Yeni Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu (50), zaten uzun süredir bu görevin gerektirdiği yoğun bir tempoyla yaşıyor. İstanbul Bahçelievler’de 40 yıldır aynı evde oturuyor ama çok az uğrayabiliyor evine. Oysa, İstanbul Erkek Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi’ndeyken, aktivitelere katılan sosyal bir genç değil, kitaplara gömülmüş, Batı ve Doğu kültürü arasında bir sentez bulmaya çalışan tipik bir akademisyen adayıydı. İşte Ahmet Davutoğlu’nun Konya’da, Toroslar’ın zirvesindeki Taşkent adlı bir kasabada başlayıp önce gizli, şimdi de resmi Dışişleri Bakanlığı’na uzanan hayatı.
Fatih’ten Sultanahmet’e kadar yürümekten büyük bir haz alıyordu. Geçtiği sokaklardaki tarihle büyülenerek atıyordu adımlarını. Kütüphaneleri, camileri, hamamları, Osmanlı dönemi yapılarını gördükçe kimliğinin köklerine dönüyordu. Soru işaretleriyle doluydu kafası.
Ahmet Davutoğlu, henüz bir ortaokul öğrencisiydi o günlerde. Bu denli erken yaşta kimliğiyle ilgili derin düşüncelere dalmasının nedenlerinden biri İstanbul’un tarihi atmosferi ise diğeri de öğrencisi olduğu İstanbul Erkek Lisesi’ydi.
İkili bir kültürel yapısı vardı lisenin. Cumhuriyetin ilk kuşağından Türk öğretmenlerden ders alıyor, güçlü bir tarih bilinci ile donanıyorlardı öğrenciler. Bir yandan da Almanca öğretmenlerden Batı kültürünü, asıl olarak da Alman kültürünü ve edebiyatını öğreniyorlardı.
Yatılı okula 12 yaşında girdiği ilk günlerden itibaren klasikler ile yüzyüze gelmişti. Diğer öğrenciler gibi o da hemen Kafka’yı, Goethe’yi okumaya başlamıştı. Berthold Brecht’in eserlerini tanımıştı. Kitaplarda yeni bir dünya bulmuştu.
İki cepheli bir yüzleşmeydi yaşadığı. Batı kültürünün temel eserlerini okumakla kalmıyor, Türk öğretmenlerinin teşvikiyle Türk edebiyatını hatmediyordu. Ahmet Hamdi’den Fuzuli’ye, Farabi’den Ahmet Cevdet’e kadar eserleriyle tanışmadığı isim kalmamıştı.
1970’ler, Türkiye’de çalkantılı yıllardı. Gençlik, daha çok sol siyasi hareketlerin etkisi altındaydı. İstanbul Erkek Lisesinde de rüzgarlar soldan esiyordu. Ahmet Davutoğlu da bu havanın dışında kalmadı.
Marksist literatürün temel eserlerini de okudu. Stalin’in “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” kitabını okuduğu sırada orta üçteydi. Altını çizip, sayfaların kenarına notlar alarak dikkatle okuduğu kitabı, özenle saklayacaktı yıllarca.
Yine de Marksist olmadı. Mekanik buldu bu ideolojiyi. Milli Türk Talebe Birliği gibi İslamcı gençlerin örgütlendikleri yapılanmaların da dışında kaldı. Zaman zaman konferanslara, gecelere gitse, kültür kulüplerine katılsa bile daha çok kendi çizgisinde yol alan bir gençti. Eğlenmeye, gezmeye zaman ayırdığı pek görülmezdi. Bazen futbol oynardı Mustafa Çam, Murat Ülker, Aydın Babuna ve Engin Işıksal’ın da aralarında bulunduğu sınıf arkadaşlarıyla. İyi bir oyuncuydu.
Hayatını bilim adamı olarak planladı
Ahmet Davutoğlu, henüz bir ortaokul öğrencisiydi o günlerde. Bu denli erken yaşta kimliğiyle ilgili derin düşüncelere dalmasının nedenlerinden biri İstanbul’un tarihi atmosferi ise diğeri de öğrencisi olduğu İstanbul Erkek Lisesi’ydi.
İkili bir kültürel yapısı vardı lisenin. Cumhuriyetin ilk kuşağından Türk öğretmenlerden ders alıyor, güçlü bir tarih bilinci ile donanıyorlardı öğrenciler. Bir yandan da Almanca öğretmenlerden Batı kültürünü, asıl olarak da Alman kültürünü ve edebiyatını öğreniyorlardı.
Yatılı okula 12 yaşında girdiği ilk günlerden itibaren klasikler ile yüzyüze gelmişti. Diğer öğrenciler gibi o da hemen Kafka’yı, Goethe’yi okumaya başlamıştı. Berthold Brecht’in eserlerini tanımıştı. Kitaplarda yeni bir dünya bulmuştu.
İki cepheli bir yüzleşmeydi yaşadığı. Batı kültürünün temel eserlerini okumakla kalmıyor, Türk öğretmenlerinin teşvikiyle Türk edebiyatını hatmediyordu. Ahmet Hamdi’den Fuzuli’ye, Farabi’den Ahmet Cevdet’e kadar eserleriyle tanışmadığı isim kalmamıştı.
1970’ler, Türkiye’de çalkantılı yıllardı. Gençlik, daha çok sol siyasi hareketlerin etkisi altındaydı. İstanbul Erkek Lisesinde de rüzgarlar soldan esiyordu. Ahmet Davutoğlu da bu havanın dışında kalmadı.
Marksist literatürün temel eserlerini de okudu. Stalin’in “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” kitabını okuduğu sırada orta üçteydi. Altını çizip, sayfaların kenarına notlar alarak dikkatle okuduğu kitabı, özenle saklayacaktı yıllarca.
Yine de Marksist olmadı. Mekanik buldu bu ideolojiyi. Milli Türk Talebe Birliği gibi İslamcı gençlerin örgütlendikleri yapılanmaların da dışında kaldı. Zaman zaman konferanslara, gecelere gitse, kültür kulüplerine katılsa bile daha çok kendi çizgisinde yol alan bir gençti. Eğlenmeye, gezmeye zaman ayırdığı pek görülmezdi. Bazen futbol oynardı Mustafa Çam, Murat Ülker, Aydın Babuna ve Engin Işıksal’ın da aralarında bulunduğu sınıf arkadaşlarıyla. İyi bir oyuncuydu.
Hayatını bilim adamı olarak planladı
Alman kültürüyle iç içe olan İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin çoğunun hayallerini Almanya’ya gitmek, orada üniversite okumak süslerdi. Davutoğlu ise İstanbul’dan kopamazdı. Almanya’da okumayı kendi kültürüne yabancılaşma olarak görüyordu. 1977’de liseyi bitirdiğinde İstanbul’un tarihi ve kültürüyle, kökeniyle iyiden iyiye bütünleşmişti.
Yıllar sonra yayınlanan “Stratejik derinlik” kitabının girişine yazdığı “Bu eser, aynı nehirde akan bir neslin serüvenini yansıtan anonim bir kültür atmosferinin ürünüdür” cümlesi İstanbul’un ruhunda bıraktığı izlerin ne kadar derin olduğunu gösteren örneklerden biriydi.
Başka bir örnek ise Kıbrıs müzakereleri sırasında Barbaros Hayreddin Paşa’nın Preveze Deniz savaşında Andrea Dorya’ya karşı uyguladığı taktiği kullandıklarını söylemesiydi. Barbaros, Dorya’nın kendisinin taktiklerini inceleyeceğini tahmin ederek, o güne kadar izlediği taktikleri bir yana bırakmış, savaşı öyle kazanmıştı. Davutoğlu’nun Papadopulos’a karşı denediği “Barbaros Hayrettin Paşa taktiği”nin özü buydu.
Liseden sonra sosyal bilimler okumaya karar vermesi de tarihle yüzleşmede vardığı noktadan kaynaklanıyordu. Bilim adamı olmayı kafasına koymuştu. Hayat planının ilk adımı Boğaziçi Üniversitesi olacaktı. Fen bölümü mezunuydu ama bazı arkadaşları gibi tıp, mühendislik değil sosyal bilimler okumaya kararlıydı.
Annesini dört yaşındayken kaybetti
Ailesinin gönlünden geçen ise farklıydı. Annesi, doktora zamanında yetiştiremedikleri için hayatını kaybetmişti. O zamanlar İstanbul gibi doktorun çok olduğu büyük bir kentte değil, Konya’nın Taşkent kasabasında oturuyorlardı.
Memnune hanım öldüğünde, Ahmet, henüz dört yaşındaydı. 1959’da doğmuştu. Babası Mehmet Bey, Toroslar’ın zirvesinde tipik bir Türkmen kasabası olan Taşkent’te nakliye işleri, kunduracılık ile uğraşıyordu. Kısa zamanda yeniden evlendi. Babasının tek oğlu olan Ahmet, Sefure hanımı benimsedi. Ona hep “Anne” diye seslendi. Onu oğlu olarak gören Sefure hanım da Memnune hanımın ölümünü unutamadığı için Ahmet’in doktor olması hayalini kuruyordu.
Babası Mehmet Bey ise oğlunun işletme okumasını, işlerini ona devretmeyi düşlüyordu. Mehmet bey, ilk eşinin ölümünün üzerinden bir yıl bile geçmeden ailesini alıp İstanbul’a göçmüş, Fatih’e yerleşmişlerdi. Ahmet de orada büyümüş, ilk dört yılı Hacı Süleyman Bey İlkokulu’nda okumuştu. Bahçelievler’e taşınınca ilkokulu orada bitirmişti. Tekstil ve ticaretle uğraşan Mehmet bey de yıllar içinde işlerini genişletmişti. Artık oğlunun yardımına ihtiyaç duyuyordu. O nedenle de işletme okumasını istiyordu.
Liseden kalan disiplin anlayışı
Davutoğlu da Boğaziçi’nde önce İktisat bölümüne kaydoldu. İngilizce için bir yıl hazırlık okuması gerekti. Lisede ikinci dili olduğu için zorlanmadı. Yazın da bir ay kadar İngiltere’ye giderek pekiştirdi İngilizcesini.
Mutlu olamadı İktisat bölümde. İlaveten bir de Siyaset Bilimi bölümüne girdi. Boğaziçi’nde iki bölümde okuma uygulaması yeni başlamıştı. İktisat bölümünü 1982’de bitirdi. İkisini birden bitirdiğini sanırken derslerin eşleştirilmesinde sorun çıktı. Siyaset Bilimi’nden mezun olması 1983 sonuna kaldı. Yine de iki bölümü birden bitiren ilk öğrenci oldu.
İstanbul Lisesi’nden sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne girmek yeni bir kültürel yüzleşmeydi onun için. İki okul arasındaki tek benzerlik ikisinde de sol hareketlerin etkili olmasıydı. Temel farklılık ise Boğaziçi’nde Amerikan kültürünün hakimiyetiydi. Almanların o katı disiplin anlayışından eser yoktu burada. Davutoğlu, benimsediği o disiplini terk etmedi.
Yine siyasi gruplara katılmadan tarih okumalarını sürdürdü. Medeniyetler tarihi, asıl olarak da düşünceler tarihine yoğunlaştı. Eflatun’dan Hegel’e kadar düşünce tarihini incelemek, Osmanlı-Türk ve İslam kültürünü içselleştirmesi sonucunu doğurdu. Düşünce tarihindeki yerini daha iyi kavradı.
Sınıf arkadaşları arasında Adnan Büyükdeniz, Ethem Eldem ve Nuray Mert de vardı. Üniversite yıllarında da konserlere, toplantılara, öğrenci etkinliklerine fazla zaman ayırmadı. Futbol ve güreş dışında bir sporla da ilgilenmedi. Zaten 12 Eylül dönemiydi, öğrenci hareketleri de durulmuştu.
Şerif Mardin’in yardımı
Üniversite sonrasında hiç tereddüt etmeden “bilim adamlığı” planına devam etti. 1984’te Kamu Yönetimi bölümünde yüksek lisansa başladı. Doktorasını ise Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. Öğretim üyeleri ile arası iyiydi. En çok da Prof. Dr. Şerif Mardin sevdi onu. Tez hocası oldu. 1986’da başladığı tezini daha bitirmeden özet bir makale olarak üniversitenin akademik dergisinde yayınlattı.
Tezin yayınlanması Davutoğlu için büyük bir teşvik oldu. Birbiri ardına makaleler hazırladı. Uluslar arası bir toplantıda Fukuyama’nın ortaya attığı ünlü “tarihin sonu” tezine karşı da bir tebliğ sundu. Tebliğde, tarihin sonu teziyle, Osmanlı’nın “devlet-ebed-müddet” tezini karşılaştırıyordu. “Aksine tarih ivme kazanacaktır, tarihin sonu tezi yanılsamadır. Hakim kültürün ekonomik politik anlamda gücünün zirvesine ulaştığı dönemde böyle yanılsamalar olur” görüşünü savunuyordu.
1989 Kasımında iki teklif birden aldı. Boğaziçi dergisinde yayınlanan makalesini referans almışlardı. Tekliflerin biri Amerika’dan geliyordu tekliflerin, diğeri Malezya’dan…
Amerika’ya gitmek cazip gelmiyordu. Batı kültürünü yeterince tanıdığına inanıyordu. Malezya üzerinde duruyordu. Eksik kalan halkayı orada tamamlayabilirdi. Çin-Hint-İslam kültürü, Batı kültüründen nispeten uzak biçimde yaşanıyordu bu ülkede.
Ama artık tek başına değildi. 1984’te evlenmiş, iki kızı olmuştu. Jinekolog olan Sare hanım ile dünyaya aynı gözlüklerle bakıyorlardı. İyi anlaşan bir çift olmuşlardı.
Kızlarına isim koymayı eşine bırakmıştı Davutoğlu. Sare hanım da onu memnun edecek isimler seçmişti. 1986’da doğan ilk kızlarına Sefure, 1988’de doğan ikinci kızlarına ise Memnune adını vermişti. Davutoğlu’nun her iki annesine de verdiği değeri göstermişti.
Sare hanım, eşinin Malezya’ya gitme kararını da destekledi. Kızlarını da alıp 1990’ın ilk aylarında yola çıktılar. Kuala Lumpur’da, Çin mahallesinde bir ev tutup yerleştiler.
Malezya günleri
İslam Konferansı Örgütü’nün kurduğu Uluslararası İslam Üniversitesi’nde Türkiye’den 15 kadar öğretim üyesi vardı. Daha sonra aralarına Yusuf Ziya Özcan da katılacaktı bu akademisyenlerin.
Davutoğlu, bir hafta kadar sonra girdi ilk derse. Bir baktı, sınıf küçük bir Birleşmiş Milletler gibi. Sınıfın neredeyse yarısı Müslüman Malaylardan, kalanı da Çinli, Hint, Asyalı, Afrikalı öğrencilerden oluşuyordu. Her biri ayrı kültür havzasındandı. Fakat elindeki Sabine’in artık klasikleşen “Siyasi Düşünceler tarihi” kitabında onlar yoktu. Elindeki kitap Eflatun ile başlıyor, Aristo, Roma, Hıristiyanlık, Reform, Rönesans, Modern ideolojiler diye gidiyordu. İçinde Malaylar, Çinliler yoktu. Kitabı öyle okutması, “Ey Malaylılar, Çinliler, siz tarihte yoktunuz” demekti.
Bunu yapamazdı. Oturdu, Konfiçyus’tan Taoizme, Hint ve tabii İslam kültürüne çalıştı. Onların yanına Osmanlı düşünürü Kınalızade’yi de ekledi ve yepyeni bir siyasi düşünce tarihi metni oluşturdu. Bu metin üzerinden verdi derslerini.
Malezya tam istediği türden bir laboratuvardı onun için. Yerel kültürü tanımak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Yerel festivallerin hemen tamamına eşi ve kızlarıyla beraber gidiyordu. Hem ailece de gezmiş oluyorlardı.
1993’te doçent oldu. Birbiri ardına kitaplar yayınladı. Önce İngilizce olarak 1994’te “The Civilizational Transformation and the Muslim World” (Medeniyetin dönüşümü ve Müslüman dünyası) kitabını yazdı. Ardından aynı yıl, doktora tezi olan “Alternative Paradigms”ı (Alternatif Paradigmalar) kitap olarak çıkardı. İki yıl için gitmişti ama dört yıl kaldı. Bölümdeki öğrencileri mezun ettikten sonra 1995’te ayrıldı Malezya’dan.
Türkiye’ye döndüğünde aynı dosyasıyla yeniden başvurdu, doçentlik ünvanını burada da aldı. Çok geçmeden Marmara Üniversitesi’nde göreve başladı. Üniversitede kadro sorunları vardı. Önce sosyal bilimler yüksek okulunda başladı, sonra uluslararası ilişkilere geçti
1999’da profesör olduktan sonra da Beykent Üniversitesi’ne geçti. Yeni kurulmuş bir üniversiteydi Beykent. En çok yankı uyandıran kitabını da bu üniversitedeyken yayınladı. “Stratejik Derinlik” bir yıl içerisinde 13 baskı yaptı.
Giderek akademik yaşamın dışında da aktif olmaya başladı. Harp Akademisi’nden MÜSİAD’a kadar birçok yerde konferanslar verdi.
Türkiye diplomasisinin Kissenger’i
Abdullah Gül ile 1980’li yıllarda tanışmışlardı. Bir makalesi, Gül’ün ilgisini çekmiş, bunun üzerine gıyaben tanışmışlardı. Daha sonra görüşmeye başladılar. Aralarındaki dostluk, 1990lı yıllarda Gül’ün, Suudi Arabistan’dan dönüşünden sonra oluştu. Daha sık görüşür oldular.
Tayyip Erdoğan ile de belediye başkanlığı öncesinde tanıştı. Fakat Gül’e daha yakındı. Devlet Bakanlığı sırasında da sürdü görüşmeleri. Resmen görevli olmasa da ihtiyaç duyduğunda Gül’e yardımcı oldu. Bir tür danışmanlık yaptı.
Bu görevi, Gül’ün 2002 sonrasında başbakan olarak hükümet kurmasıyla resmileşti. Davutoğlu, Başbakanlık Başdanışmanı olarak göreve başladı. Gül’ün önerisi dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de onayıyla büyükelçilik ünvanını aldı. Gül’ün Başbakanlığı Erdoğan’a devretmesinden sonra da görevine devam etti. Zaten onu Gül davet etse de sonra Erdoğan ile de biraraya gelmişler; o da daveti yinelemişti.
Davutoğlu, o günlerde “gölge Dışişleri bakanı” gibi Türkiye’nin dış temaslarında etkili olmaya başladı. AB ile temaslardan, Kıbrıs müzakerelerine, Irak savaşına kadar hemen her alanda rol aldı.
Göreve gelirken iki üç yıl sonra ayrılmayı planlıyordu. Yazmayı planladığı kitaplara yoğunlaşmayı, üniversiteye dönmeyi hayal ediyordu. Krizler, sorunlar birbirini izleyince planını uygulamaya koyamadı. 2007 seçimleri yaklaşırken milletvekili olmayı, siyaset sahnesine çıkmayı düşünmediği gibi ayrılmaya niyetlendi. Seçim sonrasında dosyalarını hazırlamaya da başladı.
Ancak ayrılmasını ne Erdoğan uygun buldu ne de Gül. Hem PKK eylemlerinin artması nedeniyle aniden kendisini yeniden yoğun bir diplomatik trafik içinde buldu. Erdoğan’ın özel uçağıyla çeşitli ülkelere giden, hükümet adına resmi temaslarda bulunan, Türkiye diplomasi tarihinde örneğine rastlanmayan bir “Başdanışman” haline geldi.
Cumhurbaşkanı ve Başbakanın dış temaslarının, ikili görüşmelerinin değişmez ismiydi artık. Görüşmelerin en özel alanlarında bile bulunuyordu. ABD, Avrupa ülkeleri bile büyükelçilikler, Dışişleri yerine çoğu zaman onun telefonu, maili üzerinden Türkiye ile temaslar yürütüyordu. Gelen mesajları sonradan Dışişleri’ne aktarıp kayda geçiriyordu.
Geldiği noktanın kamuoyunda dikkati çekmesi ise Suriye, Filistin ve İsrail ile temasları sayesinde oldu. Özellikle de Hamas lideri ile gizli görüşmelerinin ortaya çıkması dikkatlerin üzerine çevrilmesine neden oldu. Artık “Türk diplomasisinin Kissenger’ı”, “Gölge adam”, “İnce bir taktisyen” olarak tanımlanıyordu.
Sahne ışıklarının yanmasına rağmen geri çekilmedi. Hatta sahnenin daha da önüne çıkarak sürdürdü faaliyetini. Şam’da Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile görüşmeyle görevlendirildiği MGK bildirisiyle duyuruldu. ABD Başkanı Obama gelmeden önce Washington’a gidip hazırlıkları yürüttü. O ülkeden o ülkeye koşup durdu.
Yoğun geziler sırasında nefes almaya pek vakit bulamıyordu. Yine de her Kudüs gezisinde Zeytindağına çıkıp güneşin batışını izlemek için fırsat yaratmaya çalışıyordu. Yıllar önce ilk Kudüs gezisinde Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabını yanına alıp çıkmıştı dağa. O dağın, o kutsal bölgenin havasını solumak her zaman iyi geliyordu ruhuna.
İlginç ama bu diplomasi trafiğini yürütürken ayrı bir ekibi hiç olmadı Davutoğlu’nun. Başbakanlıkta, yardımcısı ve eski öğrencisi Ali Sarıkaya, bir sekreteri ve şoförü dışında kimse olmadı yanında çalışan. Cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık-Dışişleri Bakanlığı üçlüsü ile koordinasyon halinde çalıştı hep. Askerler de analizlerine önem verdi. Bazen danışmanlar Akif Beki ve Ömer Çelik ile sorun yaşasa da kimseyle derin bir çatışması olmadı.
Çok eleştirildi. En çok da “Neo-Osmanlıcı “ olarak suçlandı. Kendisi ise kabul etmedi bu tanımlamayı. “Türkiye’nin tarihi arka planını kullanarak, çevreyle entegre ve aktif bir politika izlediklerini, tek yere endeksli olmadıklarını” savunuyordu. Temel amaç, Türkiye’yi “merkez ülke” konumuna ulaştırmaktı. Bunun için de bölgedeki uçan kuştan bile haberdar olmaya çalışıyordu.
Sonuç, 1.5 ay içinde 11 ülkeye gitmesiydi. Şubat sonundan itibaren Tanzanya, Kenya, İran, Irak, Çek Cumhuriyeti, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Katar ve Suriye’yi dolaşmıştı ve geziler aynı tempoda sürüp gidiyordu. 40 yıldır değiştirmeden oturdukları Bahçelievler’deki evine çok az uğrayabiliyordu.
Bu tempodan en çok yakınan da küçük çocuklarıydı. Babasının adını verdikleri oğlu Mehmet henüz 12 yaşındaydı, kızı Hacer Bike ise 10. İkisi de henüz ilkokuldaydılar. Davutoğlu da her gittiği yerde onlara birer hediye almayı ihmal etmiyordu.
Yıllar sonra yayınlanan “Stratejik derinlik” kitabının girişine yazdığı “Bu eser, aynı nehirde akan bir neslin serüvenini yansıtan anonim bir kültür atmosferinin ürünüdür” cümlesi İstanbul’un ruhunda bıraktığı izlerin ne kadar derin olduğunu gösteren örneklerden biriydi.
Başka bir örnek ise Kıbrıs müzakereleri sırasında Barbaros Hayreddin Paşa’nın Preveze Deniz savaşında Andrea Dorya’ya karşı uyguladığı taktiği kullandıklarını söylemesiydi. Barbaros, Dorya’nın kendisinin taktiklerini inceleyeceğini tahmin ederek, o güne kadar izlediği taktikleri bir yana bırakmış, savaşı öyle kazanmıştı. Davutoğlu’nun Papadopulos’a karşı denediği “Barbaros Hayrettin Paşa taktiği”nin özü buydu.
Liseden sonra sosyal bilimler okumaya karar vermesi de tarihle yüzleşmede vardığı noktadan kaynaklanıyordu. Bilim adamı olmayı kafasına koymuştu. Hayat planının ilk adımı Boğaziçi Üniversitesi olacaktı. Fen bölümü mezunuydu ama bazı arkadaşları gibi tıp, mühendislik değil sosyal bilimler okumaya kararlıydı.
Annesini dört yaşındayken kaybetti
Ailesinin gönlünden geçen ise farklıydı. Annesi, doktora zamanında yetiştiremedikleri için hayatını kaybetmişti. O zamanlar İstanbul gibi doktorun çok olduğu büyük bir kentte değil, Konya’nın Taşkent kasabasında oturuyorlardı.
Memnune hanım öldüğünde, Ahmet, henüz dört yaşındaydı. 1959’da doğmuştu. Babası Mehmet Bey, Toroslar’ın zirvesinde tipik bir Türkmen kasabası olan Taşkent’te nakliye işleri, kunduracılık ile uğraşıyordu. Kısa zamanda yeniden evlendi. Babasının tek oğlu olan Ahmet, Sefure hanımı benimsedi. Ona hep “Anne” diye seslendi. Onu oğlu olarak gören Sefure hanım da Memnune hanımın ölümünü unutamadığı için Ahmet’in doktor olması hayalini kuruyordu.
Babası Mehmet Bey ise oğlunun işletme okumasını, işlerini ona devretmeyi düşlüyordu. Mehmet bey, ilk eşinin ölümünün üzerinden bir yıl bile geçmeden ailesini alıp İstanbul’a göçmüş, Fatih’e yerleşmişlerdi. Ahmet de orada büyümüş, ilk dört yılı Hacı Süleyman Bey İlkokulu’nda okumuştu. Bahçelievler’e taşınınca ilkokulu orada bitirmişti. Tekstil ve ticaretle uğraşan Mehmet bey de yıllar içinde işlerini genişletmişti. Artık oğlunun yardımına ihtiyaç duyuyordu. O nedenle de işletme okumasını istiyordu.
Liseden kalan disiplin anlayışı
Davutoğlu da Boğaziçi’nde önce İktisat bölümüne kaydoldu. İngilizce için bir yıl hazırlık okuması gerekti. Lisede ikinci dili olduğu için zorlanmadı. Yazın da bir ay kadar İngiltere’ye giderek pekiştirdi İngilizcesini.
Mutlu olamadı İktisat bölümde. İlaveten bir de Siyaset Bilimi bölümüne girdi. Boğaziçi’nde iki bölümde okuma uygulaması yeni başlamıştı. İktisat bölümünü 1982’de bitirdi. İkisini birden bitirdiğini sanırken derslerin eşleştirilmesinde sorun çıktı. Siyaset Bilimi’nden mezun olması 1983 sonuna kaldı. Yine de iki bölümü birden bitiren ilk öğrenci oldu.
İstanbul Lisesi’nden sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne girmek yeni bir kültürel yüzleşmeydi onun için. İki okul arasındaki tek benzerlik ikisinde de sol hareketlerin etkili olmasıydı. Temel farklılık ise Boğaziçi’nde Amerikan kültürünün hakimiyetiydi. Almanların o katı disiplin anlayışından eser yoktu burada. Davutoğlu, benimsediği o disiplini terk etmedi.
Yine siyasi gruplara katılmadan tarih okumalarını sürdürdü. Medeniyetler tarihi, asıl olarak da düşünceler tarihine yoğunlaştı. Eflatun’dan Hegel’e kadar düşünce tarihini incelemek, Osmanlı-Türk ve İslam kültürünü içselleştirmesi sonucunu doğurdu. Düşünce tarihindeki yerini daha iyi kavradı.
Sınıf arkadaşları arasında Adnan Büyükdeniz, Ethem Eldem ve Nuray Mert de vardı. Üniversite yıllarında da konserlere, toplantılara, öğrenci etkinliklerine fazla zaman ayırmadı. Futbol ve güreş dışında bir sporla da ilgilenmedi. Zaten 12 Eylül dönemiydi, öğrenci hareketleri de durulmuştu.
Şerif Mardin’in yardımı
Üniversite sonrasında hiç tereddüt etmeden “bilim adamlığı” planına devam etti. 1984’te Kamu Yönetimi bölümünde yüksek lisansa başladı. Doktorasını ise Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. Öğretim üyeleri ile arası iyiydi. En çok da Prof. Dr. Şerif Mardin sevdi onu. Tez hocası oldu. 1986’da başladığı tezini daha bitirmeden özet bir makale olarak üniversitenin akademik dergisinde yayınlattı.
Tezin yayınlanması Davutoğlu için büyük bir teşvik oldu. Birbiri ardına makaleler hazırladı. Uluslar arası bir toplantıda Fukuyama’nın ortaya attığı ünlü “tarihin sonu” tezine karşı da bir tebliğ sundu. Tebliğde, tarihin sonu teziyle, Osmanlı’nın “devlet-ebed-müddet” tezini karşılaştırıyordu. “Aksine tarih ivme kazanacaktır, tarihin sonu tezi yanılsamadır. Hakim kültürün ekonomik politik anlamda gücünün zirvesine ulaştığı dönemde böyle yanılsamalar olur” görüşünü savunuyordu.
1989 Kasımında iki teklif birden aldı. Boğaziçi dergisinde yayınlanan makalesini referans almışlardı. Tekliflerin biri Amerika’dan geliyordu tekliflerin, diğeri Malezya’dan…
Amerika’ya gitmek cazip gelmiyordu. Batı kültürünü yeterince tanıdığına inanıyordu. Malezya üzerinde duruyordu. Eksik kalan halkayı orada tamamlayabilirdi. Çin-Hint-İslam kültürü, Batı kültüründen nispeten uzak biçimde yaşanıyordu bu ülkede.
Ama artık tek başına değildi. 1984’te evlenmiş, iki kızı olmuştu. Jinekolog olan Sare hanım ile dünyaya aynı gözlüklerle bakıyorlardı. İyi anlaşan bir çift olmuşlardı.
Kızlarına isim koymayı eşine bırakmıştı Davutoğlu. Sare hanım da onu memnun edecek isimler seçmişti. 1986’da doğan ilk kızlarına Sefure, 1988’de doğan ikinci kızlarına ise Memnune adını vermişti. Davutoğlu’nun her iki annesine de verdiği değeri göstermişti.
Sare hanım, eşinin Malezya’ya gitme kararını da destekledi. Kızlarını da alıp 1990’ın ilk aylarında yola çıktılar. Kuala Lumpur’da, Çin mahallesinde bir ev tutup yerleştiler.
Malezya günleri
İslam Konferansı Örgütü’nün kurduğu Uluslararası İslam Üniversitesi’nde Türkiye’den 15 kadar öğretim üyesi vardı. Daha sonra aralarına Yusuf Ziya Özcan da katılacaktı bu akademisyenlerin.
Davutoğlu, bir hafta kadar sonra girdi ilk derse. Bir baktı, sınıf küçük bir Birleşmiş Milletler gibi. Sınıfın neredeyse yarısı Müslüman Malaylardan, kalanı da Çinli, Hint, Asyalı, Afrikalı öğrencilerden oluşuyordu. Her biri ayrı kültür havzasındandı. Fakat elindeki Sabine’in artık klasikleşen “Siyasi Düşünceler tarihi” kitabında onlar yoktu. Elindeki kitap Eflatun ile başlıyor, Aristo, Roma, Hıristiyanlık, Reform, Rönesans, Modern ideolojiler diye gidiyordu. İçinde Malaylar, Çinliler yoktu. Kitabı öyle okutması, “Ey Malaylılar, Çinliler, siz tarihte yoktunuz” demekti.
Bunu yapamazdı. Oturdu, Konfiçyus’tan Taoizme, Hint ve tabii İslam kültürüne çalıştı. Onların yanına Osmanlı düşünürü Kınalızade’yi de ekledi ve yepyeni bir siyasi düşünce tarihi metni oluşturdu. Bu metin üzerinden verdi derslerini.
Malezya tam istediği türden bir laboratuvardı onun için. Yerel kültürü tanımak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Yerel festivallerin hemen tamamına eşi ve kızlarıyla beraber gidiyordu. Hem ailece de gezmiş oluyorlardı.
1993’te doçent oldu. Birbiri ardına kitaplar yayınladı. Önce İngilizce olarak 1994’te “The Civilizational Transformation and the Muslim World” (Medeniyetin dönüşümü ve Müslüman dünyası) kitabını yazdı. Ardından aynı yıl, doktora tezi olan “Alternative Paradigms”ı (Alternatif Paradigmalar) kitap olarak çıkardı. İki yıl için gitmişti ama dört yıl kaldı. Bölümdeki öğrencileri mezun ettikten sonra 1995’te ayrıldı Malezya’dan.
Türkiye’ye döndüğünde aynı dosyasıyla yeniden başvurdu, doçentlik ünvanını burada da aldı. Çok geçmeden Marmara Üniversitesi’nde göreve başladı. Üniversitede kadro sorunları vardı. Önce sosyal bilimler yüksek okulunda başladı, sonra uluslararası ilişkilere geçti
1999’da profesör olduktan sonra da Beykent Üniversitesi’ne geçti. Yeni kurulmuş bir üniversiteydi Beykent. En çok yankı uyandıran kitabını da bu üniversitedeyken yayınladı. “Stratejik Derinlik” bir yıl içerisinde 13 baskı yaptı.
Giderek akademik yaşamın dışında da aktif olmaya başladı. Harp Akademisi’nden MÜSİAD’a kadar birçok yerde konferanslar verdi.
Türkiye diplomasisinin Kissenger’i
Abdullah Gül ile 1980’li yıllarda tanışmışlardı. Bir makalesi, Gül’ün ilgisini çekmiş, bunun üzerine gıyaben tanışmışlardı. Daha sonra görüşmeye başladılar. Aralarındaki dostluk, 1990lı yıllarda Gül’ün, Suudi Arabistan’dan dönüşünden sonra oluştu. Daha sık görüşür oldular.
Tayyip Erdoğan ile de belediye başkanlığı öncesinde tanıştı. Fakat Gül’e daha yakındı. Devlet Bakanlığı sırasında da sürdü görüşmeleri. Resmen görevli olmasa da ihtiyaç duyduğunda Gül’e yardımcı oldu. Bir tür danışmanlık yaptı.
Bu görevi, Gül’ün 2002 sonrasında başbakan olarak hükümet kurmasıyla resmileşti. Davutoğlu, Başbakanlık Başdanışmanı olarak göreve başladı. Gül’ün önerisi dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de onayıyla büyükelçilik ünvanını aldı. Gül’ün Başbakanlığı Erdoğan’a devretmesinden sonra da görevine devam etti. Zaten onu Gül davet etse de sonra Erdoğan ile de biraraya gelmişler; o da daveti yinelemişti.
Davutoğlu, o günlerde “gölge Dışişleri bakanı” gibi Türkiye’nin dış temaslarında etkili olmaya başladı. AB ile temaslardan, Kıbrıs müzakerelerine, Irak savaşına kadar hemen her alanda rol aldı.
Göreve gelirken iki üç yıl sonra ayrılmayı planlıyordu. Yazmayı planladığı kitaplara yoğunlaşmayı, üniversiteye dönmeyi hayal ediyordu. Krizler, sorunlar birbirini izleyince planını uygulamaya koyamadı. 2007 seçimleri yaklaşırken milletvekili olmayı, siyaset sahnesine çıkmayı düşünmediği gibi ayrılmaya niyetlendi. Seçim sonrasında dosyalarını hazırlamaya da başladı.
Ancak ayrılmasını ne Erdoğan uygun buldu ne de Gül. Hem PKK eylemlerinin artması nedeniyle aniden kendisini yeniden yoğun bir diplomatik trafik içinde buldu. Erdoğan’ın özel uçağıyla çeşitli ülkelere giden, hükümet adına resmi temaslarda bulunan, Türkiye diplomasi tarihinde örneğine rastlanmayan bir “Başdanışman” haline geldi.
Cumhurbaşkanı ve Başbakanın dış temaslarının, ikili görüşmelerinin değişmez ismiydi artık. Görüşmelerin en özel alanlarında bile bulunuyordu. ABD, Avrupa ülkeleri bile büyükelçilikler, Dışişleri yerine çoğu zaman onun telefonu, maili üzerinden Türkiye ile temaslar yürütüyordu. Gelen mesajları sonradan Dışişleri’ne aktarıp kayda geçiriyordu.
Geldiği noktanın kamuoyunda dikkati çekmesi ise Suriye, Filistin ve İsrail ile temasları sayesinde oldu. Özellikle de Hamas lideri ile gizli görüşmelerinin ortaya çıkması dikkatlerin üzerine çevrilmesine neden oldu. Artık “Türk diplomasisinin Kissenger’ı”, “Gölge adam”, “İnce bir taktisyen” olarak tanımlanıyordu.
Sahne ışıklarının yanmasına rağmen geri çekilmedi. Hatta sahnenin daha da önüne çıkarak sürdürdü faaliyetini. Şam’da Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile görüşmeyle görevlendirildiği MGK bildirisiyle duyuruldu. ABD Başkanı Obama gelmeden önce Washington’a gidip hazırlıkları yürüttü. O ülkeden o ülkeye koşup durdu.
Yoğun geziler sırasında nefes almaya pek vakit bulamıyordu. Yine de her Kudüs gezisinde Zeytindağına çıkıp güneşin batışını izlemek için fırsat yaratmaya çalışıyordu. Yıllar önce ilk Kudüs gezisinde Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı kitabını yanına alıp çıkmıştı dağa. O dağın, o kutsal bölgenin havasını solumak her zaman iyi geliyordu ruhuna.
İlginç ama bu diplomasi trafiğini yürütürken ayrı bir ekibi hiç olmadı Davutoğlu’nun. Başbakanlıkta, yardımcısı ve eski öğrencisi Ali Sarıkaya, bir sekreteri ve şoförü dışında kimse olmadı yanında çalışan. Cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık-Dışişleri Bakanlığı üçlüsü ile koordinasyon halinde çalıştı hep. Askerler de analizlerine önem verdi. Bazen danışmanlar Akif Beki ve Ömer Çelik ile sorun yaşasa da kimseyle derin bir çatışması olmadı.
Çok eleştirildi. En çok da “Neo-Osmanlıcı “ olarak suçlandı. Kendisi ise kabul etmedi bu tanımlamayı. “Türkiye’nin tarihi arka planını kullanarak, çevreyle entegre ve aktif bir politika izlediklerini, tek yere endeksli olmadıklarını” savunuyordu. Temel amaç, Türkiye’yi “merkez ülke” konumuna ulaştırmaktı. Bunun için de bölgedeki uçan kuştan bile haberdar olmaya çalışıyordu.
Sonuç, 1.5 ay içinde 11 ülkeye gitmesiydi. Şubat sonundan itibaren Tanzanya, Kenya, İran, Irak, Çek Cumhuriyeti, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, Katar ve Suriye’yi dolaşmıştı ve geziler aynı tempoda sürüp gidiyordu. 40 yıldır değiştirmeden oturdukları Bahçelievler’deki evine çok az uğrayabiliyordu.
Bu tempodan en çok yakınan da küçük çocuklarıydı. Babasının adını verdikleri oğlu Mehmet henüz 12 yaşındaydı, kızı Hacer Bike ise 10. İkisi de henüz ilkokuldaydılar. Davutoğlu da her gittiği yerde onlara birer hediye almayı ihmal etmiyordu.
Eşi kadın doğum uzmanı
Sare Davutoğlu, kadın doğum uzmanı. Eşiyle Malezya’ya gittiği dönemde o da üniversitenin kliniğinde görev yaptı. Tesettür giyimi tercih eden Sare Davutoğlu halen İstanbul’da kendi muayenehanesinde çalışıyor. Bazı özel hastanelerde de mesleki faaliyetlerde bulunuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kız kardeşi Vesile İlden’in dostu olan Sare Davutoğlu, Erdoğan'ın kızı Esra Albayrak’ın da doktoru.
Doğumunu o yaptırdı
Sare Davutoğlu, kürtaj karşıtı görüşleriyle tanınıyor. Seminerlere, toplantılara katılıp bu konuda konuşmalar yapıyor. Üyesi olduğu, Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmet Vakfı’nın amaçlarından biri de kürtaja karşı mücadele. Vakfın yürüttüğü “Yaşama hakkı-kürtaj” başlıklı projede Sare Davutoğlu da aktif olarak görev aldı. Vakıf, 2006’da kamu yararına çalışan kuruluşlar arasına alındı ve vergi muafiyeti tanındı.
İngilizce, Almanca ve Arapça bilen Davutoğlu’nun pek çok makalesinin yanısıra Alternative Paradigms (1994),Stratejik Derinlik (2001), Küresel Bunalım (2002),Civilizational Transformation and the Muslim World(1994), Osmanlı Medeniyeti: Siyaset İktisat Sanat(2005), Teoriden Pratiğe Türk Dış Politikası Üzerine Konuşmalar (2013) adlı kitapları bulunmaktadır.
FARUK BİLDİRİCİ-HÜRRİYET 03.05 2009
Sare Davutoğlu, kadın doğum uzmanı. Eşiyle Malezya’ya gittiği dönemde o da üniversitenin kliniğinde görev yaptı. Tesettür giyimi tercih eden Sare Davutoğlu halen İstanbul’da kendi muayenehanesinde çalışıyor. Bazı özel hastanelerde de mesleki faaliyetlerde bulunuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kız kardeşi Vesile İlden’in dostu olan Sare Davutoğlu, Erdoğan'ın kızı Esra Albayrak’ın da doktoru.
Doğumunu o yaptırdı
Sare Davutoğlu, kürtaj karşıtı görüşleriyle tanınıyor. Seminerlere, toplantılara katılıp bu konuda konuşmalar yapıyor. Üyesi olduğu, Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmet Vakfı’nın amaçlarından biri de kürtaja karşı mücadele. Vakfın yürüttüğü “Yaşama hakkı-kürtaj” başlıklı projede Sare Davutoğlu da aktif olarak görev aldı. Vakıf, 2006’da kamu yararına çalışan kuruluşlar arasına alındı ve vergi muafiyeti tanındı.
İngilizce, Almanca ve Arapça bilen Davutoğlu’nun pek çok makalesinin yanısıra Alternative Paradigms (1994),Stratejik Derinlik (2001), Küresel Bunalım (2002),Civilizational Transformation and the Muslim World(1994), Osmanlı Medeniyeti: Siyaset İktisat Sanat(2005), Teoriden Pratiğe Türk Dış Politikası Üzerine Konuşmalar (2013) adlı kitapları bulunmaktadır.
FARUK BİLDİRİCİ-HÜRRİYET 03.05 2009