Dolar

42,6940

Euro

50,1988

Altın

5.922,26

Bist

11.456,34

Halep, Şam, Beyrut ve Amman Hattında Spontan Bir Seyahat III

17 Yıl Önce Güncellendi

2010-08-17 16:52:00

Halep, Şam, Beyrut ve Amman Hattında Spontan Bir Seyahat III

Daha önceden geleceğimizin bilgisini verdiğimiz Gerçek Hayat dergisinin Ortadoğu muhabirliğini de yapan Adem Özköse kardeşimiz görüşmelerinden dolayı bizi karşılamaya gelemeyeceği için yerine bize mihmandar olan arkadaşı Taner Altun kardeşimizle Hamidiye çarşısının yanı başında olan Selahaddin Eyyubi’nin heykelinin önünde buluşuyoruz. Bir otele yerleşmemize yardımcı olan Uluslararası İlişkiler mezunu kardeşimiz Taner’e “Neden buradasın” sorusuna “Şam’ı çok sevdiğim için buradayım” cevabını veriyordu.

Bizim bir otele yerleşmemize yardımcı olan Taner’le birlikte Abdülhamit tarafından yapılan Hamidiye Kapalı Çarşısını geziyoruz. Çarşıda şehitlere, Türk halkına ve Başbakana bir esnaf tarafından asılan şükran duygularını ifade eden büyük bir ilan pankartı görüyoruz ve gururlanıyoruz. Orada şehit olanların boşuna ölmediklerini önemli bir vazife yerine getirdiklerini görüyoruz. Nitekim bunu sekiz günlük gezimiz boyunca gördük.

 Çarşının sonunda Emevi Camiisinde ikindi namazını kıldıktan sonra camiyi ve avlusunu geziyoruz. Emevi Camisi M.Ö 1. y.y.'a ait harap bir Roma mabedin ve yanında bulunan Hz. Yahya kilisesinin yerine inşa edilen bu mabet Şam'ın fethinden sonra Hz. Ebu Ubeyde Bin Cerrah'ın gözetimi altında 635 yılında camiye çevrilmiştir. Daha sonra Emevi halifesi Velid b. Abdülmelik tarafından bugünkü büyük caminin inşası başlatılmıştır.

İslam’ın ve tarihin büyük şahsiyetlerinin kabrinin olduğu Emevi Cami yerin üstünde olanlardan daha kıymetli diyebileceğim şahsiyetlerin türbelerinin olduğu mümbit bir mekan. Caminin içinde Hz. Yahya’nın kabri, avluya girişte sol tarafta Hz. Hüseyin’in  kesik başının olduğu Hz. Hüseyin’in kabri ve caminin yanı başında olan  Selahaddin Eyyubi’nin kabri ve 1. Dünya Savaşında şehit olan Türk Havacılarının gibi önemli kabirler var. Bu kabirleri dolaşıp geçmişimizle yüzleşip dua ve niyazda bulunduktan sonra acıktığımızı hissedip cami avlusundan sonra çarşıdan çıkıyoruz.

Taner ve ben Şam’a özgü küçük ama biraz kirli mekanlardan kebap yemeyi tercih ederken Mümtaz’ın hassas midesinin bunu kaldıramayacağını söylüyor. Al Samatia adında bizdeki şark sofralarına benzer temiz bir restoranda yemeklerimizi yiyoruz. Üç gece kaldığımız Şam’da akşam yemeklerini hep burada yiyeceğiz. 

Akşamın ilerleyen saatlerinde Adem Özköse kardeşimizle görüşüyoruz. Türkiye ve Suriye üzerine konuşuyoruz. Saadet Partisi kongresinden kendisinin de içinde bulunduğu Mavi Marmara’ya uzanan uzun soluksuz bir sohbete dalıyoruz. Özköse “şu an ki hükümet ve Davutoğlu olmasaydı bizi oradan yüz yıl göndermezlerdi.”diyor. Bu abartı olmayan reel  bir cümle cesetleri bile 35-40 yıl sonra gönderen[i] şizofrenik ve paranoyak bir devlet bunu yapabilecek fütursuzluk tecrübesine sahip. Adem’le Beyrut’a nasıl gidebileceğimizi ve orada nereleri ziyaret edebileceğimizi konuştuktan sonra ayrılıyoruz ve geç saatlerde otelimize çekiliyoruz.

Ertesi sabah kalkıp Beyrut’a gidebilmek için 100 SYP karşılığında garaja gidiyoruz. Kişi başı 700 SYP karşılığında dört kişi Beyrut’a gitmek için taksiciyle anlaşıyoruz. Heyecanlı yolculuğumuzun konusu olan ve “Doğunun Paris’i” olarak görülen Beyrut hafızamda yer edinen önemli mekanlardan biridir. Hafızamda önemli yer edinmesinin nedeni öncelikle Cahit Zarifoğlu’nun “Daralan vakitler /Beyrut Dizeleri” adlı şiirin şu müthiş mısralarından dolayıdır.

Yanakları, saçları, gözleri yanmış,
Zehirli gaz bombaları
Yılan gibi sokmuş, yalamış gövdelerini
Ağızları, küçücük dilleri yanmış
Bütün Beyrut sapsarı kalmış
Sanki ağlamak imkansız
Başları
Paletlerle ezilmiş babaları,
Yahudi doğramış analarını,
Binlerce çocuk topların, betonların altında.

İkinci olarak edebiyat ve yazı[ii] dünyamda önemli yeri olan Lübnan’lı  Halil Cibran’dır. ABD gibi ruhsuz ve tarihsiz bir mekana sığamayan Cibran’ın ruhunda ve yazılarında Lübnan’a duyduğu özlemin sancıları vardır. Beyrut’ta doğan Cibran küçükken ayrıldığı anavatanı bu kente kendi isteği ile eğitim için tekrar 12 yaşlarında geri döner. Cibran, tekrar ayrılmak zorunda kaldığı Beyrut’a ancak öldükten sonra kendi vasiyeti ile naşını getirebilmiştir. Cibran’ın Beyrut’a olan özlemi hiçbir zaman bitmemiştir. Bu özlemi şu cümlelerle ifade eder.  

“Keşke şu çocukların yerinde olsaydım… Beyrut semalarındaki uçurtmaları hatırlıyorum Yusuf, en yükseklerde… Bir keresinde Boston semalarında uçurtma uçurmaya kalktım ama polis bana engel oldu.” 

Üçüncü olarak bir daha çekilemez ya da yapılamaz dediğim “Çağrı” filminin ünlü yönetmeni Mustafa Akkad’ın bombalama sonucunda bir otelde hazin bir şekilde öldürülüşünden düşer aklıma Beyrut. Tıpkı Zarifoğlu’nun dediği gibi “Bütün Beyrut sapsarı kalmış.”tı.

Sınırda vizeye gerek olmadan hiçbir sıkıntı yaşamadan Lübnan topraklarına giriyoruz. . Sınır girişlerinde ve çıkışlarında özellikle elektronik eşya, parfüm ve sigara gibi ürünlerde ucuz alış veriş yapmak isteyenler için free shoplar bulunmakta. Yaklaşık 170 km uzaklıkta olan Beyrut’a girişte Ortadoğu’nun genel görünümünden farklı bir şehre girdiğinizi yol boyu bilboardlardan anlayabiliyorsunuz.

İleride bulunan küçük bir kasabada üzerimizde bulunan dolarlardan bir kısmını Lübnan para birimi Lübnani’ye çeviriyoruz. 1 USD 1,500Lübnan Pounduna/LBP eşit diyebilirim. Beyrut terminaline ulaştığımızda Adem’in tavsiyesi ile çok pahalı olduğu söylenen taksiye binmiyoruz.  Öldürülen eski devlet başkanı Refik Hariri’nin heykelinin de bulunduğu son derece modern olan şehir merkezi olan Don Town’a Yürüyerek ulaşıyoruz. Haliyle Suriye’deki insanlara göre Beyrutlular İngilizceyi daha iyi konuşuyor.

 Lüks alışveriş mekanlarının, otellerin ve arabaların olduğu bu mekanın kıyısından bakarak sahile yürüyoruz. Burada deniz fenerinin altında olan Manara Cafe’de birer tane Lübnan ayranı içiyoruz. Fiyatların İstanbul’la aynı olduğunu söyleyebiliriz. Denize parelel olan cafede otururken Akdeniz’in bu güzelliğini gördükten sonra aklıma İsrail düşüyor. Bu kadar görkemli bir güzelliğe sahip olan bu coğrafyanın aç kurtlar gibi saldıran İsrail’in kurbanlarından biri olabileceğini aklıma getiriyorum. Tam 4 yıl önce Hizbullah’ın kutlu direnişi aklıma geliyor. Dahiyye’ye ve Fadlullah’ın camisine gitmeyi bir vazife olarak görüyorum. Don Town’a döndüğümüzde bir gence Dahiyye’ye nasıl gidebileceğimizi soruyorum. Genç oraya taksiyle gitmenin pahalı olacağını otobüse binmek için uzun bir yürüyüş yapmak zorunda olduğumuzu söyledikten sonra gideceği yer orası olmadığı halde birlikte uzun bir yürüyüş yapıyoruz. 

Sohbetimiz esnasında baltayı taşa vurmamak için Hariri’yi de Fadlullah’ı da sevdiğimi söylüyorum. O yalnızca Fadlullah’ı sevdiğini ve kendisinin Müslüman olduğunu söylüyor. Kennedy üniversitesinde mühendislik okuduğunu söyleyen gençle söyleyişi konumuz Mavi Marmara’dan açılıyor. Laik, Kemalist, seküler yüreklerde anlam bulmayan bu kutlu yolculuğun Müslüman yüreklerde sarsıcı bir anlam bulduğuna şahit oluyoruz. Genç, kendilerinin de yakın da bir sefere hazır olduklarını ifade ediyordu. Bize karşı olan ilgisi ve sevgisi görülmeye değerdi. Bu sevgi diyalogunda Furkan ve diğer Mavi Marmara şehitlerinin katkısı büyüktü. Bu diyalog bu topluluklarla safları ne kadar sıklaştırdığımızın büyük göstergesiydi.

Lübnan sıcağında uzun bir yürüyüş sonunda bizi Dahiyye’ye gidecek bir otobüse bindiriyordu. 1000 lübnani yani 1TL ücrete Dahiyye’ye ulaşıyorduk. Minibüsten indikten sonra kısa bir yürüyüş sonunda camiye ulaştığımızda heyecanla hemen flaşları patlatıp cami önünde resimlerimizi çeker çekmez güvenlik görevlileri resimleri silmemiz gerektiğini söylüyor. Camide namaz kılmak için girdiğimizde cep telefonlarımıza ve kameralarımıza geçici olarak el konuluyor. Namazdan sonra emanetlerimizi geri alırken ilginç bir hatıra ediniyoruz. Türkiye’den olduğumuzu söyleyip “Recep Tayyip Erdoğan” dedikten sonra Türkiye’yi ve Erdoğan’ı çok sevdiklerini söyleyip fotoğraf çekmemize müsaade ediyorlar. Ve içimden şu cümle geçiyor. “One Minute” sen nelere kadirsin.”

Geri dönüşte şehir merkezine gitmek için hangi otobüslere bineceğimizi yol kenarında duran iki gence soruyoruz. Onlar da bize refakat edip aynı otobüse birlikte biniyoruz. Türkiye’den olduğumuzu söylediğimiz Filistin kökenli olan Samir ve Nazir Beyrut’ta Tarih öğretmenliği yapan iki arkadaş. Beraberce sahili gezip, Don Town’ı gezerken Lübnan’dan Türkiye’den, Filistin’den Hizbullah’tan bahsettikten sonra hava kararmak üzereyken bizi uzun bir yürüyüş sonunda Şam’a döneceğimiz taksilere binebileceğimiz terminale götürüyorlar.

Onları Türkiye’ye davet ettikten sonra 2,5 saat yolculuk sonunda Şam’a ulaşıp akşam yemeğini yine Al Samatia’da yiyoruz. Sonrasında Emevi Camisinin arka sokaklarında güzel bir nargile cafe’de mümtaz nargilesini yudumluyor. Geç vakitlerde döndüğümüzde otel odamızın gelmeyecekler diye başkasına verildiği haberini alıyoruz. Geç vakitlerde köhne bir otel odasını zor buluyor ve uykuya dalıyorduk.



[i] http://www.timeturk.com/filistinlinin-cesedini-35-yil-sonra-verdiler_135652-haberi.html


[ii] http://www.timeturk.com/yazardetay.asp?Newsid=22327

 

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Haber Ara