'150 yıllık uykumuzdan yeni uyandık'
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Türkiye’nin “yenilmişlik psikolojisi”nden kurtularak yeniden ayağa kalkmak için 150 yıllık uykusundan daha yeni uyandığını söyledi.
11 Yıl Önce Güncellendi
2015-01-05 12:30:14
Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, Al Jazeera Türk'e verdiği mülakatta, hükümetin geride kalan 12 yıllık süreçte görünmez vesayetlerle mücadele ettiğini, bundan sonra ise görünmez vesayetlerle mücadele için kapsamlı bir reform sürecine ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Hükümetin Haziran 2015'te yapılacak seçimlerden sonraki ilk hedefinin yeni bir anayasa yapmak olduğunu kaydeden Kurtulmuş, hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan dört bakanla ilgili verilecek karar ne olursa olsun, AK Parti'nin seçimlerde bundan etkilenmeyeceği görüşünde. Kurtulmuş, 2014 yılında yapılan 30 Mart ve 10 Ağustos seçimlerinde, AK Parti'nin siyasi bir partiden "siyasi bir harekete" dönüştüğünü, Haziran'da yapılacak seçimde ise partinin bu kimliğinin daha da netleşeceğini ve bir "dava partisi"ne dönüşeceğini aktardı. Kurtulmuş'a göre AK Parti'nin başarısı, Batı karşısında yenilmişliğe itiraz ederek, yeniden ayağa kalkma iddiasından kaynaklanıyor. Kurtulmuş "Biz kendi medeniyetimizin kökleri üzerinden yeniden ayağa kalkmak için 150 yıllık derin uykumuzdan yeni uyandık" dedi.
"Sıra görünmez vesayetlerde"
2015 seçimleri AK Parti’nin istediği anayasal değişiklikleri yapabilmesi için beklenen tarih mi? Bu değişiklikleri yapabilecek çoğunluğa ulaşırsanız anayasanın hangi maddelerini değiştireceksiniz? Veya yeni bir anayasa gündeminiz olacak mı? Hükümetin öncelikleri ne olacak?
Türkiye’de uzunca bir süredir devam eden bir restorasyon süreci var. 'Yeni Türkiye’nin inşası' dediğimiz bu süreç önce eski Türkiye’nin antidemokratik bütün yapılarından kurtulmayı gerektiriyordu. Geçtiğimiz 12 yıllık süre içinde Türkiye vesayetlerin, görünür vesayetlerin önemli bir kısmını ortadan kaldırdı. Şimdi ise birtakım görünmez vesayetlerin kaldırılması ve Türkiye’de yeni bir demokratik sistemin inşası için çok hızlı bir reform sürecine ihtiyaç var. Dolayısıyla Türkiye siyasetinin temel sorumluluğu yeni bir anayasa yapmaktır. Sadece anayasanın maddelerini değiştirmek değil, ruhunu da, anayasanın sistematiğini de sivil bir bakışla / anlayışla özgürlükçü, demokratik, katılımcı ve çoğulcu yeni bir anayasa yapmaktır, anayasa yazmak değil.
Şimdiye kadar Türkiye’de hep anayasa yazıldı. Asıl olan “anayasa yapmak”tır. Yani Türkiye’de devletin zihniyetinin değişmesine yönelik, bunu esas alan yeni bir anayasanın yapılması zorunludur. Ümit ediyorum ki 2015 seçimleri bu yeni anayasayı yapabilecek çoğunluğu, en azından referanduma götürecek bir çoğunluğu AK Parti’ye verecektir. AK Parti temelinde başkanlık sistemi olan bir anayasa; reformcu, dinamik yeni bir anayasa yapmak amacıyla sistemin geri kalan bütün antidemokratik unsurlarını da temizlemeyi bir hedef olarak görüyor.
Siyasi Partiler Yasası'nı, seçim sistemini, Meclis İçtüzüğü'nü, kamu personel yönetimini, yerel yönetimleri, kısacası 12 Eylül rejimiyle ve daha önceki darbelerle gelmiş bütün antidemokratik yasaları, hatta tüzükleri, yönetmelikleri vs. bunların hepsini Türkiye’nin temizlemesi lazım. Ama temel adım “öncelikle yeni bir anayasa yapmaktır.” Yeni bir anayasa yapmak sadece AK Parti’nin değil, Türkiye siyasetinin önündeki en önemli reformcu, dönüşümcü hedef olarak durmaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 19 Ocak’ta kabineyi toplayacak ve kabineye başkanlık edecek. Cumhurbaşkanı’nın bunu sıkça yapması durumunda hükümet açısından bazı sıkıntılar doğar mı? Özellikle başbakanın konumu açısından düşünülürse…
10 Ağustos’ta Sayın Cumhurbaşkanımızın halkın oyuyla seçilmesiyle birlikte Türkiye bir yeni döneme doğru adım attı. Tabii ki Cumhurbaşkanımızın hakları ve sorumlulukları anayasal olarak bellidir, dolayısıyla bu hak ve sorumluluklar çerçevesinde Cumhurbaşkanımız istediği zaman Bakanlar Kurulu'na başkanlık edebilir, Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırabilir. Dolayısıyla ne zaman Bakanlar Kurulu’na katılmak ister, ne şekilde katılmak ister, bu tamamen kendisinin tercihidir. Başbakanımız ile Cumhurbaşkanımız bu konuyu konuşarak 19 Ocak tarihi konusunda mutabık kalmışlardır.
Birincisi, Cumhurbaşkanımız anayasal hakkını kullanıyor. Bu anayasal hakkını kullanacağını, yani alışılmışın dışında bir cumhurbaşkanı olacağını çok açık bir şekilde seçim öncesinde de, seçim sırasında da ifade etmişti. Dolayısıyla çok rutin, son derece doğal bir süreçle karşı karşıyayız. İkincisi hiç kimse hükümet ve Cumhurbaşkanı arasında bir ayrışma olur mu şeklinde bir arayışın içerisine girmesin. Hükümetle Cumhurbaşkanı bundan sonraki süreçlerde de son derece uyumlu bir şekilde çalışacaktır. Çünkü Cumhurbaşkanımız siyasetin dışından gelen birisi değil, Cumhurbaşkanımız AK Parti’nin kurucu lideri, bu büyük siyasi hareketin lideri olmak dolayısıyla zaten AK Parti kadrolarıyla, AK Parti’nin içinden çıkan hükümetle, AK Parti’nin Meclis grubuyla, tabanıyla, seçmeniyle son derece canlı, son derece aktif bir gönül ilişkisine sahip, onlarla arasında çok büyük bir bağ olan birisi…
Sayın Cumhurbaşkanımızın 19 Ocak'ta ve daha sonra, hangi sıklıkla ve ne şekilde tercih ederse bu tür toplantılar yapması işinin doğası gereğidir. Anayasanın verdiği bir hak ve sorumluluktur, bunları istediği şekilde kullanabilir. Buradan ne bir kriz çıkar ne de bir olağanüstü anlayış ortaya çıkar. Son derece doğal, tabii seyrinde akan bir süreçle karşı karşıya olacağız.
Başbakan Davutoğlu’nun pozisyonu açısından?
Sayın Cumhurbaşkanımız 19 Ocak’taki toplantıya katılmakla ya da bundan sonraki toplantılara katılmakla başbakanlık görevini, Sayın Davutoğlu’nun üzerindeki sorumlulukları alıyor değil. Tam tersine birbirlerine karşılıklı saygı içerisinde Sayın Başbakanımızın sorumluluklarını kolaylaştırmak, yükünü hafifletmek ve tavsiyelerde bulunmak amacında olduğunu biliyoruz. İcrayı Başbakanımız ve Bakanlar Kurulu yapacaktır, Cumhurbaşkanımız da sadece Başbakan, Bakanlar Kurulu değil, aynı zamanda Meclis ile, yargıyla diğer kurumların hepsiyle birlikte bir orkestra şefi gibi devleti yönetecektir.
Herkesin anayasal sorumlukları bellidir, yapacağı işler bellidir. Bir sorumluluk alanı müdahalesi asla söz konusu değildir. Tam tersine omuz omuza, yan yana, Türkiye’yi daha başarılı yürütmek, ileriye götürmek için yapılacak olan bir çalışmadır.
AK Parti ve hükümetiniz şu anda yolsuzluk iddialarıyla mücadele ediyor. Hem parti hem de hükümet bu iddiaları reddediyor.
Ancak kamuoyunun bu konuda ikna edilebildiğini düşünüyor musunuz? Kamuoyunun AK Parti’de yolsuzluk olmadığına ikna olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkiye geçen sene bütün yıl boyunca süren, temelinde de yolsuzlukla mücadele iddiası olan bir operasyona tabi tutuldu. 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonu… Aslında operasyon 7 Şubat 2012’de, yani MİT Başkanı’nı sorgulamaya çağırmakla başlamıştı. Gezi Parkı olayları, 17 ve 25 Aralık olayları ve arkasından gelişen diğer olaylarla; MİT tırlarının durdurulması, Dışişleri Bakanlığı’nın dinlenmesiyle devam eden bir süreç oldu. Bu sürecin çok açık bir darbe teşebbüsü olduğuna da milletimiz kani oldu. Eğer bu teşebbüsü yapanlar, bu planlamanın içerisinde olanlar sadece yolsuzluk iddialarından ibaret bir süreci yürütmüş olsaydı, belki Türkiye başka bir sonuçla karşı karşıya kalırdı.
Ama madem yolsuzluklarla ilgileniyorsunuz, niye MİT’in tırlarını durduruyorsunuz? Niye MİT Başkanı’nı sorguya çağırıyorsunuz ki bu operasyonun hedefinde aslında dönemin başbakanı Sayın Erdoğan’ın olduğu da son derece açık. Ne işiniz var da Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan gizli bir toplantıyı dinliyor ve bunları deşifre ediyorsunuz? Hatta bunları kim bilir nerelere servis ediyorsunuz. 30 Mart seçimine ve arkasından 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimine bu halet-i ruhiye içerisinde girdik.
Milletimiz şunu gördü: Demek ki bu olayların arkasındaki esas mesele yolsuzluk değilmiş. Demek ki bu mesele hükümete karşı kurulan bir kumpasmış; hükümetin bir an evvel antidemokratik bir yöntemle alaşağı edilmesi ve Türkiye’nin bir türbülansın içine sokulması imiş amaçlanan…
Milletimiz bunu çok önceden, 30 Mart’ta gördü. 30 Mart’ta gördüğü için de AK Parti’ye büyük bir destek verdi. Ve 10 Ağustos’ta da Sayın Cumhurbaşkanımızı birinci turda yüzde 52 oyla seçti. Dolayısıyla eğer yolsuzluk operasyonu yapıldığına inanan bir kamuoyundan bahsediyorsak, zaten bu operasyonların, yolsuzluk söylentilerinin en yüksek noktaya çıkmış olduğu noktalarda, yani 30 Mart ve 10 Ağustos seçim sürecinde milletin buna inanması ve tersi bir oy vermesi gerekirdi. Ama böyle olmadı. Demek ki millet bu meseleyi bir yolsuzlukla mücadele meselesi olarak değil, hükümetin düşürülmesi ya da yeni bir darbe teşebbüsü olarak gördü. Eğer bir kamuoyu tepkisinden bahsedeceksek kamuoyunun ortaya koymuş olduğu asıl irade budur.
Bununla beraber şunu da ifade ediyoruz ki; biz hükümet olarak, Türkiye’de yolsuzluklarla sonuna kadar mücadele edilmesinden yanayız. Bu çerçevede bir şekilde haksızlıkla, yolsuzlukla, kamu gücünü kullanarak, milletin bir kuruş parasını, bir kuruş imkânını zayi eden kim varsa bunun üstüne gideriz; hem de korkmadan, çekinmeden sonuna kadar üstüne gideriz. Zaten Meclis'teki araştırma komisyonu kurulması talebi de biliyorsunuz AK Parti tarafından gündeme getirilmiştir.
Şu an soruşturma komisyonunda devam eden bir süreç var. Komisyondaki arkadaşlarımızın her biri kendi bireysel kanaatleriyle vicdanları çerçevesinde karar verecek. Oradan da parlamentoya gelecek; 550 milletvekili, milletin temsilcileri tek tek elini vicdanına koyacak ve bir kanaat oluşacak. Bu sürecin sonunda sonuç nasıl çıkarsa onu hep beraber göreceğiz. Eğer Yüce Divan’a gönderilme kararı çıkarsa bu zaten AK Parti’nin başlattığı bir sürecin sonucu olacak. Bu anlamda da eğer tersi çıkarsa da Yüce Divan’a gönderilmeye gerek olmadığı kararı çıkacak. Hep beraber sonucunu göreceğiz.
“Kamuoyu aslında 17 ve 25 Aralık’ta başlayan soruşturmaları hem darbe hem yolsuzluk olarak gördü, fakat darbeyi daha büyük tehlike olarak gördüğü için yolsuzlukla yüzleşmeyi öteledi” gibi bir değerlendirme de var. Buna katılıyor musunuz?
Bu tür değerlendirmeler de yapılıyor. Ama sonuçta değerlendirme başka bir şey, suçlama başka bir şey. Yani ortada somut bir suçlama varsa, bu suçlama hukuki bir süreci gerektiriyor ve şu anda devam eden bir hukuki süreç var. Kamuoyunun algısı, tekraren söylüyorum, “Türkiye bir türbülansın içine sokulabilir, siyasi istikrarsızlık içine sokulabilir” gibi olabilir, ya da “Hayır, ben bu yolsuzluk iddialarını çok ciddiye almıyorum” şeklinde de olabilir. Bunu ölçecek imkânımız yok.
Dolayısıyla işin bu kısmı birtakım analizler sonucu yaptığımız yorumlardır. Ama öte taraftan da somut olarak devam eden bir hukuki süreç var. Hukuki süreç sonucunda ortaya bir kanaat, bir karar çıkacak. Bu karar Meclis'te verilen bir karar olduğu için, bir nevi jüri kararı gibi olacak. Mahkeme jürisi bilindiği üzre halkı temsil eder; 550 milletvekilinden oluşan ve millet adına karar verme yetkisi olan, milleti temsil eden insanlardan oluşan bir jüri yani TBMM karar verecek. Tabii eğer komisyondan bu yönde bir karar çıkarsa kararı TBMM verecek.
Ama Türkiye’de yolsuzlukların üzerine gidilmesi, bir daha hiçbir şekilde yolsuzluk söylentilerinin dahi ortaya çıkmayacağı tertemiz, pırıl pırıl bir Türkiye’nin kurulması zorunlu… Bunun için de şeffaflıkla ilgili bir yasa çalışmamız var. Bu yasa çalışması inşallah seçimden önce parlamentoya gelecek. Ümit ederim ki şeffaflıkla ilgili bu yasa seçimden evvel Meclis'ten geçer ve yasalaşır.
Başbakan Davutoğlu’nun, hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan dört bakana “Yüce Divan’a gitmeyi kendiniz isteyin ve aklanın” dediği yönünde haberler, iddialar ortaya çıktı. Bu iddialar hükümet tarafından yalanlanmadı. 5 Ocak’ta dört bakanla ilgili soruşturma komisyonunda oylama yapılacak. Parti grubunun bu konuda bir kararı var mı?
Biliyorsunuz bu tür süreçlerde dedikodular çok olur. İlk olarak, ortaya atılan her söze doğrudur şeklinde bir yaklaşımın yanlış olacağı kanaatindeyim. İkincisi bu süreçte anayasa gereği komisyon üyeleri hiçbir şekilde yönlendirilemez ve hiçbir parti grup kararı alamaz. Herkes vicdani kanaatleriyle gidecek ve kararını verecektir.
Peki bu konuda parti içindeki ağırlıklı görüş sizin gözleminize göre ne?
Söylentilere çok itibar etmemek lazım. Herkesin kendisine göre bir kanaati var. Bu arkadaşlarımız bir araya gelip komisyon olarak bunu tartıştılar mı bilmiyorum. Ama sonuçta bunlar kulislerde ya da grup kararı alınamadığına göre gruplarda konuşularak alınacak bir karar değil. Dosyalar var, bu dosyalar okunacak, bu dosyalar üzerinde tartışmalar olacak. Herkes kanaati doğrultusunda bir karar verecek. Bunu bu şekilde görmek lazım. Yolunda, rotasında yürüyen bir süreç. Bu sürece dışarıdan müdahalelerle etki edilmesini de asla tasvip etmiyoruz. Ve dikkat ederseniz parti olarak da, hükümet olarak da bu sürece etki etmemeye, bu süreci rahat bırakmaya gayret ediyoruz. Doğrusu budur, doğal olan budur. Sonuçta kararı verecek olan parlamentodur.
"Komisyon kararı seçimleri etkilemez"
Komisyondan Yüce Divan kararı çıkmazsa bu AK Parti’yi seçime giderken olumsuz etkilemez mi?
Şimdi ilk olarak bir varsayım üzerinden konuşuyoruz. İkincisi, kaldı ki böyle olsa bile mesele tekrar muhalefet tarafından Meclis gündemine başka bir şekilde de getirilebilir ve Genel Kurul'a götürülebilir. Gerek milletvekili arkadaşlarımız, gerek komisyondaki arkadaşlarımız, hiçbirisi halktan kopuk insanlar değil. Kendi gözlemleri, kendi etkileşim alanları içerisinde bir karar verecekler. Sizin dediğinizi varsayalım; seçime bu şekilde gidildi, Yüce Divan’a gönderilmeden gidildi; ben eğer parlamentodan böyle bir karar çıkarsa bu kararın kamuoyunun siyasal yönelimini çok etkilemeyeceği kanaatindeyim.
Son dönemlerde muhafazakâr kesimde aşırı tüketim, gösteriş, moderniteyle baş edememe tartışmaları yapılıyor. Buna bağlı olarak ortaya çıkan sorunlardan bahsediliyor. Muhafazakâr kesim bunu aynı zamanda kendi içerisinde de, hem entelektüel düzeyde hem de pratik hayatta tartışıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi kalkınmaya öncelik verirken adalet boyutu zayıf mı kalıyor ya da sosyal adalet, gelir dağılımı ve ekonomik pastanın paylaşımı konusunda yeteri kadar adil bir stratejinin uygulandığını düşünüyor musunuz?
Bu soruya siyasetten daha çok sosyoloji açısından bakarak cevap vermek lazım. Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy veren geniş kitle, yani toplumun yarısı; hatta AK Parti’ye oy vermeyenlerin içerisinde de çok sayıda insanın dahil olduğu geniş bir kitle yıllarca Türkiye’nin siyasal, ekonomik imkânlarından istifade edemeyen, adam yerine konmayan, ekonomik olarak da toplumun alt ve orta alt gruplarından gelen geniş kitleleri temsil ediyordu, yani orta sınıfı temsil ediyordu.
Sadece AK Parti dönemiyle ilgili olarak söylemiyorum. Türkiye’nin son 30-40 yıllık döneminde bir taraftan şehirlere gelen yeni kitlelerin şehir içerisinde (muhafazakâr kavramını çok sevmediğim için kullanmıyorum) kendi değerleriyle, dindar kimliğiyle birlikte tutunma çabası, bir taraftan da modernleşme sürecinin hızlı bir şekilde dindar kitleler (ki toplumun çoğunluğunu bu kitleler oluşturuyor) içerisinde yaygınlaşması, toplumsal bir hareketliliği ortaya çıkardı. Özeti şu: Toplumun alt kesimleri yukarıya doğru toplumsal bir hareketlilik süreci yaşıyor.
Şehri tanıyor, şehrin imkânlarını tanıyor. Yeni ekonomik imkânlarla karşılaşıyor. Hatta bir kısmı sınıf atlıyor. Alt sınıflardan orta-alt sınıflara, oradan orta sınıfa ve belki az bir kısmı da yukarıya doğru yükseliyor. Bu sadece AK Parti’ye oy verenler veya AK Parti seçmenleri değil, eski Türkiye’de toplumun yüzde 10’unu, belki 15’ini oluşturan ekonomik ve siyasi elitin dışında kalan geniş bir kitlenin karşı karşıya kaldığı bir sosyolojik dönüşüm sürecidir ve bu süreç halen devam ediyor. Belki ciddi bir şekilde daha da devam edecek.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, tek parti zamanlarında, şehir kültürü dediğimiz kültür maalesef toplumun İslami inançlara yaslanan geleneksel değerlerini ve birikimini (inkâr ediyordu demeyelim) ama en azından ihmal ediyordu. Şimdi bu değerleri ihmal etmeyen bir şehirleşme süreci var, ama sonuçta moderniteyle karşı karşıya kalan geniş kitleler, hem İslami gelenekleri ve değerleri korumak hem de yeni imkânlar içinde yol almakla mücadele ediyor. Bunun getirdiği bir adaptasyon süreci var.
Bu, dediğim gibi 10, 20, belki 30 yıl daha sürecek. Toplum bir yerde sınıflar arası hızlı bir geçişkenliğe uğruyor. Ümit ederiz, dileriz ki toplumun geniş kesimleri bu şehirleşme ve modernleşme sürecinde kendi geleneklerimizin, değerlerimizin optimum bir ölçüsünü bulur ve bunun üzerinden üzerinde bize has, bize ait yeni bir modernleşme ve şehirleşme oluşturabilir. Ben toplum olarak bunu başaracağımız kanaatindeyim.
Bunu başarmak için ise adaleti, hakkaniyeti, insafı, vicdanı ve eşitliği merkeze alan bir dünya görüşüne ihtiyacımız var. Bizleri “daha iyi”ye götürecek, bir kaldıraç görevi görecek olan şey tam da bu değerlerdir. Vicdan, ihsan, adalet, vefa, diğerkamlık, ortaklaşma ve paylaşma; modern toplumlarda, postmodern toplumlarda olmayan, eksikliği duyulan hususlardır. Bu bizim geleneğimizde var, geçmişimizde var. Eğer tekrar “kuvvetli bir toplum” olacaksak, bunları bırakarak değil, bunları yeni bir toplumsal motivasyon ve ruh içerisinde bir sonraki nesle taşıyarak başaracağız. Türkiye bunun sancılarını yaşıyor. Bu sadece siyasi bir süreç değil, aynı zamanda entelektüel bir süreçtir.. Ve ben ümit ediyorum ki Türkiye’nin sahip olduğu bu büyük medeniyet birikimi, temelinde eşitliği, adaleti ve hakkaniyeti esas alan bir anlayışı kurmayı ve bunun üzerinden yeni bir Türkiye inşa etmeyi başaracaktır.
"Türkiye 150 yıllık uykudan yeni uyandı"
İktidar olmadan önce İslamcılığın ya da İslami kesimin kanaatkârlık, dayanışma, yardımlaşma gibi erdeme vurgu yapan ve bunun üzerinden kendisini tanımlayan, “madun öteki” olarak kimlik geliştiren bir yapısı vardı. Ancak daha sonra politik ve finansal imkânlarla tanıştığında bir paylaşım sorunu ortaya çıkıyor. Bu paylaşımlar sonucunda da derin ayrışmalar yaşanıyor kimi zaman. Bu ayrışmaların, kayboluşların önüne geçmek için AK Parti’nin yeniden köklerine dönme, yeniden İslamcılığın köklerine, iddialarına, İslami jargona ve İslami iddialara dönme gibi bir eğilimle, böyle bir stratejiyle kendisini bu çıkmazdan kurtarmaya çalıştığı doğru mu? Böyle bir stratejisi var mı AK Parti’nin gerçekten?
Konuştuğunuz mesele sadece AK Parti’yi ilgilendiren bir mesele değildir. Nihayetinde AK Parti Türkiye’yi yönetmek üzere milletten oy alan ve bunun için bütün imkânlarıyla gayret sarf eden bir siyasi partidir. Konuştuğumuz şeyi aslında şöyle görmek lazım: AK Parti tek başına ortaya çıkmış, nevzuhur bir parti değildir. AK Parti’nin kökleri var; evet, madunların, mağdurların, ötekileştirilmiş olanların, toplumun alt kesimlerinde kalmış olanların 150 yıllık siyasi mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir partidir.
Bu mücadeleye verilen isimler farklı olsa bile Birinci Meşrutiyet’ten, İkinci Meşrutiyet’ten, Tanzimat’tan, Cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlayan; Mehmet Akif, Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Sait Halim Paşa ve benzer diğer aydınlar üzerinden gelen fikri bir kökeni var. AK Parti, bir parti ve siyasi hareket olarak bu köklerine ne kadar yaklaşırsa, o kadar başarılı olacaktır. Eğer 21. yüzyılın Türkiye’sini, 2015’leri, 2020’leri, 2023’leri, 2071’leri bu kökleri üzerinden okuyabilirse ancak o zaman gerçek anlamıyla başarılı olacaktır.
Çok şükür Türkiye 150 yıllık derin bir uykudan uyandı. O derin uykuda bizi uyutan şey neydi? “Biz mağlup olmuş bir medeniyetin çocuklarıyız, mağlubiyetimizin nedeni de sahip olduğumuz inançlar ve değerler” iddiası, düşüncesi… Batı’nın ihtişamı karşısında, zihni ve gönlü kamaşmış, Osmanlı ve Cumhuriyet elitlerinin siyasi seçimi maalesef bu düşünce üzerinden oldu. İşte AK Parti’ye vücut veren yol, bu inanca, bu yaklaşıma itiraz eden yoldur. “Hayır, yeniden büyük bir medeniyet olarak ayağa kalkabiliriz” anlayışıdır.
Evet, biz medeniyetimizin kökleri üzerinden yeniden ayağa kalkmak için 150 yıllık derin bir uykudan yeni uyandık. AK Parti aslında bu uyanışın başlangıcıdır. Meşhur tarihçi Braudel diyor ki; (yanlış hatırlamıyorsam 80’lı yılların ortalarında öldü) İslam’ın iki büyük yürüyüşü vardır: Birincisi Asr-ı Saadet dediğimiz, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemindeki büyük yürüyüş, ikincisi ise Horasan erenleriyle başlayan ve Selçuklu ve Osmanlı’yı var eden yürüyüş…
Ben buna üçüncüsünü ilave ediyorum. Büyük medeniyetimizin üçüncü yürüyüşü inşallah tekrar bu topraklarda başlayacaktır ve inşallah AK Parti’nin siyaseten temsil ettiği, karşılık geldiği yer, oturduğu sosyolojik taban da bu üçüncü büyük yürüyüşü başlatanlar olacaktır, olmalıdır.
Tüm konuşmalarımda “Yeni Türkiye” diye ifade ettiğim şey, laf olsun diye ortaya konmuş bir şey değil, bu üçüncü büyük yürüyüşe verdiğimiz isimdir. Bunları başarmak için çok sancılar olacak; fikri anlamda da, siyasi anlamda da büyük sancılar olacak. Ama AK Parti buraya oturursa, yani AK Parti bundan sonraki hedeflerini 2071, 2073 hedeflerini; Mehmet Akif’in, Sait Halim Paşa’nın, Şehbenderzade’nin, Sezai Karakoç’un, Cemil Meriç’in, Kemal Tahir’in, Nurettin Topçu’nun ve ismini burada saymadığımız diğer münevverlerimizin fikri, siyasi izleğinin kökleri üzerine oturtabilirse, bir büyük medeniyet tasavvuru ve tahayyülü üzerine oturtabilirsek (ki bunu yapmaya gayret ediyoruz) o zaman Türkiye’nin geleceği sağlamdır.
Bu tabii ki sadece bir siyasi partinin yapacağı şey değil. Entelektüellerimiz, bilim adamlarımız, üniversitelerimiz, iktisadi girişimcilerimiz, sivil toplum kuruluşlarımız, sanat çevrelerimiz, gençlik gruplarımız, kadınlarımız, hep birlikte tüm Türkiye’nin bir medeniyet bilinci içerisinde güçlü bir şekilde ayağını yere basması ile mümkün. Ben bu anlamda ümitvarım. Türkiye çok büyük bir mesafe almıştır. Şu an geçiş döneminin büyük sorunlarıyla karşı karşıyayız. Ama Allah’ın izniyle üçüncü büyük yürüyüşümüzün başlangıcının yapıldığı kanaatindeyim. Bu yol devam edecek inşallah…
R. Serdar Ataş / AL JAZEERA
RÖPORTAJIN DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ
SON VİDEO HABER
Haber Ara