Son dönemde, özellikle de neoliberal çılgınlığın ideolojik alanı kuşatıp, alternatifsiz tek düşünce olarak
sunulduğu koşullarda, zaten geçerli olan kafa karışıklığı daha da
büyüdü. Esas itibariyle bir sistem olan kapitalizmle bir düşünce akımı
olan liberalizm bir ve aynı şey sayılır hale geldi. Oysa bazı
kesişme alanları olmakla birlikte kapitalizm ve liberalizm kavramları
aynı içeriğe sahip değildir. Liberalizm, insanlık tarihinde bir dönüm
noktası, müthiş bir entellektüel devrim olan Aydınlık Felsefesinin sonucunda ortaya çıkan bir düşünce akımıydı. Entellektüel bir devrim olan Aydınlık Felsefesi insan
özgürlüğünü amaç, aklı da araç sayıyordu. Liberalizm de, esas
itibariyle iki bileşenden oluşuyordu: İnsanı merkeze alan, insanın eşit
ve özgür olduğunu ilân eden politik felsefe ve mülkiyeti esas alan
ekonomik doktrin. Politik bir felsefe olan liberalizmin ekonomik
doktrin olan liberalizme önceliği vardı. Ekonomik liberalizm
kapitalizmin bir sistem olarak sahneye çıkıp kendini dayattığı
koşullarda formüle edilmişti. Bir politik felsefe olan liberalizmse aydınlıklar [lumières]
yüzyılı da denilen XVII yüzyılın hemen sonrasında ortaya çıkmıştı.
Ekonomik doktrin olarak liberalizm özel mülkiyeti ‘doğal bir hak’
sayıyordu ve bireylerin kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleriyle
kollektif çıkara ulaşılacağını öngörüyordu. Başka türlü ifade edersek,
teker teker kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin, kollektif çıkarı
gerçekleştireceği varsayılıyordu. Bu daha sonra görünmez el metaforunda
ifadesini bulacak ve zihinlere yerleşip bıktırıcı bir tekerlemeye
dönüşecekti. Fakat bir ekonomik doktrin olarak liberalizm aynı zamanda
kapitalizme dair bir söylemdi. Buna göre piyasanın işleyişine
hiçbir şey engel olmamalı, devlet de oyunun kurallarına riayet
edilmesini sağlayacak kadar müdahale etmeli, kurallara uymayanları
cezalandırmalıdır.
Büyük Fransız Devrimi’nin üç sloganı: özgürlük, eşitlik, kardeşlik,
modernite devriminin ve aydınlanmanın tezahürüydü. Sol hareket de
modernitenin ve aydınlanmanın doğal mirasçısı ve devamı olarak sahneye
çıkmıştı. Sosyalizm, Fransız Devrim’inin üç sloganında ifadesini bulan
amaçların gerçekleşmesi ve insanın her türlü yabancılaşmadan arınarak
özgürleşmesi [emansipasyon], kendini bütünüyle gerçekleştirmesi
perspektifiydi. Sosyalizm, hem politik felsefe olan, bireysel özürlüğü
önemseyen politik liberalizmin mirasçısı, hem de onu eleştirip aşmak
zorunda olan bir politik-entellektüel akımdı. Zira, Politik felsefe
olarak liberalizm insanı merkeze alıp, insan özgürlüğüne vurgu yapmakla
birlikte, özgürlüğü bir amaç [finalité] olarak görmüyordu...
Bir araç olarak görüyordu ve yaklaşım kabaca şöyleydi: eğer insan
[birey] kilise [din], gelenek ve hükümdar [prens] üçlüsünün [ Eski Rejimin]
tahakkümünden kurtulursa, özgürleşmesinin, kendini gerçekleştirmesinin
önü açılacaktır... Politik liberalizm eğer insanın hareketi engellenmez
ve akıl galip gelirse, özel girişimin önü açılırsa, adaletin ve genel
çıkarın gerçekleşeceğini öngörüyordu. Oysa, özel mülkiyetin kutsandığı,
rekabetin yüceltildiği kapitalizm koşullarında ne insan özgürlüğünün
gerçekleşmesi, ne de genel çıkarın tecellisi mümkün olabilirdi ki, işte
XIX’uncu yüzyılda sahneye çıkan sosyalist felsefe ve sosyalist hareket,
liberalizmin bu vaatlerinin boşa çıktığının anlaşıldığı koşullarda, ona
bir tepki olarak doğdu, ayıbı teşhir etti... Bireyin, Eski Rejimin, eski düzenin densinkısıtlarından
kurtulması gerekliydi ama yeterli değildi. Ücretli kölelik düzeninden
başka bir şey olmayan kapitalizm koşullarında liberalizmin vaat ettiği özgürlüğün gerçekleşmesi mümkün değildi. Kapitalizm, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği gerçekleştirmeyi
hedef alan perspektifin içinin bütünüyle boşaltılması demekti. Nitekim,
özel mülkiyetin ve prodüktivizmin kutsandığı, özgürlüğün girişim
[teşebbüs] ‘özgürlüğü’ [sömürme, yağmalama ve talan özgürlüğü],
eşitliğin yasalar karşısında ‘biçimsel eşitlik’ sayıldığı, onun dahî
bir retorik olmanın ötesine geçemediği koşullarda, kardeşlikten
[fraternité] söz etmek abesti [zira, rekabetin ve bireysel egoizmin
kutsandığı koşullarda artık dayanışma diye bir şey mümkün değildir]Her
türlü sosyal bağdan kopmuş, her türlü koruma ve sosyal güvenceden
yoksun, emeğini satmadığı zaman aç, kaderi sermayenin insafına
terkedilmiş, ekonomik planda özerk olmayan, meta denizinde boğulmamak
için sürekli debelenen bireyin özgürlüğünden, oradan hareketle de
toplumsal refahtan söz edilebilir miydi? Böylesi bir ortamda tarih
sahnesine çıkan, aydınlanmanın ve modernitenın mirasçısı ve devamı olan sosyalist eleştiri ve sosyalist hareket bir tür ikinci düşünsel-entellektüel devrimdi.
Aydınlanmanın vaatlerini ve Büyük Fransız Devrim’inin üç sloganının da
[libérte, égalité, fraternité] somutlananı nihai hedefe taşımayı vaat
ediyordu. Sorun bireyi özgürleştirerek [ o sayede] ‘iyi toplumu’
yaratmak değil, tam tersine, bireylerin özgürlüğünü ayağı yere sağlam
basan dayanışmacı bir toplumsal düzen kurarak tesis etmekti... Velhasıl
sosyalizm politik felsefe olan liberalizmin içeriğinin ters-yüz
edilmesiydi. Başka türlü ifade etmek istersek, sosyalizm, bir bireysel
özgürleşme [emansipasyon] felsefesiydi ama bunu bireyi yalnızlaştıran
liberal felsefenin aksine, toplumsal dayanışmayı, toplumsal bağları
güçlendirerek gerçekleştirmeyi vaat ediyordu... O halde kritik sorun ne
idi? Sol bireysel özgürlükle ilgili nasıl bir tutum benimsemeliydi? Sol
ekonomik liberalizme karşı çıktığı gibi politik liberalizme de karşı
çıkmalı mıydı? Eğer bizdeki özgürlüğün karşılığı libérté ise,
sol anti-libéral olamazdı ama bu onun asla liberal olduğu, liberalizmle
uzlaştığı anlamına gelmezdi. Tarihsel sol sözünü ettiğimiz ince çizgi
üzerinde yürüyemedi ve liberalizme karşı çıkarken özgürlüğü [libérté]
önemsemedi. Bireysel özgürlüğün önemini kavramakta sınıfta kaldı. Öyle
ki, solun bu talihsiz tavrı çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmak
gibi bir şeydi. Buna başka olumsuzluklar ve yanlışlar da eklenince
iflas kaçınılmazdı. Ekonomik liberaller gibi sol da ekonomik büyümeyi
[prodüktivizmi] esas aldı ve maddi zenginleşmeyle tüm sorunların
çözüleceğine dair burjuva saplantısına ortak oldu... Sosyal sorunların
çözümünün maddi zenginlikten geçtiğini ve maddi zenginliğe giden yolun
ve araçların değiştirilmesiyle sorunların çözüleceği beklentisi tam bir
hata idi... Bu ‘biz yaparsak iyi yaparız’ demekten ibaretti ve sonucun
hüsrân olması kaçınılmazdı.
Tarihsel solun bu
tür zaaflarının ve yanlışlarının, teorik, ideolojik, pratik ve
entellektüel planda azgelişmiş Türkiye toplumunda daha derin olarak
yaşanması kaçınılmazdı. Zira, Türkiye’de bir aydınlanma ve modernite devrimi
yaşanmamıştı. Eski rejimle ve onun ‘geleneksel’ ideolojisiyle bir
hesaplaşma hiçbir zaman söz konusu olmamış, ‘kopuş’ gerçekleşmemişti...
Eleştiri bilinci, kültürü ve üslûbu gelişmemişti [bugün de gelişmiş
değildir] Böyle bir durumun, bizzat aydınlanma ve modernite’nin
devamı ve mirasçısı olan sosyalist düşüncenin algılanışı ve özümlenişi
bakımından sorunlar yaratması kaçınılmazdı. Türkiye’deki sol hareket,
Avrupa solu’nun zaaflarını ve yanlışlarını miras aldığı gibi, yegâne
referansı da sosyalizmin teorik ve pratik planda inkârı demek olan
Stalinizmdi. Oysa Stalinistse sosyalist değildir denecektir.
Sol hareket Sovyetler Birliğinde geçerli olanı tartışmasız sosyalizmin
tecellisi saydı. Sovyet devrimine ve devrim sonrasına dair bildiği,
Sovyetler Birliğinin oluşturduğu resmi tarih ve resmi ideolojiye
dayandı... Devrimi, rejimin kendisiyle özdeş saymak gibi bir
aymazlıktan bir türlü yakayı kurtaramadı. Sovyetler Birliği’nin
çöküşünün ardından bile hâlâ orada ‘yaşanın’ sosyalizm olduğuna
inananların varlığı ibret verici. Sadece ibret verici de değil aynı
zamanda rahatsız edici... Kolayca iki şey birbirine karıştırıldı ve
karıştırmak işlerine geliyordu: Birincisi Sovyet Devrimi insanlık
tarihinin tartışmasız en önemli olaylarından, şanlı insanlık tarihinin
kritik ‘emansipasyon’ aşamalarından biriydi; ikincisi, devrimden kısa
bir süre sonra devrim rotadan çıktı ve başlangıçtaki amaca
yabancılaştı. İç Savaş’ın sona erdiği 1921 sonunda ortada ne Sovyetler ne de Bolşevik Parti diye reel bir şey kalmıştı.
Moshe Lewin’in dediği gibi, “Sovyet devleti sosyalist değildi ama Ekim
Devrimi’ni yapanlar sosyalistti.” Elbette bu, devrimin karşı karşıya
geldiği sayısız iç ve dış sorunları ve olumsuzlukları, emperyalist
kuşatmayı, vb. hafife almak anlamına gelmezdi ama, bunlar sosyalizmin
gerçekleşmeyişinin gerekçesi de olamazdı. Lenin durumun farkındaydı ve
yeni bir perspektif önermeye hazırlanırken önce hastalandı sonra da
öldü. Yaşasaydı olayların seyrini değiştirebilir miydi? Bu ‘tarihte
bireyin rolünü’ angaje eden bir soru ve soruya olumlu cevap vermek pek
mümkün değil... O aşamadan sonra Lenin’in rotayı değiştirmesi belki
imkânsız değildi ama çok zayıf bir olasılıktı... Retorik sosyalist olsa
da realite çok farklıydı ve sosyalizm düşmanı gerici bürokrasi çoktan
yerleşmişti... Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Parti artık Bolşevik
parti değildi. Stalinist otokrasinin bir iktidar aracına dönüşmüştü.
Söylemle gerçek durum arasında büyük bir uçurum vardı. Sovyetler
Birliği sosyalist değildi ama Stalinist rejim Sovyetler Birliğini dünya
siyasetinin başlıca aktörlerinden biri haline getirmeyi başarmıştı. Bu
durum rejimin prestijini artırırken, soldan eleştiri konusu yapılmasını
da engellemiş, değilse zorlaştırmıştı... Elbette Sovyet Sisteminin
niteliği, neden ve nasıl çöktüğü ciddi bir tarihsel-sosyal-entellektüel
eleştiriyi hak ediyor ama rejimin bir otokrasi olduğu ve hiçbir zaman
özgürlük diye bir kaygısı olmadığı, özgürlüğün kırıntısına bile yaşama
şansı tanımadığı, velhasıl o tarakta bezi olmadığı kesindi... Oysa
özgürlük, demokrasi ve sosyalizm özdeş olmasalar da akraba kavramlardır
ve aynı aileye mensupturlar... Özgürlüğün ve demokrasinin olmadığı
yerde sosyalizm mümkün değildir. Tabii bunun tersi de aynı derecede
doğrudur: sosyalizasyon yoksa özgürlük ve demokrasi kavramlarının içi
boştur. Birinin gelişip- serpilmesi diğerinin gelişilip,
olgunlaşmasının da koşuludur. Bu temel gerçeğin farkında olmayanların
inandırıcı olmaları da, bir şeyleri başarmaları da asla mümkün
değildir...
Türkiye’de sol hareketin adına
lâyık olabilmesi için iki şey yapması gerekiyor: Birincisi, tarihsel
solun ve kendi geçmişinin radikal bir eleştirisini yapmak; ikincisi de
realiteyi anlamak üzere içine sürüklendiği atâletten kurtulmak.
Toplumsal sorunların bilince çıkarılabilmesi için yeni, farklı,
orijinal yöntemler keşfetmek, günlük yaşamın farklı veçhelerini
tartışıp-tartıştırmayı başarmak, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki
tutarlılık konusunda ikna edici, inandırıcı olmak... Sosyalizm demek
aynı zamanda eleştiri demektir ama bizdeki solun o tarakta bezi yok
gibi. İktidarı alırlarsa, direksiyona kendileri geçerlerse, sorunun
ilelebet çözüleceğini sanıyorlar. Bu yaklaşım sosyalizme özgü bir
anlayışı temsil etmez. Son tahlilde bu, biz de aslında aynı zemin
üzerindeyiz demeye gelir... Eğer ‘reel sosyalizmler’ de denilen
tarihsel deneyleri eleştirel bir tarzda değerlendirebilselerdi, aracın
direksiyonuna kendileri geçtiğinde hedefe ulaşılacağını düşünmezlerdi.
Dünyayı anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir ve dünyayı anlamanın
yolu radikal eleştiriden geçiyor. Solun kitlelerin gözünde bir çekim
merkezi olamamasının asıl nedeni yeteri kadar radikal olamamakla, farklı olduğuna
kitleleri ikna edememekle ilgili. Kaldı ki, bizdeki sol hareket
radikallikten başka şeyi anlıyor. Onlara göre radikal olmak, iktidarı
silahlı mücadeleyle [zorla] ele geçirmek üzere gizli örgüt kurmaktan
ibaret... Zaten bu yüzden de sadece iktidarı hedef alıyor ve gözü başka
bir şey görmüyor. Elbette iktidar el değiştirmeden süreci farklı yöne
çevirmek mümkün değildir ama bu kafayla iktidarı almak dahi mümkün
değildir. Sol retorik bir yana bırakılırsa, sol örgütlerin iç işleyişi
burjuva örgütlerdekinden farksız. Kendi içinde demokrasiyi, gayri
hiyerarşik, eşitlikçi ilişkileri bir yaşam tarzına dönüştürememiş,
eleştirel bilinci gelişmemiş, daha da ötede eleştiriyi yasaklayan
örgütlerin farklı bir şeyin taşıyıcısı olmaları mümkün
değildir. İstedikleri kadar sosyalizme, komünizme, sınıfsız topluma
gönderme yapsınlar, bu tür bürokratik yapıların kendi kendilerini
yeniden üretmeleri bile problemlidir. Kaldı ki, bürokrasinin olduğu
yerde bırakın canlı, verimli, ufuk açıcı tartışmayı, canlı hiçbir şeyin
yaşaması mümkün değildir. Bürokrasi demek statüko ve statükonun
korunması demektir... Bir zamanlar solcu olduğunu sanan/sanılanların
şimdilerde ‘ulusalcılığa’ iltica etmesi, bürokratik yapıların nereye
varacağının ibret verici bir göstergesidir... İnsanlık içine
sürüklendiği kepazeliğe razı olmayacak, olmaması gerekiyor...
Kepazelikten kurtulmanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor... Öyleyse
insanlığın kurtuluşu onun eleştiri ve örgütlenme yeteneğine ve
kapasitesine indirgenmiş demektir...
Yorum Yap