Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Demokrasi ve savaş arasında: Kuzey Afrika'da 'Arap Baharı'nın hikayesi

'Arap Baharı'nın hem fitilinin ateşlendiği Kuzey Afrika'da devrimlerden sonra yaşananlar 'Arap Baharı kışa mı dönüyor?' tartışmalarını başlattı. Kuzey Afrika'da Arap Baharı'nın hikayesini Timetürk için Muhammed İkbal Köseoğlu yazdı.

11 Yıl Önce Güncellendi

2015-02-05 14:43:59

Demokrasi ve savaş arasında: Kuzey Afrika'da 'Arap Baharı'nın hikayesi

'Arap Baharı' halihazırda dünyanın en çok tartışılan olgularından ve Arap Baharı'nın sosyolojisiyle birlikte 'Arap Baharı'nı durduran görünmez el' de tartışılıyor. 'Arap Baharı' tecrübesinin başladığı Kuzey Afrika ülkelerinde ise bugün baharın tam olarak kışa döndüğünü söylemek mümkün değilse de en azından sancılı bir süreçten geçtiğini söylemek mümkün. Kuzey Afrika'da Arap Baharı'nın hikayesini Timetürk için Muhammed İkbal Köseoğlu yazdı.

MUHAMMED İKBAL KÖSEOĞLU* | TİMETÜRK | @mikbalkoseoglu

Birçokları için beklenenden çok daha erken başlayan Arap Bahar'ı; eğer İslamcılar denklemin bir parçası olmasaydı ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler için küçük dokunuşlarla istedikleri sonucu elde edebilecekleri fırsatları da beraberinde getiriyordu. Tunus'ta parlayan kıvılcım, kısa sürede bütün Ortadoğu'yu alev topuna çevirmişti. Kurulmuş düzenleri yerle bir eden isyan; Tunus, Libya ve Mısır'da eski rejimleri devirmiş; Suriye'de İsrail ve İran'a, Yemen'de ise Suud'a hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken uykusuz geceler yaşatmaya başlatmıştı. Arap Baharının yaşandığı ülkelerde, filmin çıkarlarına uygun bir sonla bitmesini isteyen uluslararası ve bölgesel güçler devreye girmeseydi Arap halklarının kurduğu düş neredeyse gerçeğe dönüşüyordu.   Arap baharının sahadaki ilk imtihanı Tunus'ta oldu. 
  Yasemin Devrimi sonrası sancılı günler yaşayan Tunus'ta İslamcı Nahda, varlığının bir tehdit oluşturmadığını uluslararası sisteme ve çok parçalı Tunus toplumuna kabul ettirmeye çalışıyor, “Devletin dini olmaz, halkın dini olur” sözüyle kendi tabanından bile tepki gören hareketin lideri Gannuşi, çok daha önce kitaplarında vurguladığı 'İslam-Demokrasi uyumunu' fiilen tatbik edebilecekleri sözünü veriyordu. 2011 yılındaki Kurucu Meclis seçimlerinden % 42 gibi ciddi bir oy oranıyla birinci parti olarak çıkmalarına rağmen ulusal uzlaşı adına, iktidarı biri sosyal demokrat diğeri de liberal, laik ve solcu olmak üzere iki partiyle paylaşan Nahda, 'Kur’an ve Sünnet’in anayasanın kaynaklarından olması gerektiğine dair' bir yasa teklifine ret oyu vererek 'İslam devleti' değil demokrasi istediğini ispatlayabilmenin derdindeydi. Bir anlamda AK Parti'nin iktidar olduğu döneme benzer sıkıntılar yaşayan Nahda'nın ne olduğunu anlatacak fırsatı yoktu çünkü bütün zamanını ne olmadığını anlatabilmek için harcamak zorundaydı.    Kurucu Meclis seçimlerinde milletvekillerinin neredeyse yarısının kadın olmasıyla dikkatleri üzerine çeken, İsrail ile ilişkileri anayasal suç sayan yasa teklifini dahi reddeden İslamcı Nahda'nın 2 yıllık iktidar tecrübesi, muhalif siyasi liderlerin suikastla öldürülmesi sonucu oluşan kargaşayı sonlandırma adına muhalefetle anlaşarak iktidarı bırakmasıyla son buldu. 26 Ekim 2014'te gerçekleşen Genel Seçimden ikinci parti olarak çıkan Nahda, 23 Kasım 2014'te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise 'muhalefete pozitif bir mesaj' vermek maksadıyla aday göstermedi. Devrim sonrası yöntem olarak demokrasiyi seçen Nahda, Bin Ali devrinin adamlarını da içinde barındıran laik,liberal ve sol ittifaka aynı yöntemle yenilmiş oldu. Nahda'nın bu uzlaşmacı tutumunun Arap Baharının yaşandığı diğer ülkelere göre daha az can kaybına yol açtığı ise yadsınamaz bir gerçek. Nahda'nın demokrasi serüveninin ne şekilde devam edeceğini hep birlikte göreceğiz.   Tunus sonrası Arap baharının ikinci büyük imtihanı Kaddafi'nin Libya'sında yaşanacaktı.   Mısırla neredeyse eş zamanlı başlayan silahlı başkaldırı kısa sürede Libya'nın tamamına yayılmış, çoğu ordu ve polis mensubu olmak üzere azımsanmayacak sayıda insanın devrimcilerin safına katılmasıyla gücü kırılan Kaddafi rejimine en büyük ve nihai darbeyi Batı ülkelerinin hava saldırıları vurdu. Afrika'nın çeşitli ülkelerinden parayla devşirilmiş Kaddafi'nin şahsi ordusu da asli parçası olmadığı bir savaşa devam etme noktasında Kaddafi'nin sandığı kadar istekli değildi ve Kaddafi için memleketi Sirte'ye sığınmaktan başka bir çare kalmamıştı. Sirte'nin düşmesi ve Kaddafi'nin ölümüyle başlayan Libya'nın 'yeni tarih'i sonu gelmeyen karışıklıkların da başlangıcı oldu.   Libya'da var olan çok başlılık gösteriyor ki Batı ülkelerinin hava desteği olmasaydı Kaddafi rejiminin devrilmesi bu kadar çabuk olmayacaktı. Bugün birbiriyle savaşan onlarca grubun Kaddafi'ye karşı ortak bir devrim gerçekleştirmesi, bölgeyi bilen insanlar için büyük bir soruyu da beraberinde getirdi: Bu yapay birliktelikten bağımsız ve güçlü bir Libya'nın çıkması mümkün mü? Geçmişten gelen kabile ihtilaflarına, kaostan yararlanıp güçlenmek isteyen ve bulunduğu bölgeyi yöneten silahlı yerel gruplara, küresel ve bölgesel aktörlerin sürekli müdahalelerine rağmen merkezi hükümeti kurmak ve Libya'yı bir devlet haline getirebilmek için karşıt görüşlü gruplar gerekli çabayı göstermekten geri durmadılar. Fakat devrim sonrası oluşan tablo Batılı ülkelerin istediği gibi olmadı. İslamcılar ülkenin tek hâkimi olacak kadar güçlü değillerdi belki ama onlarsız da makul bir sonuç alınması imkânsızdı. Libya'da devrim şartlarının doğurduğu boşluğu iyi değerlendiren İslamcıların, devrimin puslu havada bu kadar hızlı mesafe kat edip Libya Devrimine İslâmcı bir karakter katması Batı için belki de büyük sürprizdi.     Her ne kadar yanlış bir genellemeyle Ensar'uş Şeria denilse de El-Kâide Hareketini oluşturan üç asli unsurdan birisi olan "Libya Cemaati", kendi içlerindeki fikir ayrılıklarına rağmen, Afganistan'dan dönen veya hapishanelerden çıkan tamamı eğitimli savaşçı unsurlarıyla, devrim sonrası Libya'da işlerin hiç de Batı'nın istediği gibi olmayacağını Libya'da oyun kuran güçlere gösterecek kadar güçlüydü. Derne ve Bingazi merkezli cemaatin önemli adamlarından bazıları başkent Trablus'ta kurulan Merkezi Hükümet'in içerisinde bulunmayı tercih ettiler. Libya İhvan'ı da bu cemaat gibi Trablus merkezli hükümete dâhil oldu. Her ne kadar Libya Cemaati'nin  kahır ekseriyeti "kardeşlerinin" bu tercihini doğru bulmuyor olsalar da süreci dikkatle takip edeceklerini söylemekle yetineceklerdi. Bir kısmı ise eski Guantanamo tutuklusu, Derne doğumlu Süfyan bin Qumu'nun liderliğinde daha sonra Ensar'uş Şeria diye anılacak bir yapıyı oluşturacak ve El Kaide'nin 2000'li yılların ortasından beri malum olan klasik stratejisini sonuna kadar sürdüreceklerini ilan edeceklerdi. Devrim sonrası Derne'de belki de en şaşırtıcı görüntü, yapılacak seçimlere katılacak kalabalık bir grubun, El-Kâide ile özdeşleşen siyah bayraklarla meydanda yaptıkları seçim mitingiydi. Seçim hazırlığı yapan El-Kâide sempatizanları, bütün dünya için ezber bozan bir durumdu. El Kaide'nin doğal destekçileri kadar doğal düşmanları için de bu fotoğrafı anlamak sanıldığı kadar kolay olmadı.   Kaddafi devrinin güçlü adamlarından birisinin; Mahmut Cibril'in başbakanlığındaki geçiş döneminden sonra oluşturulan Milli Genel Kongre'de de İslamcılar çoğunluğu elinde bulundurunca Libya'da yeni bir dönem başladı. Yıllarca Amerika'da kalan, bir rivayete göre Mısır'da da sarayı bulunan ve devrim sonrası Libya'ya dönen emekli General Halife Hafter, Milli Kongre'ye yönelik başarısız iki müdahaleden sonra Batılı ülkelerin desteğini almanın en kolay yolunu seçti ve İslamcılara karşı savaş açtı. Peşinden seçilmiş ve uluslararası çevrelerce kabul edilmiş parlamentoyu Mısır sınırındaki Tobruk şehrine taşıdığını ilan etti. Trablus'un güneybatısındaki Zintan aşireti başta olmak üzere ülkenin doğusunda federasyon isteyen bazı kabilelerin, koltuğunu kaybettikten sonra BAE'ne yerleşen Mahmut Cibril dâhil bazı Kaddafi dönemi siyasetçilerinin ve aşiretlerin, laiklerin pek çoğunun ve vaktiyle beraber hareket ettiği bazı eski ordu subaylarının da desteğini arkasına alan Hafter, Mısır'dan BAE uçaklarının sağladığı hava desteğiyle, Bingazi başta olmak üzere İslamcıların yoğunlukta olduğu Fecr-i Libya ordusuna karşı 'Haysiyet Operasyonu' isimli bir saldırı başlattı.    Saldırıyı takiben Libya, yeniden 'yeni' bir döneme geçti. Ülkenin asli merkezini teşkil eden Trablus, Bingazi ve Misrata'yı elinde bulunduran Fecr-i Libya Ordusuyla birlikte İslamcılar Tobruk'a taşınan parlamentoyu tanımadıklarını ilan ettiler. Pek çok kabile, 22 kent ve devrim sürecinde Trablus'u düşüren güçlerin çekirdeğini teşkil eden Libya Cemaati tarafından desteklenen Fecr-i Libya Ordusu, Trablus Havaalanı'nı ele geçirdi. Hafter'in ülkenin doğusu ve batısında hâkimiyet kurabilmek için ihtiyaç duyduğu stratejik kavşak Bingazi'ydi ve Hafter savaşını Bingazi üzerinden devam ettirdi. Hafter gibi Bingazi'nin stratejik ehemmiyetini kavrayan bir diğer güç de Ensar'uş Şeria'ydı ve ABD Büyükelçiliğini basarak adını dünyaya duyuran bu hareket, Hafter için dünyaya yürüttüğü kişisel iktidar savaşını "El Kaide'yle savaş" olarak sunabilmesi için gerekli 'mazeret'i sağlayacaktı.   Artık fiili olarak Libya'da birbirinden tümüyle kopuk iki hükümet var. Birisi Hafter'in hamiliğini yaptığı Temsilciler Meclisi diğeriyse bu meclisi hükümsüz kabul ederek Milli Genel Kongre'yi yeniden teşekkül ettiren Libya İslamcılarının kurduğu hükümet. Milli Genel Kongre tarafından desteklenen Fecr-i Libya Ordusu ile Tobruk'taki Temsilciler Meclisi'nin desteklediği Hafter'e bağlı milisler arasındaki çatışmalar sürerken Birleşmiş Milletler taraflara müzakere çağrısı yaptı ve bu çağrı ilk aşamada kabul edildi. Ancak prensipte kabul gören müzakere girişimi fiiliyata geçemedi çünkü Milli Genel Kongre bu müzakerelerin Libya'da yapılmasını istiyordu. Oysa Birleşmiş Milletler görüşmeler için Cenevre'yi uygun görmüştü. Bu nedenle Milli Genel Kongre'nin katılmadığı Cenevre toplantılarının sorunu çözebilecek bir hükmü de olmadı.   Hafter'in ateşkesi onayladığı açıklaması, uluslararası çatışma alanlarını izleyenler için pek de yabancı sayılamayacak bir detayı barındırıyordu. Ateşkesi kabul eden Hafter ateşkese rağmen 'teröristlerle' mücadelenin süreceğinden dem vuruyordu ve bu ilanın ne manaya geldiğini Batılı çevreler kadar Libya'daki İslamcılar da biliyor. Herkesin 'terörizm'in manasını bu kadar iyi biliyor olmasından ötürü, Batılı çevrelerin 'terör' bahanesiyle yaptığı müdahaleler ve kadim kabile kavgalarının artık sıradanlaştığı Libya'da kısa vadede bir huzur ortamının sağlanması pek olası değil. Libya'da yakında sular durulmayacağı şu aşamada kesin ve eğer Libya'daki 'teröristler' güçlenmeye devam ederse Batının Libya'ya yeniden bir askeri müdahalede bulunması da hayal değil.
* İlahiyat alanında lisans derecesi alan ve aynı alan yüksek lisans çalışmalarına devam eden yazar bir süredir Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Müslümanların yoğun olarak yaşadığı ülkelerle ilgili araştırmalar yürütmekte. 
   
SON VİDEO HABER

İstanbul2da 4 katlı otelde yangın

Haber Ara