Bu sorunun sorulmasını zorunlu kılan bir Türkiye'yi yaşıyoruz. Hâkimiyetin bir iddia, bir çekişme, bir rekabet konusu olduğu bir Türkiye... Sivil ve asker bürokrasi; Yargıtay'ı, Danıştay'ı, Anayasa Mahkemesi'yle, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve TSK'sı ile devlet bir yanda, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümet (millet) öte yanda...
Uzun bir süreden beri örtük bir biçimde süregiden 'devlet' mi, 'millet' mi çekişmesi, nihayet suyun yüzüne çıktı. Her ne kadar, Cumhuriyet rejimlerinin temelkoyucu ilkesi, 'hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir' ise de, Türkiye Cumhuriyeti'nin, daha başından beri, 'millet'in değil, son tahlilde 'devlet'in ağır bastığı bir hâkimiyet düzeni inşa ettiği biliniyor. Niçin? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucuları, askerlerdir;- Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları! O nedenle de TSK, İç Hizmet Talimatnamesi'nde Cumhuriyet'i 'koruma ve kollamak'la görevlendirilmiştir: (Unutmamalı: 'Harbiye Marşı'ndaki 'Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti' dizesi, bu 'sahiplenme'nin dilegetiriliş örneklerinden biridir. Öteki örnek, yine Harbiye Marşı'ndan: Harbiye'li, Cumhuriyet'in 'nigehban'ı, gözcüsü'dür). Milli Güvenlik Kurulu, Türkiye'nin 'seçilmiş' olanlarla ('hükümet') 'atanmış' olanlar ('sivil ve asker bürokratlar') tarafından, birlikte yönetildiğini gösterir. MGK, kararları her ne kadar 'tavsiye' niteliğinde olsa da, ülkeyi, kısaca 'devlet'le 'millet'in birlikte yönetiyor oldukları anlamına gelir.
Gelirdi, demek daha doğru! Şimdi ise artık sorun, Türkiye Cumhuriyeti'nin 'devlet'le 'millet'in birlikte yönetiliyor olması gibi, hem Cumhuriyet'in kuruluşuna ilişkin tarihsel gerçekliğe hem de Cumhuriyet'in demokratik niteliğine uygun bir formülasyondan, 'devlet'le 'millet' arasında hâkimiyetin kime ait olduğu konusunda bir zıtlaşmaya, daha doğru bir deyişle, hâkimiyet ya da iktidar mücadelesine geçilmiş olmasıdır.
Türkiye, 'millet'in 'demokrasi'ye; 'devlet'in de 'laiklik'e sahip çıktığı bir ikilemi yaşıyor. Bu ikilem, daha başından beri vardır. 1924'te, Mustafa Kemal Paşa'ya karşı Terakkiperver Fırka'yı kuranlar, çoğunlukla askerlerdi ve onlar hem ordu ve kolordu komutanları olarak 'devlet'i, hem de milletvekili olarak 'millet'i temsil ediyorlardı. Mustafa Kemal Paşa'nın, muhalif paşaları, 'ya askerlik, ya meclis!' diyerek bir seçmeye zorlamasının, çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu, askerin siyasetten kesinlikle uzak durması gerektiği konusunda Mustafa Kemal Paşa'nın tartışmasız kararlılığını gösterir.
Kısaca söylemek gerekirse, Mustafa Kemal Paşa, bu ikilemi çözmüştü. İsmet Paşa da, geleneği devam ettirdi. 27 Mayıs 1960, bu geleneğin ilk ihlalidir. Onu, bilindiği gibi, 'devlet'in, 12 Mart,12 Eylül, 28 Şubat müdahaleleri izledi. Ve bu müdahaleler, bir yandan askerî bürokrasiye atfedilen Ergenekon iddiaları, öte yandan da sivil bürokrasinin hükümetin ve TBMM'nin aldığı kritik kararları sürekli olarak dava konusu yapması, Türkiye Cumhuriyeti'nin 'devlet'le 'millet' tarafından birlikte yönetiliyor olmasına ilişkin tarihî dengeyi bozarak ülkeyi bugünkü krizli ortama sürükledi.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin 'Demokratik, Laik, Sosyal bir Hukuk Devleti' olduğudur. Yasa koyucu, Cumhuriyetin 'temel nitelikleri'ni sıralarken 'demokrasi'yi, öteki temel niteliklerden ('Laiklik', 'Sosyal Hukuk Devleti') öne koymuştur: Bu öncelik, 'Hâkimiyet Kayıtsız Koşulsuz Milletindir' ilkesinin anayasallaşarak konsolide edilmesi anlamına gelir. Demokrasi, hâkimiyetin kaynağını ve iktidarın meşruiyetini nereden aldığını göstermesi açısından, öncelikli ve elbette birincil (evet, birincil!) konumdadır. Dolayısıyla bu, Türkiye Cumhuriyeti'nin 'millet'le 'devlet'in birlikte yönetiminde 'devlet'e, yani sivil ve asker bürokrasiye değil, 'millet'e öncelik tanıdığını gösterir.
Bugün ülkemizde açıktan açığa, demokrasiye, demokratik yönetime karşı olanlar (hatta aralarında anayasa profesörleri bile) var! Elbette, hiç kimse, Saint Just'ün Fransız Devrimi sırasında sloganlaşan sözünü değiştirerek söylersem, 'Demokrasi düşmanlarına Demokratça davranmak yok!' demiyor. (Saint Just, 'Özgürlük düşmanlarına özgürlük yok!' diyordu.) Ama kuşkusuz, 'laiklik' konusunda tam tersi doğrultuda gösterilen radikal 'hassasiyet'in, o kertede radikal olmasa bile, demokrasi konusunda da gösterilmiyor olmasını da, anlayışla karşılamak, doğrusu, benim kabul edebileceğim bir durum değil...
Soruyu bu defa, daha farklı sormanın zamanıdır: Hâkimiyet konusunda, 'kayıtsız koşulsuz' öncelik kime aittir? [Sadece] Millet'e mi, yoksa Devlet'e mi?
Zaman
Yorum Yap