Dolar

42,8436

Euro

50,6521

Altın

6.170,19

Bist

11.375,42

'Güneşi Gördüm', yüzde 75 ihtimâlle Oscar'ı kazanacak

18 Yıl Önce Güncellendi

2009-10-18 12:56:00

'Güneşi Gördüm', yüzde 75 ihtimâlle Oscar'ı kazanacak

 

Türkiye'nin Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi (popüler adıyla “Oscar”) ödüllerinin 2009 yılı “En İyi Yabancı Dilde Film” (Best Film in a Foreign Language) dalındaki resmî aday adayını belirlemek üzere oluşturulan 13 kişilik ulusal jüri geçtiğimiz ayın sonlarında toplandı ve yapılan oylamaların ardından, yönetmenliğini Mahsun Kırmızıgül'ün üstlendiği “Güneşi Gördüm” adlı yapıtta karar kılındı.

Ulusal jürinin kararını açıklamasından itibaren de sinema kamuoyu ikiye bölündü; anılan filmin aday gösterilmesini olumlu bulanlara göre sayıca daha fazla gibi görünen bir grup “bunun yanlış bir tercih olduğunu; ne Kırmızıgül'de ne de 'Güneş'i Gördüm'de böyle bir sanatsal potansiyel bulunmadığını” dillendiren muhalif yorumlar yapmaya başladı. O zamandan beri de jürinin kararı çeşitli platformlarda hararetle tartışılıyor.

Konunun buraya kadarki bölümünü zaten her ortalama sinemasever medya organlarından takip etmiş durumda… Benim bu bildik tartışmaya katkım biraz daha farklı bir cepheden olacak.

Şimdi anlatacağım ayrıntıları nereden ve nasıl öğrendiğimi sormayın lütfen; yalnızca sözlerime kulak verin yeter… Sektörde geçirdiğim uzun yıllardan sonra, takdir edersiniz ki benim de kulağım yeteri kadar kesikleşmiş durumda…

Ulusal jüri, Türkiye'nin 2009-Oscar adayını belirlemek üzere bir araya geldiğinde, bu topluluğun -sinema çevrelerinde saldırgan üslûbu, geçimsizliği ve kırıcılığıyla nâm yapmış- bir üyesinin masaya savurduğu ilk cümle şu oldu:

“Adaylar arasında Atalay Taşdiken'in 'Kız Kardeşim'i, Mahsun Kırmızıgül'ün 'Güneşi Gördüm'ü, diğer tarafta da Çağan Irmak'ın 'Karanlıktakiler'i var. 'Karanlıktakiler' gibi bir film karşımızda dururken, bu toplantıda bana 'Kız Kardeşim' ve 'Güneşi Gördüm'ü savunacak olanların sinema bilgisinden kuşku duyarım! Oscar'a mutlaka 'Karanlıktakiler', hadi o da olmazsa Derviş Zaim'in 'Nokta'sı gönderilmelidir. Seçelim bunlardan birini, olsun bitsin!”

Bu aşırı özgüven yüklü cümlelerin sahibini, sektördeki bir çok insan gibi ben de hiç sevmem. Ki kendisini sevmemek için yalnızca genel değil, aynı zamanda özel nedenlerim de var ve bu durumu geçmiş bazı yazılarımda açık açık dile getirmişimdir. Ancak, kibirle kuşatılmış lüzumsuz bir tartışmaya girmemek için, mâlûm şahsın adını burada tekrar anmamayı uygun görüyorum. Öte yandan, çok fazla bıdı bıdı ederse de anarız olur biter!

Bu sinema adamı, kendi sosyal çevresinde bile “sabır kredisi”ni nicedir tüketmiş olmasına karşın, her tarafı yapış yapış komplekse bulanmış muhafazakâr belediyecilerin ve “Bizden adam çıkmaz” felsefesine meftun İslâmcı allame takımının câmiâda düzenlenen irili ufaklı her sinema etkinliğine bayıla bayıla davet ettiği egzantrik bir simâdır. Kendisi, anılan etkinliklerin hepsine büyük bir keyifle katılır, ancak söz sırası ona geldiğinde de dindar yönetmenlere ve onların ortaya koyduğu ahlâkçı sinemaya alaycı bir dille hakaret eder. Yüzleri köseleye dönmüş durumdaki bazı tipler de onu pişkinlik içinde dinleyip, çıkışta kendisine bu “sıvama”nın ücretini zarf içinde takdim ederler.

Velhasıl, kesintisiz biçimde her şeye muhalefet olmayı bir hayat tarzına dönüştürmüş olan mâlûm beyefendi, daha bismillah der demez Oscar jürisindekileri bu şekilde psikolojik baskı altına almaya, onların sinema bilgisini yapacakları tercihler üzerinden tartmaya kalkınca, jürinin pek çok üyesi böylesi bir yaklaşıma haklı olarak tepki gösterdi. O dakikadan sonra da bütün oturumlara bu çiğ yaklaşımın gölgesi vuracaktı..

Adamımı yıllardır dikkatle gözlediğim ve artık çok iyi tanıdığım için benim açımdan hiç sürpriz olmayan bu çıkış kurul üyelerinin midesini fena hâlde bulandırmakla kalmadı, oyların da ciddi bir biçimde bölünmesine yol açtı. Sonuç itibarıyla “Güneşi Gördüm”, ancak 6'ncı turda ve Irmak'ın “Karanlıktakiler”ine karşı 7'ye 6 gibi kılpayı bir oyla ipi göğüsledi.

Cenab-ı Allah, karıştırıcıların iplerini her zaman ayaklarına dolar. Bu olayda da aynen böyle olmuş ve hesap -ne mutlu ki- tersine dönmüştür. Neden diye soracak olursanız…

“Karanlıktakiler”, bundan iki hafta önce bu sayfada ayrıntılı olarak tanıtıp 4 üzerinden 3,5 yıldız verdiğim nefis bir film; yönetmeninin kariyerinin zirvesini simgeleyecek kadar da başarılı… Ancak, kesinlikle Oscar adaylığına uygun bir yapım değil…

Çünkü, yaklaşık 6000 Akademi üyesinin oy kullandığı Oscar ödüllerinde, jüriyi oluşturan Amerikan sinemacıları her yıl benzer türden hiç değilse 15-20 tane psikolojik gerilim örneği izliyorlar. Bu travmatik ana-oğul hikâyesinin, çok başarılı bir biçimde filme alınmış olmasının ötesinde onlar için hiç bir yenilikçi tarafı yok. Aile facialarına fazlasıyla alışkın bir toplum olarak, bırakın sinemayı, televizyon filmi olarak bile her hafta ekranlarda böylesi düzinelerce örnekle karşılaşmaktalar…

Oysa, “Karanlıktakiler”, bizim sinemamız için taptaze ve öncü bir deneme. Çünkü, ruhbilimin ilgi alanına giren bu gibi konularda, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Zeki Demirkubuz, Özcan Alper ve Çağan Irmak gibi sanatçılar üzerinden henüz son bir kaç yıldır kaydadeğer bir sinema dili oluşturmaya başladı Türk sineması…

Aynı şekilde, Derviş Zaim'in “Nokta”sı da çok değerli bir film olmasına karşın, “hat” gibi doğuya özgü zor bir sanatın kodları üzerinden ilerlediği için, batılı jüriler için ciddi bir anlaşılma sorunu içeriyor.

Öte yandan, “Güneşi Gördüm”e gelirsek…

Yerel gelenekler, yoksulluk, eğitimsizlik, köyden kente göç, bunlara bağlı olarak gelişen etnik ayrımcılık ve nihayetinde “iç savaş”, insan ruhunu didik didik eden yapıtlar izlemeye fazlasıyla alışkın Amerikalılar için son derece heyecan verici konu başlıkları arasında yer alıyor. Üstelik, bunlar yeryüzünün her köşesinde kolayca anlaşılabilecek kadar da evrensel temalar…

Ki gerek prodüksiyon standartları gerekse hikâye anlamında çok daha alçakgönüllü bir çabanın ürünü olan “Kız Kardeşim” bile yukarıdaki konsepte “Karanlıktakiler”den daha fazla uymakta…

Hele hele, üçüncü dünyaya daha derinlemesine bir bakış atmalarını sağlayan böylesi hikâyeler perdeye bir de eli yüzü düzgün bir sinematografiyle aktarılmışsa, büyük bölümünün yaş ortalaması 55-60 ve üzerinde olan Akademi üyeleri, hiç bilmedikleri dünyaların acı yansımaları karşısında duygusal açıdan resmen dumur oluyorlar. Yabancı filmlere verilen Oscar heykelciklerinin son çeyrek yüzyıllık tarihine geri dönüp kazananları gözden geçirin, çoğunlukla hüzünlü etnik hikâyelerle karşılaşırsınız. 2008'in galibi olup halen sinemalarımızda gösterimde olan “Son Vedâ” bile bu türden bir yapım; Japon toplumunun kendine özgü cenaze ritüelleri üzerine kurulu…

Kırmızıgül'ün -geçen ilkbaharda gösterime girdiğinde ayrıntılı olarak değerlendirdiğim- yapıtının en büyük sorunu, 8-10 filme yetecek kadar “ağır” hikâyeyi tek bir potada eritip anlatma çabası… Ki yönetmenin kendisi de bu “tıklım tıkaş”lığın farkında aslında. O yüzdendir ki Oscar adaylığının ilan edilmesinden hemen sonra, şimdiye kadar yapılan samimi eleştirileri de dikkate alarak, aşırı uzun ve dağınık görünümlü filmini yeniden kurguya soktu. “Güneşi Gördüm” şu sıralarda esaslı bir revizyondan geçiyor ve safralarından kurtarılıyor. Oscar jürisinin huzuruna çıkacak kopya da bizim sinemalarda izlediğimize göre çok daha derli toplu ve kısaltılmış olacak. Sözgelimi, İsveç'e yönelik o gereksiz “yağlama bölümleri”nin büyük ölçüde atılmakta olduğunu duydum. Ki ne ekonomik ne de demokratik sistem itibarıyla “Avrupa'nın üstünlüğü” fikrine zerrece inanmayan mağrur Amerikalılar da muhtemelen o bölümlere illet olurdu zaten…

Bu tür tahminlerinde kolay kolay madara duruma düşmeyen biri olarak, işi daha da ileri götürüp kendimi bağlayacak bir iddiada bulunayım:

Eğer Amerikan sineması ve sinemacılarını bunca yılda bir parçacık tanımış isem, “Güneşi Gördüm”, yakında Hollywood'da başlayacak olan lansmanında 2009 yılının en dikkat çekici Oscar aday adayı konumuna erişecektir. Bir kere, dünyanın dört bir köşesinden gelen yapıtların ilk aşama elemesini büyük bir rahatlıkla aşıp son 10'a kalacak. Hattâ, sözünü ettiğim biçimsel revizyon umduğum ölçüde başarılı olursa, filmin daha şimdiden yüzde 75 ihtimâlle bu ödülü kazanacağına da inanıyorum. Biliyorum, kulağınıza şaka gibi geliyor, “türkücü Mahsun” Oscar töreninde… Fakat, kesinlikle şaka yapmıyorum, bu kez çok yakınız Oscar'a. Çünkü, bizim entelejansiyamız için aşağılama vesilesi olan kimi durumlar, sinemanın başkentinde ise o adayın yakasındaki bir “onur madalyası”na dönüşebiliyor.

Benim asıl tereddütüm Kırmızıgül'a Oscar heykelciğinin yakışıp yakışmadığı yönünde değil, ülkesinin aydınlarının son iki-üç yıldır sinema alanında ortaya koyduğu samimi çabaları inatla görmezden geldiği, kendi kültür ikliminde dışlanmış bir yönetmenin haklı öfkesini, ola ki Oscar aldıktan sonra nasıl dizginleyeceğimiz…

Muhtemelen, o gün geldiğinde telefonlarımıza bile çıkmayacaktır sevgili kardeşim…

Kendisinden ricam, başkalarına ne denli kızarsa kızsın, “Oscar sonrası ilk söyleşi” için bana yine de gönlünde bir rezervasyon yapmasıdır. Çünkü ülke olarak o müthiş ânı yaşama fırsatı bulur, ekrandan “Oscar goes to 'I Saw The Sun', Mahsun Kırmızgül, Turkey!” cümlesini duyarsak, bu köşede büyük bir zevkle “Ben demiştim” diyeceğim.

Tıpkı daha önce bir çok kez dediğim gibi…

Yorum Yap

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
SON VİDEO HABER

Bin yıllık Türk kültürünün izlerine Tomarza'da rastlandı

Haber Ara