Okumanın ve düşünmenin çok zahmetli olarak görüldüğü ülkemde anlaşılmayı beklenen düşünür okunmadığından dolayı anlaşılamama durumunu ve eserleri okunmuş olsa da bazen yanlış anlaşılma korkusunu yaşar. Bu ülkede anlaşılmayı bekleyen en önemli fikir adamlarından biri Sezai Karakoç’tur. Daha önce İkbal üzerine yazdığım yazılarda İkbal’in başına gelenlerin bizde Sezai Karakoç’un, Necip Fazıl ve Mehmet Akif gibi şair-edebiyatçı ve aynı zamanda düşünürlerin başına geldiğini ve İkbal’in kaderini yaşadıklarını ifade etmiştim. Cavid İkbal babası İkbal'in Pakistan'da okunulmadığı ve anlaşılamadığını şu cümlelerle ifade eder.
“Milton hakkında meşhur Fransız yergi yazarı Voltaire'in bir sözü nakledilmiştir. Voltaire: Milton'un ünü gittikçe artacaktır. Çünkü kimse onu okumuyor! demiştir. Voltaire'in bu sözü Pakistan'da İkbal için geçerlidir.”
Milton ve İkbal için geçerli olan bu söz biz de Sezai Karakoç gibi şair ve düşünürler için geçerlidir. Fikirlerinin ve kendilerinin yanlış anlaşılmaması için “keşke şiir yazmasalardı” diye düşündüğümde bu kez de tanınmama tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı. Düşünme tembelliği içinde olan bizlerde -sayfalar dolusu fikirleri bir mısra ile anlatma yeteneğini bulunduran- şiiri de hafife alma ve şiire karşı incitici bir vurdumduymazlık söz konusudur.
Altmışa yakın kitap yazan şair ve düşünürü Mona Roza’dan tanımak şairi de şiiri de oldukça üzecektir. Düşünceyi ve düşünürü algılamayan zihin ne yazık ki şiiri de ıskalayacaktır. Düşünceyi ve şiiri algılamayan kafa şiirin ve düşüncenin arkasındaki şairi ve düşünürü de algılaması oldukça zordur.
Düşünürü anlama ve anlamlandırma çabası içinde olan uzun ve zahmetli bir çalışma sonucu ortaya çıkan el emeği göz nuru “Gün Doğmadan - Sezai Karakoç” belgeseli dün akşam tanıtıldı. (Gala dememek için hususi gayret gösteriyorum. Baloya olan gıcıklık olsa gerek.) Bol görsel temalarla desteklenen belgesel filmde Üstadın hayatını, fikri gelişimini ve şiirlerini konu olan anlatımla ve fikirleri ve etkisi Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu gibi devlet adamları, Yusuf Kaplan, Hilmi Yavuz, Turan Koç, Mehmet Genç, Şaban Abak ve Fehmi Koru gibi düşünür ve akademisyenlerin köklü anlatımları ile dile getirilmiştir.
Herkesin beklediğini tahmin ettiğim benim de acaba değinilecek mi diye merak ettiğim Mona Roza efsanesi kaçamak bir anlatımla geçiştirilmiştir. Bana göre mevzu edilmesine hiç gerek yoktu. Belgeselin en çarpıcı Karokoç’un sokakta yürüyüş ve adımlamalarını kareleyen kamera görüntüleriydi. Heidegger’in “kamera izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır.” söylemi ile Paul Virilio’un “film çekmekle silah çekmek arasında bir fark yoktur.”[1] söylemi adeta Karakoç’un bakışlarında varlık buluyordu. Algıladığım kadar ürkek bir ceylanın avcıdan kaçışı ve bunalışını andıran bir hissiyat vardı kameradan rahatsız oluşunda.
Bir yıkıntının altından kalkıp dirilen ve küllerin altında kalmış korları arayan düşünür ümidi ve umudu yaşatmıştır şiirlerinde ve yazılarında. Tur-u sinanın Musa için, Hiranın Hz. Peygamber için bir sığınak oluğunu çok iyi kavrayan Karakoç dağa metafizik bir anlam yüklemiştir. Karakoç için dağ ruhunun ve şahsiyetinin yükselmesi için bir ayettir. Metafizik bir arayış içinde olan şair için ateşböceği hakikatin arayıcısıdır adeta. Herkes köşesine çekilmiş bir o vardır.
Üstadı neden saklanıyor, neden kendini gizemli hal getiriyor diyenler sosyal, siyasal, ekonomik ve entelektüel olarak kirlenmenin ve tefessühün içine düştüğümüzü algılayamadıkları için Üstadı kalabalığa çağırıyorlar. Oysa Peygambervari düşünmek ve metafiziksel bir tutum içinde bulunmayı iyi anlamamız gerek. Mekke’de insanlar bozuldukça Hira’ya sığınmak önemli bir metafordur.
Saklı bir akademidir Karakoç. Yazdıkları ile çok ta uzak değildir bize. Kamil bir insan nasıl olurun reçetesini verir kitaplarında. Kuran ve Sünnete dayanan perspektifiyle bazen Yunustan, bazen Mevlana’dan bazen Rilke’den bazen Faılkner’den insana ve hayata dair bir algılayış ve anlayış önerir bize. Herkes şehir kalabalığında kaosun içindeyken o elindeki fenerle dağa/hakikate yavaş yavaş yavaş tırmanan fizikle metafiziği birleştiren bir hakikat dervişidir. Kendi kuşağını kendisiyle büyüten kendinden hemen sonraki kuşağı yetiştiren benim ve benden sonraki kuşakları yetiştirmeye devam eden kirlenmeden kalabilen saklı bir akademidir. Saf ve arı bir biçimde kalabilmek için menfaat ve çıkar pazarına döndürdüğümüz hayat alanımızı uzaktan seyreden ve hüzünlenen temiz kalabilmiş bazen bir deniz feneri bazen yangın kulesinde yangını haber veren ve feryat eden bir nöbetçidir. Böylesine fedakâr ve vefakâr olan görünmeyen saklı bir akademinin hayatını konu akan belgeselin meydana gelmesine emeğe geçenleri tebrik ediyorum.
[1] Akt. Yusuf Kaplan, Televizyonu ayartıcı bir `silah` gibi kullanmak!, Yenişafak, 04.09.2004, s. 10.
Yorum Yap