“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” Cemil Meriç-Jurnal 2
Annemin belki küçüklüğüme dair anlattığı -yazılı kağıtları okuma gayreti- bir özgeçmişin etkisi belki de Victor Hugo’nun kitabı Sefiller ve onun kahramanı Jan Valjan üzerinden bir paradigma ve yön değiştirme tecrübesi yaşadım. V. Hugo’nun “Sefilleri”ni okuyana kadar tek okuduğum kitap evde bulunan tek tük kitaptan biri olan kalın, kara kaplıklı “Peygamberler Tarihi” kitabıydı. Lise yıllarında hocalarımın “senden adam olmaz” deyip icma ettikleri ve şairin dediği gibi “haytanın biriydim.” Üniversite yılarında çılgınlığa varan bazen günde iki kitap bitirecek derecede yoğun okumalarla geçirdim zamanımı.
Üniversiteyi bitirdiğim yılın sonunda Erzurum’da -kaçak okumalarımı yaptığım- üniversite kitapevinin ve aynı zamanda Birey Yayınlarının sahibi Mahmut Balcı’yı bir ziyaretinde tanımıştım O’nu. 3–4 kişi oturduğumuz ortamda Balcı, bana gösterdiği simayı tanıyıp tanımadığımda “hayır tanımıyorum” dediğimde şok yaşamıştı Balcı. “Nasıl tanımazsın” dediğinde “tanımak zorunda mıyım?” cevabının sonrasında isim ve soy ismini söylediğinde şaşkınlık ve saygıyla ayağa kalkıp söz konusu zevata yönelip “Sizi kucaklayabilir miyim?” diye hayranlığımı belirten bir taleple kendisine sarılmak ve kucaklamak istedim. İsteğimi kırmadan ayağa kalktı ve kucaklaştık.
Yerlerimize oturduğumuzda “Bu kucaklaşma neyin nesiydi” diye sorduğunda “Ben sizin makalelerinizi okuyorum. Ve siz benim kafamda olanları yazıyor ve yapıyorsunuz. Çünkü siz bir ayağı Doğuda olup Batıyı çok iyi bilen bir adamsınız. Hayran olduğum Şeriati vizyonuna ve donanımına sahip bir tipsiniz.” Demiştim. Benim neler okuduğumu ve nelerle ilgilendiğimi sorduğumda ilgi alanlarımı ve okumalarımı söylediğimde şaşırmış ve heyecanımı ve hayretimi devam ettirmemi salık vermişti. Benim yer yer ümitsizliğimi bir felsefeci olmam nedeniyle Heidegger’in “Var olmak direnmektir.” söyleminden hareketle bir Müslüman’a ümitsizliğin yakışmayacağını ve ümitvar olmam gerektiğini söyledi.
Öncü bir kuşak yetiştirmek için zamanını ve yer yer ailesini feda eden, yaklaşık on yıldır tanıdığım asil, münevver, müteffekir, derviş olan bu adam entelektüel heyecanımı yitirdiğimde, samimiyet aradığımda gidip bulduğum her türlü yoğunluğuna rağmen kimi entelektüel tipler gibi “seninle uğraşacak zamanım yok.” edasından uzak olan adam gibi adamdır. Evladım, çocuğum dediği Yenişafak gazetesinde yazmakta ısrarcılığını da, gitmesine şerh düştüğüm TV5’e gitme nedenlerini ve kafasında olan projeleri de, BSF’ de yapmaya çalıştıklarını da ve ticarileşmeyi gördüğünde ceketini alıp gitmekte tereddüt etmediğini de çok iyi biliyorum. Davet edildiği sempozyumda “Prof. Dr.” Diye takdim edildiğinde bozulup ben “Profesör” değilim demesini, alkışladığında “Arkadaşlar bunlar şeytan işidir. Böyle şeyler yapmayın.” diye uyardığını bilirim. Mesleği, ekonomik konumu, yaşı, cinsiyeti, ideolojisi ne olduğuna bakmaksızın gençleri etrafına toplayıp onların gözlerinin içine bakarak ve kıymet vererek onlarla muhabbet içinde konuşmalarına çoğu zaman tanık olmuşumdur.
2010 Kültür Başkenti Sinema Direktörü olarak göreve başladığında yağmacılardan ve talancılardan (benim ifademle asalaklardan) ne kadar rahatsız olduğunu bilirim. Mümkün olduğunca çarkın yamulduğu bir düzende bu yağmaya karşı benliğinin ve fikrinin yıpranmasına rağmen asil durmak için nasıl çırpındığını da iyi bilirim.
Aslında daha önceki yazımda konu edindiğim yitik hikmetten daha çok kapitalizmi keşfetmek için canhıraş bir şekilde çırpınan bir kesimin yamulmasına öfkelenen, yer yer “durun kalabalıklar” edasıyla bulunduğu kesime uyarıda bulunan temiz kalabilmiş ender vicdanlardandır. Bu adam bir fabrika hatasıdır. Bu tip Necip Fazıl’ın ifadesiyle cins bir kafadır. Meriç’in müthiş ifadesiyle “Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede” kovalanan ve anlaşılamayan bir tiptir. Yine Meriç’in deyişiyle “…En yavuz ermişlerin, en çetin kahramanların zaman zaman nasıl çamurlaştıklarını görmenin” ıstırabını yaşayan bir vicdandır. İçinde olduğu geminin/kesimin su aldığını, yamulduğunu, yalpalandığını gören ve yer yer bunu söylemekten çekinmeyen bir tiptir.
Kendisi için çok ileri zamanlarda belki yaşlılığında (eğer ki ben yaşarsam!) belki öldüğünde bir yazı yazmak istiyordum. Nitekim bu yazı erken bir yazı oldu benim için. Ama gecenin bir vaktinde kalemime (içimi döktüğüm anlam) sarılmama neden olan şey bir gazetenin internet sitesine düşen “Mahpeyker” adlı filmden hareketle haksız ithamlara maruz kalmasına kalemim ve vicdanım müsaade edemezdi. Haksızlık karşısında ve yanlış anlaşılmada ve kasıtlarda nasıl öfkelendiğini tahmin ediyorum. Zaten “insaf yahu, insaf" diye yazı yazması da bu kızgınlığını yansıtan ifadelerdir. Şeriati’nin dediği gibi hareket eden trenleri ve fikirleri sevmeyen çocuksu bir mizacımız bu tipleri sevmeyen ve kaçıran itici bir karakter haline gelmiştir.
Anlaşılamamaktan yakınan, dinlenilmediği için kütüphanesine/fildişi kulesine kaçan ve cemiyet içinde ıstırabını artıran hadiselerden kaçıp inzivaya gömülen belki bir Meriç kaderini yaşayacak belki S. Karakoç kaderini yaşayacak. Ama kirlenmeden, ruhunu ve fikriyatını darbelemeden bir an önce fildişi kulesine dönerse hem kendisi için hem bu ülkenin irfan dünyası için iyi bir iş yapmış olur. Gemi su almaya başlamış, içindekiler bilinçlerini kaybetmeye başlamış ve tefessüh meydana gelmeye başlamıştır. Kokuşmuş olan bu gemiyi (kokuşmuş fareler metaforunu es geçerek) terk etmek, yeni bir gemi inşa edip kendi ifadesiyle “Her tür engeli aşma iradesiyle çıkılan bir yeniden var oluş, bir yeniden diriliş yürüyüşü ve yolculuğuna” yapılacak en asil iştir.
Bu yolculuğu yapacak kimden mi bahsediyorum “Var olmak direnmektir.” diyen, “Ümitsizlik Müslüman’a yakışmaz.” Vahiy bilincine sahip olan, direnen ve direnmesi gereken Yusuf Kaplan’dan. Neden mi yazıyorum çünkü bu adamı seviyorum. Yolu açık olsun vesselam…
Yorum Yap