DİĞER İÇERİKLER

© Copyright 2023 - Timeturk İnternet Haber

Bu sitede yer alan tüm içerikler Timeturk'e aittir. Kopyalanması kesinlikle yasaktır.

A PHP Error was encountered

Severity: Notice

Message: Undefined variable: currency

Filename: layout/header.php

Line Number: 566

Backtrace:

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\views\layout\header.php
Line: 566
Function: _error_handler

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\controllers\Detail.php
Line: 836
Function: view

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\indexd.php
Line: 315
Function: require_once

A PHP Error was encountered

Severity: Warning

Message: Invalid argument supplied for foreach()

Filename: layout/header.php

Line Number: 566

Backtrace:

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\views\layout\header.php
Line: 566
Function: _error_handler

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\controllers\Detail.php
Line: 836
Function: view

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\indexd.php
Line: 315
Function: require_once

Refref'in kutlu süvarisi

2011-06-28 13:49:38
Dudakları şeker ezenlerden biri diyor ki, bir zamanlar, adaletli sokakların kenti olan Bağdat'ta, siyaha bürünmüş bir dilenci, Abbasi halifelerinin iftiharı olan Harun Reşit'in yolunu kesti ve "Harun!" dedi

"Sana bir hediye getirdim. Bir hediye ki senden önceki hiçbir hükümdar böylesine değerli bir cevhere sahip olmadı." Halife kederli bir günündeydi ve adamları dilenciyi yanından uzaklaştırmak istediler. O biçare ise hiç telaşlanmadan, yırtık giysisinin yakasına elini uzattı, eskimiş, kirlenmiş, yazıları dağılmak üzere olan bir kâğıt parçası çıkardı, halifeye sundu. Dilenci sözlerine başlarken "kıymetli bir cevher" demişti, herkes halifeye sunduğu şeyin, en azından bir yakut veya elmas olmasını bekliyordu. Bu yüzden, kirli bir kâğıt parçası elbette muhafızları öfkelendirdi. Oysa kâğıdı eline alan öfkelenmemiş; bilakis yüzü aydınlanıvermişti. Sevindiği, çok sevindiği belli oluyordu. Öyle ki kâğıda baktıkça şad oldu, dudakları kıpırdadıkça abad oldu. Üzüntüsü dağıldı, kederi gitti. Dünyalar onun olmuş gibi bir hale yetti. Fakire o derece çok bahşişler verdi, o kadar hazineler sundu ki, daha evvel bir hükümdarın, bir dilenciye hiç bu kadar yüksek bir ihsanda bulunduğunu tarih yazmamıştı. Bununla yetinmedi, sırtındaki mücevher işlemeli kaftanını zavallının omuzlarına giydirdi, parmağındaki mücevher yüzüğü avucuna sıkıştırdı. Durmadı, sarayına koştu, altın ve gümüşten ne varsa fakir fukaraya dağıtılmasını buyurdu.

Geceydi... Harun sevincinden uyuyamıyordu. Bir ara dalar gibi oldu. O sırada rüyasına iki cihanın serveri, evvelkilerin ve sonrakilerin efendisi, kâinatın övüncü Muhammed Mustafa girdi. Lütfen ve keremen buyuruyordu ki;

"Ey Harun!.. Mademki benim hilyemi görünce böylesine memnun ve şâd oldun, mademki beni yakından tanımakla hürmetini çoğaltıp salavat okudun; o fakir ki senin ihsanlarınla zengin oldu; şimdi ben de sana öyle zengin bir müjde vereyim ki beni sevenlere ibret olsun. Çünkü Allah Teala 'Ey Habibim!" buyurdu, "Senin hilyeni görenler şâd olsun, onu muhafaza edeni belalardan muhafaza edeyim, onu (zihninde veya üzerinde) taşıyanı kıyamete dek koruyayım, cehennem ateşi o kişiye haram olsun, bir azaba uğramasın, didarımı görsün!'."

O günden sonra, zarif insanlar, kendilerine Hilye nüshasıyla gelen bir dilenciyi geri çevirmediler; devletlular, hilyeyi vasıta ederek talepte bulunan hiç kimseyi kapılarından boş döndürmediler... Hilye hürmetine suçluları affetmek, hilye yüzü suyuna küs ile barışmak bir gelenek oldu...

Hakanî Mehmet Bey (ö.1605) anlattı bu hikâyeyi bize. Hilye-i Saadet adlı o muhteşem eserinde. Hilye, Türk'e özgü bir edebi tür oldu sonra. Türk ruhunda uyanmış bir sevginin çiçekleri oldu, hasbahçelerde gül gül açtı. Kâh şiire döküldü, kâh nakşa yansıdı... Ama illa ki hat olup çizildi, münhanilerde birikip keşidelerde uzayarak yazıldı, yazıldı, durmadan yazıldı...

Peki hilyeler neyi anlatırdı; Harun'u o derece sevindiren neydi?!..

Hilyeler, kâinatın incisini ve Refref'in süvarisini anlatıyordu. Onun vücut yapısını, güzel ahlâkını, hâl ve hareket tarzını, tavır ve davranışlarını, mahzâ O'nu anlatıyordu. O ki eşref-i mahlukat idi, güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmişti. O ki bütün şahsî ve hususî hayatı ümmetine örnek idi, o ki bakışıyla ve duruşuyla, durması ve kımıldamasıyla ümmetine rehber idi. O'nu tanımak, O'nu bilmek bunun için önemliydi ve Hilyeler aslında bir özleme cevap veren yüzyılları kuşatmış bir hasret hayalinin cevabıydı. Hilyeler, O'nu tanımak, bilmek isteyen hasret gönüllerin özlemiydi. Hilyeler rehberini görmek isteyen uzak yolcuların asırlar süren en ihtişamlı emeli, belki O'nu görmeyenlerin yüzyıllarca biriken özleminin adıydı. Hilye, binlerce yıl kaç binlerce Ebubekir'lerin, Ömer'lerin, Osman'ların; sonra Amine'lerin, Hatice'lerin, Ayşe'lerin hasretiydi ama Fatıma'nın ağzından gözyaşı olup dökülmüştü:

"Babacığım! Senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim!.."

İşte o vakit Efendim Muhammed, çağırdı Ali'yi yanına, o yiğitler yiğidi Ali'yi ve buyurdu:

"Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek beni görmek gibidir." İlmin hazinesi ile kapısı arasında geçen bu konuşma bize hilyeleri verdi. Ve Ali yazdı, O'nun "Beni rüyâsında gören kimse, beni sağlığımda görmüş gibi olur; çünki şeytan benim sûretime giremez." buyurduğunu bilerek yazdı. Yazdı ki O'nu cihan tanısın, yazdı ki O'nu can tanısın. Hayatta göremeyenler rüyasında görerek tanısın, rüyada doymayanlar hayal edebilsin tanısın... Hele ezberlesin okusun, okusun ezberlesin...

O'nu en ziyade şairler ve hattatlar tanıdı. Şairler O'nu tanımak için mısra mısra damıttılar ince fikirlerini, hattatlar harf harf yürüttüler zarif sanatlarını. Hz. Ali'nin yazdıklarını yeniden yazdılar; bıkmadan usanmadan, usanmadan, bıkmadan... Ve "Hz. Ali, Hz. Peygamber'i vasfettiği zaman şöyle buyurdu: Hz. Peygamber'in boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa, ne de düz uzun saçlıydı; saçı, kıvırcıkla düz arası idi. Değirmi yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında, bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında 'nübüvvet mührü' vardı. Bu, O'nun sonuncu peygamber oluşunun nişanesi idi. O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, O'nun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler; fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O'nu her şeyden çok severlerdi. O'nun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmaya çalışan kimse: 'Ben, gerek O'ndan ve gerekse O'ndan sonra, Rasûlullah gibi birisini görmedim' demek suretiyle O'nu tanıtmak hususundaki aczini ve yetersizliğini itiraf ederdi. Allah'ın salat ve selamı O'nun üzerine olsun."

Mi'rac kandiliniz mübarek olsun.Ve yarından tezi yok, evinize bir Hilye kitabı veya levhası götürün...


Görüş Bildir Bizimle Paylaş