"Düütt, düüüt!"
Duvara vurduğumuz kireçli fırçayla yazdığımız sloganları yarıda bırakıp, tüymeyi öneriyorum. Hakan, oralı değil:
"Biraz daha yazalım, polislerin gelmesi zaman alır."
Uzaktan siren sesleri gelene dek, "yazı"yı sürdürüyoruz. Hakan'a kızıyorum. Sanki "vücudu adrenalin istiyor" gibi bir hali var. Yakalanma korkusunun sınırlarından dönmek hoşuna gidiyor.
Derken 12 Eylül askeri müdahalesi geliyor. Türküsü bile olan Sokakbaşı'ndaki artık tarihe karışan Asmalı Kahve'nin önünde, Türkiye'nin geleceğini tartışıyoruz.
Bir gecede dönüp, "Beni kullandılar" diyen dava arkadaşlarımızı görüyoruz. Ben biraz ortalarda geziniyorum. "Can güvenliğinin sağlanması"ndan ötürü mutluyum, eskiden dile getiremediğim "sol özeleştirileri" dile getiriyorum. Bizim Hakan, hepimize kızıyor, sonuna kadar devrimci! Ama tüm bu tartışmalar dostluğumuzu eksiltmiyor.
12 Eylül'ün sıcağında Ankara'da üniversiteye başlıyoruz. Adaşım Tıp Fakültesi'nde öğrenime başlıyor. Haftada, ayda bir de olsa görüşüyoruz. Ama özellikle yaz aylarında memleketimiz Giresun'da sürekli beraberiz.
PKK terörü başlıyor. Karadeniz'in solcu-devrimci gençleri PKK'ya hayli tepkili. Karadenizli'nin en sosyalistinin bile sıkı milliyetçi olduğunu keşfediyorum. Sadece adaşım ve ben, "bizim arkadaşlardan" daha az milliyetçiyiz.
Hakan, tıp fakültesini bitiriyor. Yine yazın bir aradayız. Tutturmuş, sürekli tekrarlıyor:
"Gönüllü olarak Güneydoğu'ya doktor gideceğim. Geri kalmış yöredeki, fakir halkımıza hizmet edeceğim."
Uyarıyorum:
"Oğlum saçmalama, acayip terör var. Uzak dur bu maceralardan!"
Hakan dinlemiyor. Bir sonraki yaz Giresun'a gelmeden önce haberi geliyor. Ey Allah'ın salak Hakan'ı sen git, Diyarbakır'ın en ücra yerine. Hayatını köylülere ada! Sadece sağlık sorunlarıyla değil, tüm işleriyle ilgilen. Bütün köyün sevgilisi ol! Sonra bir hafta sonu av partisi, PKK'lılar "kaza süsü"yle Hakan'ın vücudunu tüfek saçmasıyla dolduruyorlar. Dertleri de şu:
"Emperyalist Türk devletinin doktoru burada halkın sevgisini kazanarak, Türk devletinin sempatik görünmesini sağlıyor!"
Karnını açıp, bakıyorum. Vücudu saçmadan delik deşik. Eski Hakan gitmiş, ölümden dönen yepyenisi gelmiş. Nasıl küfür ediyor, kendisine bütün bunları yapanlara. Hayal kırıklığıyla öyle bir sallıyor ki, uyarıyorum:
"Oğlum, bir ortasını bulamadın gittin. Eskiden bir uçtaydın, şimdi öbür uçta! İkisi de yanlış, bul şu ortayı!"
Dinlemiyor ama "kalbi insan sevgisiyle dolu" arkadaşım bu sefer kendisini memleketi Giresun'a adıyor. Artık ben İstanbul'da yaşıyorum ama hep ününü duyuyorum. Giresun Devlet Hastanesi'ndeki Hakan, şehirde efsane haline geliyor. Hastalıkla derdi olan ilk onun kapısını çalıyor. Rapor isteyene rapor ayarlama! Eminim, cebinden para verip, ameliyatlarını bile yaptırıyordur! Çünkü öyle bir herif!
2004 Haziran'ında yolum birkaç saatliğine Giresun'a düştüğünde, Sokakbaşı'na uğruyorum. "Nerede bizim deli doktor" diye soruyorum. Lütfi ve Zeki öğretmen beraber gülüyorlar:
"Vaktin kısıtlı şu anda bulamazsın, o bugün bir yerlere gitti. Zaten kafayı yedi, dağ leoparı olacakmış. Tanrı Dağları'na tırmanacak, ona hazırlanıyor!"
Meğer benim "adrenalin manyağı" arkadaşım dağcı olmuş, benim haberim yokmuş. Anlatıyorlar:
"Hani AKUT falan var ya onların yönetimine gıcık oluyor. Kendi reklamları ve para peşinde olduklarını düşünüyor. İşte insanlara hiçbir çıkar düşünmeden yardım etmek için, kendi bir örgütlenme kuracak. Bu yüzden de dağ leoparı brövesini almak istiyor."
Kırgızistan'da Tanrı Dağları'ndaki falanca zirveye tırmananların "dağ leoparı" olduğunu falan söylüyorlar, öyle çok fazla ilgilenmiyorum. "Bizim deli doktor noolacak" deyip, selamlarımı iletmelerini söylüyorum.
Dönüyorum İstanbul'a. O tarihte bir özel kanalda ana haber yönetiyorum. Temmuz ortasında sabah gazetelerin birinci sayfasında bir fotoğraf. Gözlerime inanamıyorum. Bizim Hakan! Ve okuduğum haberle donup kalıyorum:
"Giresun Devlet Hastanesi Acil Servis doktoru Hakan Güvenç, Kırgızistan'daki Tanrı Dağları'ndaki Pobeda zirvesine tırmanırken düşerek yaşamını yitirdi."
Ayrıntılar öyle korkunç ki! Binlerce metre yükseklikten düşüyor ve bedeni bulunamıyor!
Haber önümde çocukluğuma döndüm. "Niye hep heyecanın ve ölümün sınırlarında dolaşmıştı" sorusu ilk kez aklıma takıldı. Acaba anne ve babasını çok erken yaşlarda kaybetmesi miydi, ölüme bu kadar yakın durmasının nedeni?
Kalbindeki sonsuz iyilik yapmanın kodları neydi? Ailesinin sahibi olduğu Giresun'un ilk ve tek sineması olan Şehir Sineması'na bütün mahallenin çocuklarını sık sık beleşe sokarak başlamıştı iyilikseverliğe. Cebinde kaç parası varsa tüm mahallenindi. Sınıfsız toplum özlemiyle sosyalist olması da rastgele değildi. Hepsi, doğuştan genetik kodlarında vardı.
Beraber geçirdiğimiz çocukluğumuz, Ankara'daki üniversite yıllarımız, Batı Sineması'nın birahanelerinde onun kola bizim "Arjantin çekme" dönemlerimiz. Temmuzun olanca sıcağında, tüm gün üzerime kâbus gibi çöktü.
Öğleden sonra görüntülü ajanstan arşiv görüntüleri geldi. Öyle kızgınım ki, içimden okkalı laflar sallıyorum:
"Kızgınım sana arkadaşım, kızgınım. Ne işin var o dağların başında! Yapmayacağım lan senin haberini. Herkes yapsın ben yapmayacağım, sen ölmeyi doğduğundan beri sanki hep istedin, son isteğini yerine getirmeyeceğim, seni öldürmeyeceğim!"
Akşam Hakan'ın haberi tüm TV'lerde ilk sıralardaki haberlerden biriydi, sadece benim hazırladığım ana haberde yoktu!
Aradan 5 yıl geçti. Hakkında tek satır yazmadım, çizmedim. Ölüm yıl dönümlerinde sadece "sevgi dolu bir küfür" savurdum, bizi bıraktığı için.
Önceki gün, Hakan ölüm yıl dönümünde yine yüzlerce Giresunlu tarafından değişik etkinliklerle anıldı. Aradan geçen 5 yıla rağmen eksilmeyen kalabalık, canım kardeşimin ne kadar sevildiğini gözler önüne serdi. Zaten kimse hâlâ öldüğüne inanamıyor olsa gerek, okunan özgeçmişi şöyle noktalanıyordu:
"17 Temmuz 2004'te gittiği Kırgızistan yakınlarındaki Pobeda zirvesinden hâlâ dönmedi!"
Yeminimi niye bozdum bilemiyorum ama yazdım işte seni! Belki artık ben de bir gün döneceğine inanmaya başladığımdandır, Tanrı Dağları'ndaki Sokakbaşı'lı arkadaşım!
(NOT: Tam öyküsünü www.hakanguvenc.com'dan okuyabilirsiniz)
Yorum Yap