Weber’in ortaya attığı Protestanlığın ortaya çıkışı felsefi, ekonomik olmaktan daha çok sosyolojik kökene dayanır. İslami söylemin Protestanlaşma süreci de sosyolojik, tarihi bir kökene dayanır. Cumhuriyet Türkiyesinde İslam’ın yükselişi 1950’li yıllardan itibaren görülmeye başlanmıştır. Kemalist devrimin yeraltına inmek zorunda bıraktığı dini kesimler, 1950’den çok partili sisteme geçişle birlikte gelen kısmi özgürlük ortamı içinde kendilerini ifade etme imkânı bularak siyaset içinde de etkin olmaya başladılar. Özellikle cemaatlerin ve tarikatların lokomotifliğini yaptığı İslami kesim 1970’li yıllara kadar Said Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, N. F. Kısakürek, Hüseyin Hilmi Işık ve daha çok yerel düzeyde etkin olan şahısların görüşleri etrafında gelişmiştir. İslam anlayışı oluşmaya başlaması Hasan El Benna, S. Kutup, Mevdudi ve Ali Şeraiti gibi düşünürlerle olmuştur. Bu kaynaklardan beslenen İslami kesim MSP çevresinde bir siyasal hareket meydana getirmiştir.[1]
1980 Sonrası Liberal siyaset ve serbest piyasa ekonomi politikası içeren icraatlarıyla yönetim anlayışı sergileyen Özal iktidarı sayesinde gerek cemaatler ve gerekse vakıf ve kurumlar yoluyla bireyler Müslümanlaşma yoluna gitmişlerdir. Bilgi ve amel birlikteliğinden uzak olan bu oluşumlar düşünümsel olmaktan çok duygusal bir nitelik arz etmiştir. İslam kültürünü yaşamaktan çok bilmek ve karşıtlarıyla ced/b/elleşmek için okunan abur cubur kitaplar, İslam’ın ruhi boyutundan olan geleneğe ve tasavvufa anlamsız saldırılar, yaşam anlayışı olarak modernliğe lanet, onun nimetlerini de kullanmaktan da haz duyan, ona şükreden ikiyüzlü söylemler ortaya çıkmıştır.
Söylemsel olarak dini anlama ve yorumlamak açısından yavaş yavaş dünyevileşme/ sekülerleşme sinyali veren Müslümanlar "güç" fenomeni üzerinde durmuşlardır. Özellikle ekonomik gücün olmazlığını savunan bireyler kendilerine "Kuvvetli mümin zayıf müminden iyidir." hadisini kendi hayat anlayışlarında ve anlam dünyalarında referans olarak kullanmışlardır.
"20. yüzyılda İslam’ın modernist savunmacıları (apologist)İslam’ın bir din olarak özü itibariyle anti rasyonel olmadığını ve kapitalizmle uyuşmaz olmadığını, ayrıca kültürel olarak ta gelenekselci olmadığını savunmuşlardır."[2]
Ömer Demir’e göre muhafazakâr burjuvazinin özellikleri şunlardır. Dini değerlere sahip ilerlemeci muhafazakarlar ekonomik fayda maliyet hesabına göre hareket eden, sanatsal kültürel faaliyetler gibi idealist alanlardan daha çok somut getirisi olan alanlara yönelen, sermaye birikimini çok ortaklı ya da aile ortaklığı esasına göre teşekküllendiren, devlet gücünü parasal kazanca dönüştürme kabiliyetinden uzak olan, kendi ayakları üzerinde duran, devletçilikten rahatsız olan, küçük işletmelerden oluşan, sağ muhafazakar partilere destek veren ama bir partinin organik uzantısı olmayan, çocuklarını özel kolejlerde ya da yurt dışında okutan, ilkokul mezunu olan hacı babaların en az bir yabancı dil bilen üniversite mezunu olan kolejli çocuklardır. Bu toplumsal konumları ile bu fertler Radikalizmin panzehiri olmuşlardır. Çıkarı peşinde koşmak, para kazanmak için çalışmak pozitif bir moral değer olmuştur.[3]
Oluşturdukları pozitif moral değerlere sahip bu konumdaki dindar burjuvazi; "samimi, mütedeyyin" insanların sekülerizme kayışlarında yumuşak geçişi ya da dolayımlı uzamayı sağlayan “alternatif arzu” yoluyla bir köprü konumundadır. Bu yumuşak geçişin ilk tehlikeli işaretlerini İslamcı kadını giydirdiğini onu örttüğünü söyleyen Tekbir giyim vermiştir. Dindar burjuvaziyi “yumuşak geçiş köprüsü” (dinilikten-dünyeviliğe)olarak nitelendirmemin nedeni salt anlamda kişilerde protest bir din anlayışı ve görünüm oluşturmuş olmalarıdır. Yeşil sermaye, İslamcı sermaye, Anadolu kaplanları olarak isimlendirilen, iktidar partileriyle kol kola giren burjuvazi yoksul kesimin oylarını ve tüketiminden faydalanıyordu.
Kapitalist bir mantık içerisinde kendisine tüketim muhatabı olarak alınan bakir tüketici potansiyeli olan mütedeyyin insanlar İslami söylev ve eylemlerle sömürülmüştür. Bu sorun İslam’ın yerli/bize özgü bağlamda sorunu değil aynı zamanda küresel bağlamda sorunudur. Protestanlaştırma tehdidiyle karşı karşıya kalan İslam kültürünün küresel sistemle hegemonik güçlerin etkisiyle kolaylaştırıcı bir şekilde proje halinde toplumsal görünürlük altında içi boşaltılmaya çalışılmaktadır.[4]
İslamın dönüşüyle İslamcılığın başarısızlığı arasındaki çelişki sadece görünüştedir. Liberal dünya görüşü ile İslam arasındaki ortak değerler görüldükçe İslami kesim ve aydınlarının kafasındaki olumsuz Batı imajı ciddi biçimde erozyona uğramaktadır. Arap dünyasında sosyalizmi ile İslam arasında bağ kurma ahlakı son zamanlarda Türkiye’de İslami kesimin liberalizm ile İslam arasında ortak bağ kurma ve değerler arama çabasına itmiştir.[5]
Anadolu sermayesinin oluşumunda Özal dönemi ile başlayan ekonominin dış dünyaya açılma süreci, önemli bir başlangıçtır. Ciddi bir açılım yapan İslami kesim 1980’li yılların başlarından itibaren kendi içinde kendi içinde farklılaşmaya başlamıştır. Bu farklılaşma çoğulcu” “pragmatik” ve “reddiyeci” denilen sınıflar meydana gelmiştir. Birinci sınıfı Bahri Zengin, Ali Bulaç gibi entelektüeller ikinci sınıfı cemaatler, üçüncü sınıfı ise marjinal radikaller oluşturur. İslami kesim katolizmin ve püritenlik arzı ahlak anlayışlarında sarkaç arasındadır. Dünyeviliğin gerektirdiği servet, ticaret yapma, konformizm, zenginleşme modernliğin nimetlerinden faydalanma noktasında püriten cematin manevi yapısını bireyden önemli görme cemaat liderine itaat, kararlarını dogmalaştırma ve yüceltme hiyerarşiye sadık kalma bakımından Katolik bir karakter taşımaktadır.[6] Türkiye’de Müslümanlar kadın-erkek, ilişkisinden; felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi batılı bilimlere olan yaklaşımlarına kadar uzanan genişçe bir eksende modern değerleri paylaşarak önemli bir değişim yaşadılar.[7]
İslamda siyasal bir ideoloji gören ve toplumun İslamileşmesinin sadece şeriat uygulamasından değil, İslami bir devlet kurulmasından geçtiğini düşünen hareketleri “İslamcı” diye adlandıran Roy İslamcıların toplumsal ve ekonomik projeleri olmadığını ve aslında İslamcılığın modernleşmeyle toplumsal ve teknolojik olarak bütünleşme olduğunu iddia eder. Roy’un tezi post-islamcı İslamileşme biçiminin dinin bir gerilemesine değil, içinde dinsel pratiklerin geliştiği mekânın laikleşme biçimine tekabül ettiğidir. Roy Post-islamcılığın yeniden İslamileşmenin özelleşmesi durumunu şu şekilde betimliyor.
Ekonomik liberalleşmeden yararlanan çok sayıda “İslamcı” işadamı İslami business piyasasında oynamışlardır. (tesettüre uygun giyim ticareti, İslami finans kuruluşları, ama aynı zamanda hayır işleri ve özel okullara mali kaynak temini) Türkiye’de bile MÜSİAD adı altında toplanan dinamik bir KOBİ sektörü, laik ve Avrupa yanlısı büyük patronalardan ayırt edilmektedir. Solun etkisi altındaki geleneksel İslamcıların bazen sosyalizmi andıran söylemlerini bir yana bırakan güncel İslami aktörler, para “namusuyla kazanıldığı” ve sadakalarla zekatlar verildiği taktirde şahsi zenginleşmenin olumlu algılandığı liberalizmden ve devletçilik aleyhtarlığından dem vurmaktadırlar. Bir anlamda Weber’în çizdiği püriten portresi çıkmıştır artık piyasaya. [8]
Necip Fazıl’ın “öz yurdunda garipsin/öz yurdunda parya” dizelerinde ifadesini bulan bu yoksunluk duygusunun dindarlara varlıklarını korumak ve güçlendirmek için güçlü bir dayanışma ve kendini ispatlama motivasyonu sağladığı söylenebilir. İslamcı sermayenin baş aktörlerinin başarı öykülerinin çoğunda bu tür bir motivasyonun izlerini görmek mümkündür. Yükselen Anadolu sermayesi Türkiye’de tatil köyleriyle, özel okullarıyla, defileleriyle mesleki dernekleriyle yeni bir dindar muhafazakâr iş adamı sınıfının oluşmasına yol açmıştır. Dindar muhafazakâr burjuvazi Türkiye’de meydana gelen toplumsal gelişimin ve değişimin en önemli sonuçlarından biridir. Haşemalarla başlayan modern yaşam tarzının İslamileştirilmesi uygulamaları giderek tesettür defileleri, tesettürlü doktorlar, avukatlar, sporcular, sunucular, hostesler, şoförler ile hem yaygınlık hem de meşruiyet kazanmaktadır. Sahip olunan servet büyüdükçe, onu muhafaza etmek için işbirliği yapma ihtiyacı ve zorunluluğu artacaktır.[9]
Sorun tesettürlü doktor yada avukat olmak değil sorun Müslüman olarak kalınıp kalınmadığıdır. Sonuç olarak İslamcılıkta diğer ideolojilerin karşılaştıkları şu soruyu sormuş: İstediğimiz gerçekten bu muydu? Ve şu sonuçla karşılamıştır “Değerlerin terk edilmesi ve kapitalistleşme sürecini yaşamak.”
Devam edecek…
[1] Ömer Çaha, Ana temalarıyla 1980 Sonrası İslami Hareket, İslamcılık, Yasin Aktay, (drl.) İstanbul: İletişim Yay. 2005, s. 476–477
[2] Bryan S. Turner Postmodernizm ve Din, Postmodernizm ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm,Aktay Yasin- Topçuoğlu Abdullah (drl.) Ankara: Vadi yay., s. 45
[3] Ömer Demir, Anadolu Sermayesi yada İslamcı Sermaye, İslamcılık, Yasin Aktay, (drl.) İstanbul: İletişim Yay. 2005, s.
875-876
[4] Ahmet Dağ, Müslümanlar Nereye Koşuyor?http://www.umrandergisi.com/HDF_detay.asp?bicim=K&ID=2128&K=&KK=
[5] Çaha, s. 481
[6] Çaha, s. 486
[7] Çaha, s. 489
[8] Oliver Roy, İslamcı Hareketlerin Sıradanlaşması, İslamcılık, Yasin Aktay, (drl.) İstanbul: İletişim Yay. 2005, s. 927–934
[9] Demir, s. 879
Yorum Yap