada yararlı bir amaca hizmet ediyordu. Bu anlamda Muhammed'in Tanrıdan bir çağrı da almış olduğu söylenebilirdi.
Ortaçağa odaklanan Maurice "İslam'ın mutlak Tanrıya ilişkin sağlam iddiası olmamış olsaydı, İsa'ya inananda olmayacaktı." Pragmatist tezine yer verirken yine de İslam'ı zoraki ve sevimsiz bir varlığı yatıştırmak üzere dağılmış, parçalanmış ve boş inançsal şemalar olarak değerlendirir.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Haber Ara
Yorum Yap