20. yüzyıl savaşların, acıların ve güçlü olanların yeryüzünü yeniden şekillendirmeyi amaçladıkları bir asırdı.
Osmanlı'nın tarih sahnesinden silinmesiyle dünya devasa sarsıntılar yaşadı. İki dünya savaşı ve akabinde devam eden emperyalist kavgalar yaşadığımız kürede güçlü ama merhametli bir devletin eksikliğini hep hissettirdi.
Esasen bugün çekilen acıların da temelinde bu var sanırım. Güçlü olanda merhamet ve vicdan, vicdanlı olanda ise güç yok ne yazık ki!
Güçsüzken mağdur olanlar, gücü elde ettiklerinde en zalimden daha zalim bir konuma yerleşmekte hiçbir sakınca görmüyorlar. Dünün mazlumları bugünün zalimine dönüşebiliyor kolaylıkla. İnsandan merhameti çekip aldığınızda geri kalanı görmek kadar acı verici bir tecrübe olmuyor herhalde!
Aklı olan devletler silah sanayiinden daha çok gelecek nesil yatırımına yöneliyorlar. Zira zulüm asla onu kullananı abad etmediği gibi, berbat ve ibretli bir sonu da kaçınılmaz kılıyor. Bizim gibi, koskoca bir kültürün mirasçılarından ise, içine düştüğü karanlık dehlizin penceresi kadar bir ufuk çiziyor birileri. Ve bu birilerinin yerli uzantıları da, kendilerine gösterilen toplumsal kıblenin dışına çıkmayı tuhaf bir 'eksen kayması'yla açıklamaya çabalıyorlar. "Yüzümüzü doğuya dönüyoruz" diye endişeli bağırışlarda bulunuyorlar mesela. Oysa gerçek bir cihan devleti için, tüm yönler aynıdır. Doğu da korkulacak bir yön değildir, batı da. Kuzey de gidilmeyecek uzaklık değildir, güney de...
Yaşadığımız yüzyılda Türk insanına biçilen kıyafete dar geleceğini tahmin bile etmiyorlar. Korku ile yüz yıldır örülen kalın kabukların kırılmasından çekiniyorlar.
Asrın beyin yapıcısı Eskişehir Hapishanesi'nin penceresinden dışarı bakarken bugün Hollywood'un yeni yeni keşfettiği 'flashforward' yöntemini kullanarak geleceği okuyor. Şahane bir yöntem.
Açıkçası bu sene 8.si düzenlenen Uluslararası Türkçe Olimpiyatları'na ben bu gözle baktım hep. Elbette Tacik bir çocuğun 'Dönülmez akşamın ufkundayım' gibi zor bir şarkıyı seslendirmesi, Türkmen bir çocuğun 'Delalım' demesi, bir diğerinin zeybek türküsü seslendirmesi, ötekinin 'Aman bre deryalar'ı bir Trakyalı gibi seslendirmesi etkileyiciydi. Ancak çok daha temel ve geleceği ilgilendiren bir manzara oluştu karşımızda. Görüyorsunuz işte, iletişimin, ulaşımın bu kadar ilerlediği bir çağda, bazı toplumlar zulüm altında inim inim inliyor. Bir kutu aspirin, bir tutam sargı bezi, bir çuval pirinç çok görülüyor. Birileri kendi bekasını, başkalarının yokluğuna kodluyor ve ötekinin varlığı berikinin mevcudiyetini tehdit olarak algılamasına dönüşüyor. Ve sonra her türlü alçaklık, kalleşlik, namussuzluk meşru görülüp, gösterilmeye çalışılıyor. Yalan bir devlet politikasına dönüşüyor, vicdansızlık modernliğin bir parçasıymış gibi gösterilmeye çalışılıyor.
Birleşmiş Milletler diye bir kuruluş var örneğin. Sözde tüm dünya üzerinde barışı, huzuru ve otoriteyi kurmak üzere kurulmuş bir oluşum. Ama zihinler vicdan ekseninden kayınca akıtılan o kadar kan, yapılan zulümler görülmezden gelinebiliyor ve BM denilen o çok renkli yapı bir anda merhamet hissi alınmış tuhaf bir organizmaya dönüşüyor. İğrenç ve çıkarcı siyasetlerin baş tacı edildiği birer psikolojik baskı platformuna dönüşüyor.
İşte bu nedenle çok önemli Türk okulları. 120 ayrı ülkeden gelen yüzlerce çocuk ancak değiştirebilir bu resmi. Gelecek nesillere yapılacak merhamet ve vicdan aşısı ancak dünyayı tekrar insaf eksenine oturtabilir. Bu çocuklar büyüyüp kendi ülkeleri adına bir yerlere geldiklerinde ancak ortak bir akıl ve vicdandan söz edebiliriz.
Yoksa, alçak hep alçaklığını yapar, mazlum ise mağduriyetten tuhaf bir haz alan, kabullenilmiş acziyet içinde ağlayıp durur. Dünya bu çocukların sayısının artmasını, büyümelerini ve kendi ülkeleri adına söz sahibi olmalarını bekliyor. İnsanlık kaybettiği vicdan ve merhamet eksenine dönmenin hasretiyle kavruluyor zira. Açıkçası gördüğüm tablo öylesine bir umut yükledi ki bana, en zalimin, ikiyüzlünün, kendini kahraman zanneden sineğin bağırış çağırışları bile vızıltı gibi geldi.
Başbakan'ın da dediği gibi, evet ümitvarız!
Zaman
Yorum Yap