Zihinlerimizin Kılıçdaroğlu üfürmesiyle işgal altına alındığı bugünlerde suni rüzgârlarla zihin üşümesine ve hafıza kaybına tutulduk. Medyanın Fetih gerçekliğini unutturduğu şimdilerde şahsımın da meşguliyeti ve zihnin uğraşlarından biri bu mesele oldu maalesef. Biz büyük bir ecdadın torunları olarak büyük rüyalarla meşgul olmamız gerekirken medyanın icat ettiği modern serapların ve tenekeden tayyarelerin etkisinde kalıyoruz. İnsanlığın en kadim hatırasından ve hafızasından vazgeçirtilip bizi gündeme saplama telaşesiyle gezinenlere fazla pirim vermeden kadim kuvvet ve kudretimizin farkında olarak yaşamayı bilmeliyiz.
“Bu topraklardaki ezan seslerinden idrak ve duygu toplamış aşk ve irade ateşi almış Fatih’in çocuklarını aradığımız”[1] bugünlerde hatırasında sırtını dönüp söver hale gelen bir millet ve fert olmanın acısını yaşıyoruz. Bir İstanbul seyahatinde ve gece vaktinde Fatih’in türbesini tesadüfen görüp yutkunan bir genç olmanın dramatik anısını ve acısını an gibi aklımda olduğunu biliyorum. Dakikalarca donup kalmıştım kapalı olan türbenin önünde. Türbenin penceresinden bakarken. içimden şunun mırıldadığımı dün gibi hatırlıyorum. “ Büyük fethin Fatihi ve ruhumun adamı burada yatıyor öyle mi diyor.” Zihnimin kuytularında kalan korkunç kalıntılar bana padişahların türbesinin olmadığını düşündürmüştür. Çünkü astığı astık kestiği kestik, yarısı deli çoğu zalim padişahların türbesinin olması akla yatkın bir durum değildi. Türbeler devrim kanunlarıyla kapatılmamışıydı? Öyle öğretmişlerdi bana açıldığını da öğretmemişlerdi. Belki unuttular belki de müfredata koymayı unutmuşlardı. Haberimin olmamasını makul görün çünkü ben Ankara’da büyümüştüm.
Bir siyaset bilimci “sonradan yönetime gelenler kendi yönetimlerini meşru ve geçerli kılmak için önceki yönetimlerin şeytanlaşmış olduklarını söylerler.” Der. Osmanlı paradigmasının çökertilmesi için yönetiminin ve yöneticilerinin de çökertilmesi hatta yer yer tahkir edilmesi gerekmez miydi? Bırakın yönetici paradigmasının aşağılanması şehir bile aşağılanmıştır. Ankara yüceltilirken İstanbul bir dönem hep aşağılanmıştır. Şehrin yağmalanmasına ve tecavüzüne müsaade edilmiştir. İstanbul’un mevcut perişan durumunun en büyük nedeni intikamcı duygunun tezahürüdür. Bu intikamcı duygunun sonucunda şehir fenomeni kente şehirli olgusu kentliye dönüşmüş. Sezai Karakoç’un dediği gibi şehir “baştan sona işportacılar pazarına” dönerken kentin sakinleri ise toplayıcı ve yağmacı, süfli duygulara sahip yığın haline gelmiştir. Yığınlaşan ve tefessühleşen bu yığının başlangıcı cumhuriyet sonrası yıllarına tekabül eder. Nurettin Topçu bugün yaşanan bu tefessüh durumun başlangıcını şu cümlelerle özetliyor.
“Biz bugün İstanbul’da sadece yaşıyoruz, duymuyor ve düşünmüyoruz. Yeni fetih iradelerine gönül vermeyi bilmiyoruz ve birkaç asırdır memurun endişesi, İstanbul’dan başka bir yerde çalışmamaktır. Doktor için kazanç hırsları İstanbul’da barınıyor. Tüccar için de sömürme emelleri İstanbul’dadır.” … İradesiyle harikalar yaratan Fatih’in beldesinde hala sihre inananlar, kaderini piyangoya bağlayan aileler vahşi, boğuşmalardaki muvaffakiyetleri alkışlayan genç nesiller ve her yabancı kültürün meddahı ve esiri dimağlar dolaşıyor…”[2]
Topçu’nun yakındığı bu yıllarda ülkenin dörtte biri bu şehirde yaşamıyordu. “Laila” diye bir mekân, Etiler diye bir semt yoktu. Fatih’i esrarkeşler, tinerciler, kadın pazarlamacıları basmamıştı. Az da olsa hala “ulema semti” olma ruhunu koruyordu. Şehrin duvarlarına müstehcen şekiller çizen -Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşlarda olan- grafitiler, şehrin ana caddelerinde kadın pazarlayan tüccarlar da yoktu. Ama Topçu yine de öfkeliydi.
Bu kadim şehir hala direniyor onca sapığın eylemlerine, yağmacıların yağmalamasına, siyasilerin ve bürokratların, zengin iş adamların her türlü peşkeşine rağmen direniyor. Bu şehir kendisine merhamet etmeyenlere kucak açacak kadar merhametli ve cömert. Şehrin bu merhamet ve cömertliğine rağmen hala zalimce tavır görmesi kahredici bir durum.
Çocuklarımıza Fatih’i bir kılıçtan, kavuktan ve tahttan ibaretmiş gibi anlatan, Akşemseddin’i bir sarıktan ibaret bir cami hocası gibi anlatan, Mimar Sinan’ı bir taş ustası, bir taşeron gibi anlatan tarih ve tarihçinin bu topraklara vereceği hiçbir şeyi yoktur. Böyle bir tutumla bu şehre ve topraklara verebileceği hiçbir şeyi olamadığı gibi geleceğe dair söyleyebileceği hiçbir şey yoktur. Anlatılan Fatih’in Akşemseddin’in ve Sinan’ı arkasındaki hakiki Fatih’i, Akşemseddin’i ve Sinan’ı göremeyen bir zihnin de donuk, analitik zekâdan yoksun bir zihin olduğu aşikârdır. Bu zihinler hakikatin yerine gölgeyle eğleşmekten hoşlanan şerrinden Allah’a sığınılacak zihinlerdir. Fatih’i, Akşemseddin’i ve Sinan’ı anlatamayan ve anlayamayan ağızların ve dudakların sahipleri için bu değerler ölüdür.
Fatih’in mirasına yönelik tavrımız mirasyedilerin ve haram zadelerin tavrına benziyor. Bu şehrin Fatih’ini üzecek her türlü eylemi gördüğümde öfkem artıyor. Fatih görseydi, duysaydı, koklasaydı, dokunsaydı mirasına kederinden yıkılırdı diyorum. Mağlubiyet yüzü görmemiş fethin mimarı bu tür alçak bir mağlubiyetle kahrolurdu. Mirasının bu hale getirilmesi ihanetlerin en büyüğüdür herhalde. Topçu, Fatih’in neler hissedebileceğini özetle nefis bir şekilde şu cümlelerle ifade ediyor:
Beş yüz yıl önce bana kılıcımın hediyesi olan bu ülkenin semalarında, bugün nail olduğum “ba’su ba’del-mevt” sırrıyla etrafıma bakıyorum. Onun şimdiki binaların ihtişamı yanında Topkapı sarayımız, eski bir medrese halinde kalmış, çeşme, imaret yaptırdık. … Ya Ayasofya’nın minarelerindeki ezan sesini kim susturdu? Bin haçlı ordusu bunları yapamazdı? Siz nasıl yaptınız? …Heyhat bana heyhat asil evladıma! Bu şehri görmek istemem artık. … Nice yüz bin şehit kanıyla üzerinde birlik kurduğumuz bu vatan ne kadar perişan olmuş. Kurduğumuz birlik ise ayaklar altında. Medreselerimizin halka dağıttığı nur ve iman yerine, bugün buralarda taassup ve cehalet hüküm sürüyor. … Asırlık servileri ecdadımın ve evladımın ruhaniyetini terennüm eden şu kabristana bakın; meyhane kokuyor. … Al-i Osmanî evlad-ı yehud eliyle tahtından indirmişsiniz. Bize boyun eğmiş olan pespaye barbarların çocukları, zamanımızın sömürge diyarlarının prenslerine bunu reva görmediler. Kimden intikam aldınız? Ecdadınızdan mı? Mezar taşım sizden daha vefakâr; hiç olmazsa adıma lanet karıştırmadı. … Mabetler ambar yapılıp ayetlerin üzerinde bitler dolaşırken, nice sultanlarınız beton saraylarda, devirmekliğime feleğin vefa etmediği Batı Roma çocuklarının terennümlerini mırıldanıyor. Mesuliyetsiz vicdanlara, hayâsız alkışlara doğru yürüyün’ hesapçı korkulara, yalancı maskelere doğru yürüyün’[3]
Mesuliyetsiz vicdanların ve hayâsız akışların ve gürültülerin cümbüş halinde olduğu “askere gideceğim” diye teneke, zurna ve kornalarla gecenin 12 sinde 2 günlük bebeğimin korkutulduğu, titretildiği canavarlaştırılmış bir şehrin içinde İstanbul’u, fatihi ve fethi anmak anımsamak dramatik ve kahredici. Bu şehri seviyorum üstünde gezinenlerin hatırından daha çok altında yatanların hatırına ve hürmetine seviyorum.
Not: Devam edecek…
[1] Nurettin Topçu, Büyük
Fetih, Ezel Elverdi-İsmail Kara (Haz.), İstanbul: Dergah Yay. 2003, s. 18.
[2] Nurettin Topçu, a.g.e.,
29.05.1956, Milliyetçiler deneği Fetih Toplantısı, s. 41.
[3] Nurettin Topçu, a.g.e., s.76-79., 11.04.1952, Komünizme Karşı Mücadele, İslam Dergisi.
Yorum Yap