Dolar

34,9371

Euro

36,6398

Altın

2.975,32

Bist

10.125,46

Cizre'den bir ders çıkar mı?

Ne 27 Aralık ne de benzeri hadiseler, anlık kararlarla ortaya çıkmıştır. Eğer bir şehrin bazı yolları ve sokaklarında günler öncesinden hendekler kazılarak adeta barikat savaşı hazırlığı yapılmışsa, bunu provokasyon diye yorumlamak doğru olmaz.

11 Yıl Önce Güncellendi

2015-01-02 12:03:21

Cizre'den bir ders çıkar mı?


PKK'nın eylem örgütlerinden biri konumundaki Komalên Ciwan Koordinasyonu (KCK), Aralık 2014'ün son günlerinde önemli bir açıklama yapmıştı. KCK, "… eylem biçimlerine de değinerek, kitlesel eylemlerde yüz kapatma, kitlenin içerisinden provokasyon girişiminde bulunma, halkın malına ve canına zarar verme, halk otobüslerini yakma, her eylemde kepenk kapattırma vb. eylem tarzlarını reddettiğini; eylem kırıcılığı olarak değerlendirdiğini… Bu tür girişimlerde bulunanların sömürgeci güçlerin ajanları olarak değerlendirileceği…"ifadelerine yer vermek suretiyle barış süreci ve PKK'nın lideri Abdullah Öcalan'a bağlı kalacaklarını belirtmişti. Ancak 27 Aralık 2014 sabahında, yani bu açıklamanın üzerinden 24 saat bile geçmeden, PKK-KCK'nın resmi haber sitesi Fırat News, Cizre'de çatışmalar çıktığını şöyle duyuruyordu:

"…Şırnak'ın Cizre ilçesinde gece 02.00 sularında Hür Dava Partisi üyesi olduğu belirtilen iki şahsın mahalle güvenliğini sağlamak amacıyla YDG-H ve YDGK-H üyeleri tarafından kurulan nöbet çadırına girmeye çalışması üzerine taraflar arasında şiddetli çatışma çıktı..."

Tabii YDG-H (Yurtsever Demokratik Gençlik Hareketi) mensuplarının, mahalle güvenliğini hangi sıfatla ve kime karşı savundukları başka bir karışık konu. Olaylar üzerine Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Hatip Dicle, "…Cizre’de bugün yaşanan olaylar, çözüm sürecine yönelik gelişmeleri içine sindirmeyen ve toplumu uçlaştırarak bundan çıkar sağlayan derin güçlerin provokasyonudur." tespitinde bulundu.

KCK'nın, hadiselerin yatışmasından sonra, 30 Aralık'taki bildirisinde, "…Saldırılar karşısında halkımız kendini savunmaktan başka bir şey yapmamıştır. Bu da en doğal en meşru hakkıdır. Hüda-Par siyasi kılıflı Hizbul-Kontra, Cizre'de JİTEM ile ortaklaşıp AKP'nin aldığı kararlara sırtını yaslayarak bu provokasyonu gerçekleştirmiştir…" denildi. Ardından Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ı kastederek "…Özellikle hükümette yer alan bir şahsın, Komalên Ciwan kararlarına atıfta bulunarak Kürdistan gençliğine ithamda bulunma hakkı yoktur. Zaten bu şahsın böyle konuşması da saldırıların nereden planlandığı ve kimler tarafından koordine edildiğini göstermektedir. Cizre’de yüzünü kapatan gençlik değil, AKP-Hizbul-Kontra ortaklığıdır..." ifadelerine yer verildi.

Dicle ise yukarıdaki açıklamalarla tam örtüşmeyen değerlendirmesinde, KCK’nın gençlik yapılanması YDG-H ve Hüda-Par’ın yanı sıra, Çözüm Süreci karşıtı üçüncü güç konumundaki bir "Paralel Yapı"nın devrede olabileceğini dile getirdi. Keza, Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) ile Türkiye’de istikrarsızlık yaratmak isteyen bazı yabancı devletlerin istihbarat örgütlerinin de olayların çıkmasında rol alabilecekleri vurgulayarak, daha soğukkanlı bir noktadan durumu analiz etmeye çalıştı.

Sonuç olarak, Cizre’de 27 Aralık’ta meydana gelen hadiselerde, 3 kişi hayatını kaybetti, pek çok kişi yaralandı. Çok sayıda ev ve işyeri tahrip edilerek Şırnak’a bağlı ilçede, 1992 Newroz Katliamı’nı hatırlatan tipik bir iç savaş sonrası görüntüsü ortaya çıktı.

Cizre’nin gösterdikleri

PKK’nın, bölgedeki diğer Kürt siyasi yapılarının Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından ziyaret edilmesi karşısında gösterdiği tepkinin, bu aşamada çok dikkate değer olduğunu belirtmeliyiz. PKK’nın, kuruluşundan itibaren nasıl tekçi bir siyasi anlayışla hareket ettiğini; kendisi dışındaki siyasi yapılarla temas edilmesine bile tahammül edememe tavrını, demokrasi söylemini her kelimenin arkasına eklediği bir sıfat haline dönüştürmesine rağmen, hiç değiştirmediğini açıkça görmekteyiz. PKK, bu anlayışını, satır aralarında dahi olsa, olayların gelişimindeki sebeplerden biri gibi yansıtıyor. Ki böylesi bir yansıtmanın altının, başka bir arka planın daha ortaya çıkması açısından, kuvvetle çizilmeyi gerektirdiğini söylemeliyiz.

PKK/KCK/HDP (Halkların Demokratik Partisi) çevresi, yukarıda bazılarını alıntıladığımız açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, olayı bir yandan provokasyon şeklinde nitelendirirken -tabii işin provokasyon kısmını kendi dışındaki birilerine havale ederken- bir yandan da hükümeti ve Hüda-Par’ı suçladı. Genelde kendisine dönük hiçbir eleştirel yaklaşımda bulunmadığı gibi, mevcut konumlarının, böylesi olaylar karşısında meşruiyet çizgisinde olduğunu savundu. Elbette, Hüda-Par’ın geçmişine bakıldığında öncelikle Hizbullah çağrışımı ve 90’lı yıllardaki pek çok kirli hadise akla geliyor. Fakat bu yapının geçmişinin kirli olması gerçeği, gerek örgüt içi "temizlik" ve infazları gerekse çevresinde yarattığı terörle PKK’nın geçmişinin temiz olduğu anlamına gelmiyor şüphesiz.

Hükümet ve HDP’nin tavrı

Cizre’ye hükümet cephesinden bakıldığında, PKK ve çevresinin samimiyetini sorgulamanın yoğunlaştığı görülüyor. PKK, hükümet tarafından, Çözüm Sürece’ne yeterli destek vermemek ve provokasyonlara karşı duyarlı davranmamakla suçlanıyor. "Hükümetin yaygın biçimde ifade ettiği provokasyon teşhisi, Cizre’deki olayların gelişimini açıklamak için gerçekten yeterli bir teşhis midir?" Bu sorunun biraz üzerinde durmalı ve tartışmalıyız.

Aslında epey zamandır, bölgede, herkesin gözleri önünde yaşanan ve bu türden gelişmelere oldukça uygun bir atmosfer oluşturulmuştu. Birkaç yıl öncesinin "taş atan çocukları" şimdi genç birer militan olmuşlardı ve çocukluklarından bu güne, kendileri için pek de güzel şeyler hayal edebilecekleri bir dünya görmemişlerdi. En son 6-8 Ekim 2014’deki gibi Kobani’de yaşananlar, önceki aylarda da haşhaş imhası, kalekol inşaatı, ana dilde eğitim vb. gerekçeler birer eylem nedeni olurdu. Bazen de geçmişte yaşanmış bir olayın anılması veya kutlanması bahaneleriyle hemen her gün yol kesme, kepenk kapama, cenaze törenleri ve şehit anmaları gibi süreklilik arz eden bir eylemlilik hali bölgede hep yaşanmaktaydı.

Ne 6-8 Ekim ne 27 Aralık ne de diğer benzeri hadiseler, bir provokasyon veya anlık verilen kararlarla ortaya çıkmıştır. Eğer bir şehrin belli başlı yolları ve sokaklarında, herkesin gözü önünde günler öncesinden hendekler kazılarak adeta bir barikat savaşı hazırlığı yapılmışsa, bunu IŞİD veya "Paralel Güçler" provokasyonu diye yorumlamak doğru olmaz. Hazırlığı önceden yapılarak sahneye konulmuş bir çatışmayı sadece provokasyon olarak değerlendirmek yetersiz bir yaklaşımdır.

Özellikle HDP ve Kandil’den kimi sorumluların, sık sık açıklamalar yaparak bir takım şartlar ileri sürmeleri, hükümete süreler vermeleri, Çözüm Süreci’nin sona erdirileceğine yönelik suçlayıcı ve tehditkâr bir dil kullanmaları, inşa edilmeye çalışılan süreçte yer alan hedeflerin gerçekleşebilmesine dair inançları etkisizleştiriyor ve sokaktaki gerilimi tetikliyor. Örgüte yakın medya organlarının adeta kampanya benzeri provokatif ve teşvik edici yayınlarının da olaylardaki payı görmezden gelinemez. Ayrıca yaşanan "eylemsizlik" sürecinin de kendilerinin bir lütfuymuş gibi sunulması da bir tepeden bakma yaklaşımıdır.

Olaylara seyirci kalan HDP ise daha etkin bir konum kazanma şansı olmadığı için Kandil veya Öcalan’dan gelecek yorumlar doğrultusunda zaman kazanmayı tercih ediyor. Böylece tam bir inisiyatifsizlik veya kontrolsüzlük yaşıyor.

Çözüm Süreci’nin geleceği ve Öcalan etkisi

Geçmişte, çok kritik dönemlerde ortaya çıkan bazı olayların seyri, çoğu zaman PKK ve Öcalan’ın kontrolü dışında sonuçlara yol açmıştı. 24 Mayıs 1993’te Bingöl’de silahsız 33 er öldürülmüştü. 14 Temmuz 2011’de ise Diyarbakır Silvan’daki bir saldırıda 14 asker hayatını kaybetmişti. Bu örneklerin ortak bir özelliği vardı. Kürt Sorunu’nun çözümü yönünde herhangi bir iyiye gidiş belirtisi ortaya çıktığında, bunun önünü kesmek isteyen bazı iç ve dış odaklar harekete geçer ve başarılı da olurlardı. PKK ise kontrolü veya talimatı dışında gelişen bu tür sabotaj eylemlerini, kendisini de aşan bir irade tarafından manipüle edilen karanlık eylemler olarak kabul etmek yerine, tıpkı devletin de hep yaptığı gibi, kendince bazı haklı nedenler yaratmak suretiyle savunma pozisyonuna geçerdi.

Ne var ki, son dönemde, hem hükümet hem de meseleye çözüm arayan hemen bütün aktörler artık bu oyunun farkına vardılar. Bu tarz eylemlerden sonra "…Ne zaman bir şeyler iyiye gidiyorsa, birileri devreye girip provokasyonlarla veya sabotajlarla süreci baltalamaya çalışıyor..." mealinde yorum ve açıklamalar yapılıyor. Böylece eski oyun ve senaryoların artık geçerli olmadığı anlayışı yerleşiyor. Bu bağlamda, 9 Ocak 2013’te Paris’te 3 Kürt kadının bir suikastla öldürülmesi ve sonrasında sahneye konan birçok eylem de beklenen etkiyi göstermedi ve her şeyin tersyüz edilmesine olanak verilmedi.

Çözüm Süreci’nin inandırıcı kılınması yönünde etkin ve gündelik hayatta hissedilir iyileştirici politikalar üretilmesi gerekiyor. Kürt Sorunu’nun çözümü, şiddet ve çatışmanın sona erdirilmesi yönünde ciddi adımlar atılırken, başta gençler olmak üzere bölge insanına inandırıcı gelecek ve farklı başlıklarla ele alınacak girişimlere ihtiyaç duyuluyor. Bölgede her an patlamaya hazır duran öfkeli ve tepkili gençlerin gelecekte umutlu bir hayatları olacağına dair bir inanca sahip olmalarının yolları bulunmalı. Onların yaşamlarında derin izler bırakmış ve zihinlerinden atamadıkları travmalardan kurtulmaları için alternatif politika ve programlar geliştirilmesi şart.

Keza hep önerdiğimiz gibi, Abdullah Öcalan’ın, örgütü üzerindeki kontrolü ve etkinliğini artırabilmesi ve bunun daha hissedilir kılınması yönünde bazı imkânlara kavuşması sağlanmalı. Böylece, örgüt içerisinde her kafadan bir yorum çıkmasının önüne geçilip Çözüm Süreci’nin daha hızlı yol alması sağlanabilir.

Ümit Fırat / Al Jazeera

Haber Ara