TIMETURK / SAİT ALİOĞLU
"Çankaya'nın uzunu haydi bozalım oyunu"
Demokrasi ise eğer…
Osmanlının son dönemine denk gelen zaman diliminde, onun klasik paradigmalarından olan Batılılaşma ile gündemimize giren, ama belki de 2000’lerin başlarına kadar pratik açıdan ciddi bir karşılığı bulunmamış olan demokrasi kavramına işlerlik kazandırma çabaları yeni yeni işlerlik kazanmaktadır, geçmişte bu işin çok lafı edilmesine bakıldığında…
Ki, demokrasinin bir hayat tarzı olup olmamasından ziyade, bir seçim modeli olmasına bakıldığında bile, o modelin Kemalist sistem tarafından kuşa çevrildiği görülecektir.
İşte o çok sözü edilen, ama onlarca yıl çeşitli siyaset içi ve siyaset dışı çevrelerce sakıt bırakılan demokrasi mantığına bakıldığında, halkın kendini yönetecek kişileri, milletvekillerini seçtiği, ya da seçmeye çalıştığı gibi Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden kişinin de, adı üzerine, cumhur tarafından seçilmesinin de aynı mantık örgüsü içerisinde değerlendirilmesi gerekecekti. Ama Cumhurbaşkanı olacak kişi –eğer darbe ile iktidarı ele geçirmemişse, ya da ‘Başkomutan’ olarak değerlendirilmemiş ise- mecliste grubu bulunan partilerin milletvekilleri tarafından seçiliyordu. Aslında bu konuda, bugüne kadar hiçbir itiraz da hiç vaki olmamıştı. Ne zaman ki, Ak Parti güçlenmeye doğru bir seyir takip etti, onun akabinde de 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, gerek Ak Parti’nin önünü kesmek ve gerekse de ‘İslamcı’ Abdullah Gül’ün seçilmesini engellemek adına Kemalist çevrelerin çeşitli atraksiyonları olmuştu. Cumhuriyet mitingleri düzenlenmiş, görülebildiği kadarıyla anayasal bir zorunluluk olmadığı halde, bir 367 meselesi gündeme getirilmiş ve ortam da bir hayli gerilmişti.
Sonuçta ise, yapılan cumhuriyet mitingleri, her alanda vuku bulan ve direkt iktidarı hedef alan Ak Parti ve bizzat Erdoğan’a yönelik saldırı durumlarına rağmen, Ak Parti’nin köşk adayı Abdullah Gül, meclis aritmetiği çerçevesinde kendisine verilen oylarla 11. Cumhurbaşkanı olarak seçilmişti. Bu sıkıntının daha sonraki köşk seçimlerinde de olacağı ve belki de peyderpey artacağı endişesi iktidar kanadında önemli bir yer etmişti. Bunun üzerine, bundan sonra yapılacak seçimlerde, böyle bir kazanın yaşanmaması adına, 12 Eylül referandumu oylamasına, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesine dair bir madde eklenmiş ve yapılan referandumda, bu madde oy çokluğuyla halk tarafından onaylanıp kabul görmüştü.
Önce bunu içlerine sindiremeyen ve askeri/Kemalist vesayetten yana olan siyasi ve toplumsal çevreler daha sonra, belki de bu maddeyi kendi lehlerine çevirebilirler düşüncesiyle kabullenmiş göründüler. Öyle ki bu işi, bir pişkinlik içerisinde demokratik teamüllerin gereği olarak söyleyip durdular, ama durum ise başkaydı!
Onlar, uzunca bir dönemdir iktidarda bulunan ve kendilerince yıpranmış olarak değerlendirip düşündükleri mevcut iktidarın, yine kendilerine göre yorgun düştüğünü, vehmettikleri toplum nezdinde bir itibarının kalmadığını sürekli pompalayıp durdular. Bunu, önceden olduğu gibi 30 Mart yerel seçimleri öncesinde ve 10 Ağustos sürecinde de uygulamaya çalıştılar.
Bu hızla ve gazla epey ileri gittiler ki, Ak Parti ve HDP dışında kalıp ana muhalefet sıralarını paylaşan CHP ve MHP’ye eklemlenen TSİP ve DSP gibi sair solcu partilerle birlikte, BBP ve BTP gibi sağcı muhafazakâr partilere ek olarak Fetullah Gülen cemaati gibi, apolitik görünen, ama her daim sağcı partilerin stepnesi konumunda bulunan birçok muhafazakâr cemaat ve çevreninde, sanırız birtakım çıkarları gereği askeri/Kemalist vesayetten yana tavır koyup çatı adayı desteklediler.
Müslüman kitleye gelince, bu kitlenin bir kısmı, birtakım imdi mülahazalar ve belki de kendilerine göre ‘haklı’ oldukları konulardan ötürü karşı cephede yer almışlardı. Bunların, kendilerine göre haklı oldukları konular neydi, ya da bu haklılıklarında, gerçekten haklı mıydılar? Bu türden soruları elbette çoğaltmak mümkündü, ama bu çevrelerin, en başka tevarüs ettirdikleri İslam, din ve o ‘dini’ yansımanın bir eseri olan hayat telakkileri İslam’ın ön gördüğü siyasi çerçeveye uygun düşmüyordu ve risalete uygun bir siyer mantalitesine de uymuyordu bildiğimiz kadarıyla…
Yanaşık muhafazakârlar korosu; Bizler siyaset dışıyız!
Bununla birlikte, o çevrelerin şöyle bir söz söyleyebileceğini varsayalım; “İyi de, 10 Ağustos’tan sonra, bu ülkede İslam’a uygun bir yönetim mi kurulacaktı ki?” türünden sorular dile getirilebilirdi. Mutlaka, sistem kendini yenileyecek ve yapılması gereken işlerde peyderpey ortaya konulacaktı.
Kadı ki, o parti, grup ve cemaatlerin kendi din, İslam ve bunlara bağlı olarak oluşturdukları hayat algıları vs. birbirlerinde pek de hazzetmedikleri, birbirlerinin kuyusunu kazdıkları, hatta birbirlerini İslam dışı gördükleri öteden beri bilinen şeylerdendi. Keza, bunlar, kendi yanlarından ya müstakbelde ele geçirmek isteyip de ‘ele geçiremezsem’ kaygısıyla ya da bizzat, yine hakları olmadığı halde, ‘elimden/elimizden alındı!’ vehmiyle, yok olan çıkarları(!) mucibince Ak Parti’ye düşman olmuşlar, ama din, inanç ve hayat telakkisi açısından kendilerine ebeden ve külliyen düşman bir sol/sosyalist ve ulusalcı/milliyetçi kumpas içerisinde bir tercihe zorlanmaktadırlar.
Bu durum, onların ilelebet yaşamayı düşündükleri Müslümanlıkları adına açık bir tehlike olmasına rağmen, bunların gayet rahat davranmalı insanda onlar adına şüpheler oluşturmakta ve kuşkulara ve şüphelere sebep olmaktaydı.
Bu çevrelerin birde şöyle sığınacakları bir söylemleri vardı; Bizler siyaset dışıyız!’
Hem de ne siyaset dışı, hem de ne almayış;; bırakınız Mesut Yılmazları, şunu bunu, bu kitleyi onlarca yıl düpedüz kandırdığı apaçık ortada olan Nurlu Süleymanlarına ve eli kanlı bakanlarına oy vermeyi, verdirmeyi cihat sanan bir İslami(!) anlayış
Sonuçta kendileri bilir diyeceğiz…
Hak ettikleri şeyler mevzuuna gelince, bunu en bariz olarak 17 ve 25 Aralık paralel operasyonu sürecinde gördük. Ne yazık ki, ehliyet ve liyakat esaslarına göre, iktidar ve iktidarlar tarafından hiçbir cemaate, gruba bakılarak tahsis edilmesi düşünülmeyecek olan kamusal kadroların bir cemaate tahsis edilmesi de sonuçta Ak Parti iktidarının ve bizzat Erdoğan’ın bir zaafı olarak değerlendirilebilirdi. Akla şöyle bir soruda gelmiyordu değil; Erdoğan, iktidarın, halkın ve devletin güvenliğini cemaatin polislerinin mi sağlayacağına inanmıştı, ya da ona öyle inandırılmıştı?
Öyle de olsa, bu paralel işinden sonra, bu hatadan dönülmüştü ve belki de, cemaat böyle bir parsayı kaybettiğinden maada agresifleşip saldırganlaşmıştı!
İşte, bu süreçte Ak Parti’ye ve ondan da önemlisi Erdoğan’a düşmanlık, diğer cemaat ve yapılarında iktidar karşısında ki durumlarını, duruşlarını ve aldıkları pozisyonu göstermesi açısından basite kaçsa bile önemliydi.
Halkımız…
Cumhuriyetle birlikte sistemin gadrine uğrayan, her türden takibata düçar olan, kendi öz kimliği olan İslam’la arasına mesafe konulmak istenen, hatta, Müslüman olup da Türk olmadığından maada etnik bir asimilasyona tabi tutulan, Menderes iktidarı ile birlikte, izafi de olsa özgür bir ortama kavuşan, bunun yanında, o özgürlük ortamının sonucunda sisteme hizmet ettiği bilinen, ama mahiyeti ve icraatları halkımız tarafından geç de olsa, sonraki süreçlerde anlaşılan siyasi yapıların marifetiyle milliyetçilik afetine tabi tutulan halkımızın, bu cendereden çıkışı 90’larda başlayıp 2000’lerde ki Ak Parti iktidarı dönemlerinde netlik kazanmıştı.
Şunu da belirtelim ki, mevcut iktidar da uzun bir dönem, yaklaşık olarak aynı dili ve retoriği kullandığından ötürü, halkımızın nezdinde netlik kazanan o durum, haliyle bir İslamlaşma, İslamcı politikalara aşina olma gibi önemli ve önemli olduğu kadarıyla da gerekli bir yöne pek vurgu yapmıyordu. Aksine, o dönemlerde de camiler açık, ibadetse serbestti. Sadece, zevatın insanı canımdan bezdiren laiklik vurgusu, bu dönemde pek ortalıkta görünmüyordu.
Ki, her ne kadar arzulanmış olsa bile, Ak Parti kurucu iradesi tarafından ‘İslamcı’ değil de ‘muhafazakâr demokrat’ bir parti olarak kurulmuştu. Siz bu söylemdeki muhafazakârlık ibaresini İslam olarak da okuyabilirdiniz, hiçbir mahzuru yoktu, onlar için…
Önemli olan inanca vurgu yapmak, onun camisini, türbesini kapatmamak, ibadetine engel olmamak, iktisadiyatına katkıda bulunmak, ulaştığı ya da ulaşmak istediği refah seviyesini yükseltmek, hatta kendinden olmayan toplumsal kesimlere karşı kendine ayrıcalıklı bir edinmek, mütevazilik içerisinde kalınsa bile ‘esas’ kurucu unsur olduğundan ötürü hakların en iyisini kendine devşirme konusunda iktidardan ve sistemden alabildiğine yararlanmak…
Eskiden, kurulu iktidarlar tarafından bu kitleye yönelik olarak sadece laiklik ve salt Türklük vurgusu yapılıyordu. Ama bu dönemde laikliğe pek vurgu yapılmıyor olsa da, Türklüğe vurgu yapıldığı gibi, cumhuriyet bağlamında 2023 vurgusu ile birlikte, daha önce ‘muktedir Türkçüler’in bile akıllarına gelmeyen 1071’den kinaye 2071 vurgusu kavi bir Türklük ve İslamlık vurgusu içeriyordu. İslamcı politikalar, varsın iktidar dışında duran İslamcıların olsundu…
Mevcut iktidarda, herkesimden ziyade bu kitle nezdinde kendi meşruiyetini sağlama alma telaşında idi, sonuçta, zira en çok oyu bu kesimden alıyordu.
Alanda memnundu, keza verende!
Deli gömleği…
Bizler ise, bizlere bundan yüz yıl önce giydirilen deli gömleği içerisinde onlarca yılın kalmışlığı içerisinde, hem onları arzusu istikametinde ve hem de bizlerin önünde yol gösteren rehberlerin yokluğundan dolayı, elimizdeki mevcutları kaybetmeye başlamış, bununla da birlikte, yanlış, ya da eksik okumalar dolayısıyla hayattan kopma noktasına gelmiştik.
Bundan maada sağlıklı bir sistem okuması yapamamıştık uzun bir dönem. Yapmaya başladığımızda da büyük oranda tercüme tecrübelerle pek ilerleyememiştik. Bir imkân olan ‘yeni’ batı mantalitesini dahi,yeterli bir tetkike tabi tutmadan yoz bir siyasi anlayış geliştirmiştik, Saydığımız batılı imkânları kullananların da büyük oranda işi kendilerine yonttuklarını gördüğümüz gibi, bunu bir dini vecibe saikiyle sahiplendiklerine şahit olduk!
Bu aynı zamanda, birbirinden az çok farklılıkları olsa da, bir İslamlaşma sağlanmıştı, sağlanmasına rağmen, yine o gelenekçilikten, mistik havalardan bir türlü kurtulamamış, 21 yüz yıl Müslümanını tanımlama açısından elzem olduğuna inandığımız İslamcılığa bir türlü vasıl olamamış,yani İslamcı olamamıştık!
Ya, bizler siyaset dışı, sağcıların mütemmim oy deposu idik, ya da İslamcı olunmadan, laiklik havası içerisinde muhafazakâr iktidar sahipleri idik, oysa…
Gerçi, gelinen bu sürece de pek kolay gelinmemişti, bir bedel ödenmişti,darbeler yaşamıştık hep birlikte tamamen aynı çizgide olmasak bile, ama karşı cenah tarafından adımız radikaldi ve ılımlımız, mılımlımız asla ve kat’a olmazdı! Haksız da sayılmazlardı aslında…
Sonuçta bizler Müslümandık ve bu dünyaya rağmen başka bir gezegenden gelmiş, burada da ayrı dünyaların insanı olmaya mahkûm sayılmalıydık! Hatta bir kısmımız Kürt olarak tesmiye edilmeli ve yakadan düşmeliydik. Nihayet öyle de oldu; demokratik kulvarda arz-ı endam etse de, İslami duyarlığı ön planda olan bir partinin Müslüman Kürt tabanı, sistem kurucu unsurlar tarafından Kürtçü politikalar uğruna yvadan koparılmıştı. Gerçi, bu manzaranın oluşumunda maalesef içimizde bulunduğuna zaman zaman şahit olduğumuz Türk milliyetçisi damarında etkisi inkâr edilemeyecek kadar fazlaydı, ama bu damar her nedense saf bir İslami söylem içerisinde birileri tarafından bizlere yedirilmişti.
Ya sonra…
Yapacağımız tanımımıza, tanımlamalarımıza ve değerlendirmelerimize baktığımızda, gönlümüzün yeri sabitken, aklımızın yerinin seyyar olduğunu söyleyebiliriz. Bu birazda, kendi inancımızı doğru dürüst kuşanamamamızın bir göstergesi olup düşüncelerimizi otururken değil, ayakta, yürürken ve acil bir şekilde kotardığımız anlamına gelirdi. Tamam, kendi başkanımızı seçelim, ama siyasetimizi ve atraksiyonlarımızı da kendi inancımızdan devşirerek. Gerçi bu uzun erimli bir işti, yine tamam uzun erimli olsun, ama bir daha bozulma ihtimaline mahal vermeden…