Tunus'un demokrasiye geçişinde Gannuşi faktörü
Tunus Devrimi'nden beri ılımlı ve uzlaşmacı tavrını sürdüren Raşid Gannuşi'nin lideri olduğu Nahda Hareketi'nin Kasım 2014'teki cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday göstermemesi, partinin uzlaşı temelli politikalarının bir göstergesi.
11 Yıl Önce Güncellendi
2014-09-17 00:43:01
Araştırmacı-Yazar Ömer Faruk Tokat'ın AL Jazeera.com'da yer alan yazısında, Arap devrimlerinin fitilini ateşleyen ülke olan Tunus, 26 Ekim 2014 günü parlamento seçimlerine gidecek. Yaklaşık bir ay sonra, 23 Kasım’da ise Tunuslular yeni cumhurbaşkanlarını seçecekler. Tunus, bu iki seçimi sorunsuz gerçekleştirmesi halinde, devrim sonrası demokratik geçiş sürecini başarıyla tamamlayan tek "Arap Devrimi" ülkesi olacak.
Tunus’ta devrim sonrası demokratik geçiş sürecini başarıya götüren birçok temel dinamikten söz edilebilir. Ancak ülkenin önemli siyasi aktörlerinden olan Nahda (Yeniden Doğuş) Hareketi Partisi Genel Başkanı Raşid Gannuşi’nin kurduğu ve yönettiği geçiş dönemi politikalarının, bunda hayati rol oynadığı yadsınamaz. Mevcut Cumhurbaşkanı Muhammed Marzuki, Kurucu Meclis Başkanı Mustafa Bin Cafer, anayasa hukukçusu Kays Said gibi bu başarının altında imzası olan başka isimler de sayılabilir. Yine de onları sürece katan siyasi aktör olarak Gannuşi’nin yönetim şekli öne çıkıyor.
Gannuşi, 14 Ocak 2011’de Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin ülkeden kaçışıyla sonuçlanan Tunus Devrimi sonrası ülkesine döndüğü andan itibaren, Arap devrimlerinin başına nasıl bir çorap örüleceğini gördü ve gelecek planını ona göre şekillendirdi. Mısır'da Müslüman Kardeşler (İhvan) teşkilatının hataları olarak sıralanan hususlarda Gannuşi’nin farklı bir yol izlemesi hep dikkat çekti. Tunus'taki devrim sonrası sürecin Mısır, Libya ve Yemen’in aksine daha istikrarlı bir düzlemde seyretmesinde, Gannuşi’nin kurguladığı siyasi yol haritası çok önemli bir yer tutuyor.
Devrim sonrası ilk seçimler ve Nahda
24 Ekim 2011 tarihinde yapılan Kurucu Meclis seçimlerinden yüzde 42 oy oranıyla çıkan Nahda, 217 sandalyenin 89’unu kazanarak seçimlerin galibi oldu. Burada Nahda milletvekillerinin yarıya yakınının kadın olması dikkat çekiciydi. Bu sonuçla tek başına hükümet kurma yetkisi alan Nahda, iktidarı biri sosyal demokrat, diğeri liberal laik ve solcu çizgideki iki partiyle paylaşmayı tercih etti. Tekettül (Emek ve Özgürlük için Demokrasi Bloğu Partisi) ve Mu’temer (Cumhuriyet için Kongre Partisi) ile Nahda arasında üçlü koalisyon hükümeti kuruldu.
Gannuşi, uzun hapis cezaları ve Londra’da geçirdiği sürgün yıllarının ardından, 30 Ocak 2011’de ülkesine döndükten sonra seçimlerden galip çıkan partinin lideri olması hasebiyle başbakanlık koltuğuna oturabilirdi. Lakin tercihini, kendi ifadesiyle 'devrim sonrası ülkeyi düzlüğe çıkaracak politikalar üretmek' yönünde kullandı. Cumhurbaşkanlığına laik bir isim olan insan hakları aktivisti Muhammed Munsif Marzuki’yi önerdi. Parlamento başkanlığını ise sosyal demokrat Mustafa Bin Cafer deruhte etti.
Ülkenin ve halkın menfaati için uzlaşmanın bir "amentü" mesabesinde olduğunu sürekli vurgulayan Gannuşi, yaşanan her siyasi gerilimde muhalefete karşı, "Şurada seçimlere az bir süre kaldı. Böyle davranmak bize ve partimize değil ülkeye zarar veriyor. Buna gerek yok. Biz şu an bir üçlü koalisyon hükümetiyiz. Bu koalisyonu beş partili de yapabiliriz. Yeter ki ülkeyi sağ salim seçimlere götürelim." şeklinde özetlenebilecek uzlaşı eksenli yaklaşımını hep muhafaza etti.
Gannuşi, ‘Soğuk Savaş dönemi İslamcı kuşağı’ içinde, 'İslam ve demokrasi uzlaşısı' konusuna güçlü şekilde vurgu yapan ilk isimdi. 1990’larda yazdığı El-Hurriyyatü’l-Âmme fi’d-Devle’l-İslamiyye (‘İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler’, Mana Yayınları, 2013) adlı kitabında açıkça İslam-demokrasi uyumu, İslam devleti içinde laik ya da Marksist bir partinin kurulabileceği, kadının devlet başkanı olabileceği vb. muhataralı konuların teorik çerçevesini çizerek İslami kesimin önüne koymuştu. Dönemin İslamcı ideologların hemen hepsi demokrasiyi "şirk" ya da "küfür" olarak görüyorlardı. Hatta Arap dünyasındaki İslamcı akımların mensupları, özellikle de Selefiler onu tekfir etmişlerdi.
Fakat onun liberal, demokrat ve çoğulcu siyaset anlayışı, nasıl o zamanki kimi İslami kesimlerin aforozcu duvarlarına çarparak geri döndüğü gibi, devrim sonrasında da ideolojik marjları çok keskin ve katı olan laik ve sol tandanslı kesimlerin katı duvarlarına çarparak geri dönüyordu. Tunus’taki, büyük çoğunluğu diktatörlük döneminde teşekkül etmiş, medyanın tek sesli ve ideolojik tutumu da Gannuşi’nin önündeki en büyük engellerden biriydi. Keza Gannuşi’nin söyleminin tabana ulaşamıyor oluşu yanında devrim öncesinde sürgünde yaşayanlar ile Tunus hapishanelerinde yıllarını geçiren parti kadrolarının arasındaki (dâhil-mehcer) gerilim, Nahda’yı zaman zaman tökezleten bir seyir izledi. Tüm bunlara rağmen Gannuşi, karizmatik kişiliğiyle hareketini dağılmaktan kurtardı.
Partisi iktidar olduğundan itibaren sürekli 'ulusal uzlaşı' vurgusu yapan Nahda lideri, anayasa yapım sürecinde parlamentodaki grubunu, ‘Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’in anayasanın kaynaklarından olması gerektiğine dair’ bir kanun teklifine ret oyu kullanmaya ikna edebildi. Bir bakıma bu, "Şeriat anayasası"na hayır demek anlamına geliyordu. Zaten Gannuşi her fırsatta "Şeriat devleti" ya da "İslam devleti" yerine "sivil devlet" kavramını kullanmayı tercih etti. Nahda tabanında tepkilere yol açan, "Devletin dini olmaz; vatandaşın dini olur!" tarzı ifadeler kullandı.
Nahda grubu ayrıca İsrail ile ilişkileri anayasal suç sayan madde teklifini onaylamadı; kanaatleri ve inançları sebebiyle memurluktan atılan, işkence gören diktatörlük dönemi mağdurlarının haklarının tazmin edilmesi, Bin Ali rejiminde aktif görev alan siyasilere ve kamu görevlilerine siyasi yasak getirilmesi gibi konularını görüşülmesini, gerginliği tırmandırmamak adına sürekli erteledi. İkinci hükümette büyük ve önemli bakanlıkların teknokratlara verilirken, Nahda bir sonraki anlaşmazlıkta bütünüyle çekilerek üçüncü hükümetin tamamen teknokratlardan kurulmasını onayladı. Bütün bunlar, Gannuşi’nin uzlaşı adına yaptığı açılımların çok "cesur" örnekleriydi.
Gannuşi’nin zaman zaman parti tabanını karşısına almak pahasına ürettiği bu politikalar Tunus’taki katı laik kesimleri memnun etmeye yetmedi. Nahda içindeki gerilimi tırmandırması pahasına hükümetin bu konulardaki uzlaşı eksenli siyasetine rağmen, ülkedeki tek sesli ve ideolojik yaklaşımları baskın medya, Nahda’yı "radikal Selefi bir örgüt", liderini ise "fanatik bir Taliban ya da El Kaide şeyhi" gibi sunmakta bir beis görmedi.
Tüm bunlara rağmen Nahda, özellikle de Gannuşi, ılımlı ve uzlaşmacı tavrından taviz vermedi. Nahda’nın, cumhurbaşkanlığına aday göstermeyeceğini açıklaması da partinin uzlaşı temelli politikalarının bir göstergesi. Öte yandan Tunus’ta ideolojik kutuplaşmanın çok katı düzlemde seyretmesi ve şimdilik, söylemsel düzeyde dahi olsa, gerilimde arabulucu rolü oynayarak kutuplar arasında geçişkenliği sağlayabilecek liberal entelektüel bir sınıfın hâlâ oluşmaması, işleri zorlaştırıyor.
Bununla birlikte ülkedeki mezkur gerilimi anlamak için Nahda içindeki farklı yaklaşımları bilmek gerekiyor.
Nahda’nın içindeki eğilimler ve önündeki seçenekler
Nahda, çok eğilimli bir parti. Sadık Şoro, Habib Levz ve Salih Bin Abullah gibi kurucu kadrodan bazı isimler, partideki Selefi kanadın temsilcileri. Abdülfettah Moro, Ziyad Devletli, Abdülmecid Neccar ise yerel geleneksel anlayışı (halk İslamını) temsil ediyorlar. Bu iki eğilimin yanında, daha genç, neo-liberal ekonomi politikaları ve Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) tecrübesini model olarak gören, ikinci kuşak Nahdacılar diye isimlendirilebilecek, üçüncü bir eğilimden söz etmek mümkün. Hareket bu yapısıyla çoğulcu bir karakter arz etmekle birlikte, Selefi kanadın dini düzlem üzerinde siyaset üretmesi ve bu yüzden ülkedeki diğer Selefi yapılarla birlikte görüntü vermeleri, Bin Ali döneminin kara propagandasıyla şekillenmiş, "terörist Nahda" ve "terörist Gannuşi" imajını besleyerek bundan siyasi rant devşirmeyi hedefleyen kimi mahfiller için ciddi bir malzemeye dönüşebiliyor.
1980’lerde kurulduğunda nispeten Selefi bir söylemi benimsediği için geleneksel dindar kesimlerde kuşkuyla karşılanan "Vehhabi/Selefi Nahda" imajı, muhalifleri ve basın tarafından köpürtülerek Tunus’un siyasal İslamcı olmayan dindar kesimlerini, Nahda’ya karşı durmaya ikna edebiliyordu. Yani Nahda’nın bazı öncülerinin, ülkede sorun oluşturan, dahası ülkeyi bir şiddet ve terör sarmalına dönüştürmeyi hedefleyen kimi "derin mihrakların" kullandığından kuşku duyulmayan Selefi akımlara karşı ikircikli tavır takındıkları görüntüsü vermesi, bazı halk kesimlerinin harekete/partiye karşı kuşkularının artmasına yol açıyordu.
Çözüm olarak, Nahda’nın acil olarak yerelleşmesi, Tunus halkının dini kimliğini oluşturan Eşarilik, Malikilik ve Sufilikle barışması gerekiyor. Türkiye’deki Milli Görüş hareketini bir yana koyarsak -Mısır’da Hasan El Benna sonrası İhvan ve Pakistan’da Mevdudi’nin Cemaat-i İslamisi dâhil olmak üzere- modern dönemde ortaya çıkan tüm siyasal İslamcı hareketler, öyle ya da böyle etki alanına girdikleri neo-Selefi söylemin sonucunda mevcut dini dokuyla kavga ederek işe başladılar. Bu da devasa bir 'yerelleşememe' handikabı olarak hep karşılarında durdu. Gannuşi’nin son zamanlarda Tunus’un dini kimliğine dair açıklamalardaki Malikilik ve Eşarilik vurgusu, bu arızayı telafi etme çabası olarak değerlendirilebilir ki bu da stratejik bir tavır olarak önemli.
Nahda’nın artık salt bir 'İslami hareket' değil, ülkeyi yönetmeye talip bir parti olduğunu ivedilikle fark etmesi, ülkedeki mevcut dini dokuyla barışık bütünüyle yerelleşmiş/Tunuslulaşmış bir siyasi hareket olduğuna geleneksel halk kesimlerini ikna etmesi bir zorunluluk. Eğer Nahda halk nezdindeki bu algıyı düzeltmezse, Mısır’da da gözlemlendiği üzere, muhalefet bunu speküle ederek, anti-demokratik ve darbeci müdahalelere dini/teolojik kılıf biçme konusunda bazı din adamlarını istihdam edecektir. Ferid Baci gibi bazı din adamları, bu role çoktan soyunmuş durumdalar. Hatırlanacağı üzere Mısır’da da bu rolü Ali Cuma gibi din adamları üstlenmişlerdi.
Sürekli ‘yüzde 42 gibi devasa sandık gücünü değil de bölgesel ve uluslararası aktörler ile güç odaklarını dikkate alarak politika üretmekle’ eleştirilen Gannuşi, bazı halk kesimlerini yeterince tatmin etmemiş olmalı ki, son yapılan anketler Nahda’nın oylarında hatırı sayılır bir düşüş yaşandığının işaretlerini veriyor. Özellikle Fransa, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan gibi ülkelerin ve onların desteklediği Tunus medyasının propagandasını yaptığı Baci Kaid Sipsi’nin Nidâu Tunis (Tunus’un Sesi) Partisi ile Nahda arasında birkaç puanlık fark gözüküyor. Kararsız seçmenlerin oranı yüzde 30’larda seyrediyor. Dolayısıyla 26 Ekim’deki genel seçimlerin kaderini kararsızlar belirleyecek olmakla birlikte seçim sonrasında bir koalisyon hükümetinin kurulacağına kesin gözüyle bakılıyor. Zaten Nahda yöneticileri de seçimlerden mutlak galip çıksalar bile ulusal birlik koalisyon hükümeti kuracaklarına dair açıklamalar yapıyorlar.
Ne var ki Tunus’taki bu sürecin başarıyla sonuçlanmasını istemeyen kim odakların çalışmaları da hız kesmeden devam ediyor. Terör kartını kullanarak iki seçilmiş hükümeti istifaya ve yönetimi teknokrat hükümetine bırakmaya adeta mecbur bırakan kimi yerel ve uluslararası mahfiller, ülkeyi seçimlere götürmemek için uğraşıyorlar. Temmuz 2014 itibarıyla ülkede yeniden tırmanan terör ve şiddet olayları ve suikast teşebbüsleri -en son 1 Eylül 2014’te Tunus’un Sesi Partisi Milletvekili Muhammed Ali Nasri’ye suikast teşebbüsünde bulunulmuştu- demokratik geçiş süreci açısından endişe verici.
El Kaide tandanslı Ensaru’ş-Şeria gibi örgütlerin terör eylemleri, Tunus demokrasisi karşısındaki en büyük meydan okumalardan biri. Libya içinde ve Cezayir sınırındaki Şeanbi Dağı’nda konuşlanmış olan örgütün, başkent Tunus’ta birkaç bomba patlatması, demokrasiye müdahale etmek isteyen karanlık odakların iştahını kabartıp seçimlerin ertelenmesi de dâhil farklı senaryoları gündeme getirebilir.
Bunlarla birlikte, Gannuşi’nin bölgesel ve uluslararası aktörleri dikkate alarak ürettiği politikaları, Avrupa ve ABD’de yürüttüğü lobi çalışmaları dikkate alan yorumcular, seçimlere sağ salim gidileceği, normalleşme sürecinin başlayacağı ve Tunus’un, Arap devrimlerini başlatan model ülke olduğu gibi devrimi demokrasiyle taçlandırma konusunda da model bir ülke olacağından kuşku duymuyorlar.
Tunus halkının özgür iradesinin tecellisi nasıl olacak bekleyip göreceğiz.
SON VİDEO HABER
Haber Ara