Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

En ağır işler Suriyelilere

İbrahim her gün 11 saat tarlada çalışmak, ailesine para götürmek zorunda. O buna razı, 'Yeter ki iş olsun' diyor. Çünkü Suriyeliler için hiçbir şeyin garantisi yok. Al Jazeera Türk dijital dergi mayıs sayısında yaşam mücadelesine en alt tabakadan katılan Suriyeli çocukların hikâyesine tanıklık etti. Üçüncü durağımız Adana.

12 Yıl Önce Güncellendi

2014-05-09 12:10:20

En ağır işler Suriyelilere

İbrahim Cerrah çekingen, sessiz bir çocuk. Yaklaşık bir senedir mevsimlik işçi kamplarının dışına çıkmamış. Sabah gün ışırken kamyon ya da minibüslere doluşup diğerleriyle beraber tarlalara işe gitmiş, oradan yeniden kampa. Arada Suriye’den Konya’ya, Konya’dan Adana’ya yaptıkları minibüs yolculukları var.

Davet edildiğimiz çadırda bir forumdaymışız edasıyla diziliyor kalabalık karşımıza ve seyircimiz giderek çoğalıyor. 13 yaşındaki İbrahim daha da çekingenleşiyor. Kısık sesle “Ehla u Sehla” (Arapça hoş geldiniz, sefa getirdiniz) diyor. Baba Cerrah giriyor lafa. İbrahim Suriye’de okula gidenler arasında en zeki, en çalışkanıymış. Ama savaş yüzünden bir seneden fazla süre önce okulu da bırakıp kaçmak zorunda kalmışlar.

İbrahim’e genelde çocuklarla sohbetin ilk sorusunu sormaya, "Büyüyünce ne olmak isterdin" demeye cesaret edemiyorum.
Suriyeli çocuk işçiler dosyamızın üçüncü durağı Adana. Tarımda, özellikle de mevsimlik tarımda çalışan çocukların arasına bir süredir Suriyeli çocukların da aileleriyle beraber katıldıklarını biliyoruz.

Geniş, çoğunluğu örtü altı domates ve karpuz ya da açıkta yeni yeşermiş yağlık mısır tarlalarının ve daha meyvesi üstünde olmasına rağmen çiçek açmış, ferah kokulu narenciye bahçelerinin arasından geçiyoruz. Akşamüstü olmasına rağmen henüz serinlemeyen hava bu sene Çukurova’ya yazın erken geldiğine işaret ediyor.

Kanalizasyonun dibindeki işçi kampı

İşçi kampına yaklaştığımızı uzakta mavili beyazlı bir plastik denizini görünce anlıyoruz. Çadırkent yakıcı güneşle su gibi ışıldıyor. Yaklaştıkça narenciye çiçeklerinin mis kokusunun yerini gübre ve lağım karışımı ağır bir koku alıyor. Sıcak ve nemli havaya karışıp ağır bir tabaka gibi çöküyor göğsümüze.

Kampın ilk çarpıcı manzarası eli, yüzü önce güneşten sonra terle karışan tozdan kararmış, saçlarını kirden ve yağdan yapışmış, henüz iki ayağının üzerine bile kalkamamış bebelerden başlayarak ortalıkta koşuşturan, oynayan, su ya da odun taşıyan onlarca çocuk. İkincisi çocukların hem yaşadığı hem de oynadığı bu alanın Adana’nın açık kanalizasyon kanalının hemen yanına yerleşmiş olması. Üstelik kampın tek temiz su kaynağı bu kanalın hemen dibinde açılmış bir kuyu.

İşçi kampındaki ilk sohbetimizi en küçükleri on yaşında olan ve su taşımak üzere kaynağın başında, ellerinde kirden beyaz rengi kararmış bidon ve boi peynir, yoğurt kovalarına su dolduran kız çocuklarıyla yapıyoruz.

Ortaya attığım bir selam ve Arapça konuşuyor olmamın yarattığı şaşkınlıkla hızla kaynaşma başlıyor. Etrafımızdaki kalabalık saniyeler içerisinde en az ikiye katlanıyor. Ortama yayılan heyecanın bir kısmının uzun zamandır kendi haline terk edilmişlikten sonra nihayet birinin onları hatırlayıp ziyarete gelmiş olması. İnsan orada uzun süre kalırsa kendisi bile yaşadığından şüphe duyabilir. Yine de insan olmanın en belirgin özelliği bir şekilde uyum sağlamayı beceriyor olmak. Çoğunluğunu çocukların oluşturduğu işçi kampında da en baskın izlenim bu. Zaman zaman bir yetişkin gibi ciddi ve dertli yol kenarlarına oturmuş kızlar, ortada şakalaşarak tur atan küçük delikanlılar, yemek pişirmek için ateş yakan, ateş için odun toplayan, bir leğenin etrafına karşılıklı oturmuş çamaşır yıkayan çocuklar ve büyükleri.

Önceki gün ve gece çok yağmur yağınca, en az yedi, sekiz kişinin beraber yaşadığı ve uyuduğu üç, büyükse beş metrekarelik çadırların çıplak toprak tabanı dahil her yer çamura bulanmış. Kızlardan bazılarının ailelerinin yaşadıkları çadırlara doğru yöneliyoruz. Dışarıda dikilmiş aile büyükleriyle sohbete başlayıp derdimizi anlatıyoruz. Tarımda, tarlada çalışan Suriyeli çocuk işçilerle konuşmak istediğimizi, onların halini dinlemek istediğimizi söylüyoruz.

Büyük ailenin de reisi olduğu anlaşılan ve etraftaki altı çadırın kendi ailesi ve akrabalarına ait olduğunu söyleyen 48 yaşındaki Ahmet Cerrah ellerini kaldırıyor, önce etrafımızı saran koca kalabalığı, ardından tüm kampı işaret eden daireler çizerek “Hepsi, hepsi” diye yükseltiyor sesini kırık Türkçesi’yle. Ailenin annesi, Ahmet Cerrah’ın eşi “Kusura bakmayın, sandalyemiz yok” diyor ve bizi çadırın içine davet ediyor. Ayakkabılarımızı çıkarıp, yere serili plastik kilimin üzerine yan çadırlardan koşturulan süngerlerin yerleştirilmesiyle oturuyoruz.

Yerleştikten sonra sebeb-i ziyaretimizi yeniden anlatıyoruz. O zaman İbrahim Cerrah çağrılıyor çadıra, esmerliğine rağmen yanaklar kırmızıya donuyor, dizi dizi dişler utangaç gülüşüyle çıkıyor ortaya. Kumral kıvırcık saçlarını düzeltiyor eliyle, yere bakıyor.

Arada kaçamak bakışlar dolaşıyor üzerimde.

Cerrah ailesi önce bir araca doluşup Reyhanlı’ya gelmiş, oradan otobüsle Konya’ya. Ailenin Hama ve Humus vilayetlerinin arasındaki, Suriye’ye açılan kapı olarak da bilinen verimli GAP bölgesinde kendi toprağı varmış, Asi Nehri’nin suladığı verimli topraklarla geçimlerini sağlıyorlarmış. Ama ailede okul, yüksekokul, hatta üniversite mezunları da var. İbrahim tarlalara yabancı olmasa da hiç tarlada çalışmak zorunda kalmamış daha önce.

Şimdi en çok tarlada kazma yapmak zoruna gidiyormuş. “Ama ona bile razı gelmişken, artık elciler bizi işe götürmüyorlar. Neredeyse bir haftadır hiçbirimiz işe gitmedik” diye dertleniyor. Fırsatı olsa okula dönermiş belki ama ailede doyuracak çok boğaz var. Üstelik elciler (toprak sahipleri ya da onların yanında çalışan kâhya ya da çavuşlarla işçiler arasında aracılık eden ve işçilerden sorumlu olan kişiler) Suriyelileri ise sadece en ağır işler için ya da fazladan iş olduğunda götürüyorlar.

Suriyeliler istenmiyor

Kampa gitmemize yardımcı olan ve başka bir Suriyeli ailenin yanında iş için pazarlık ederken tanıştığımız elci Mehmet Yumru’ya dönüyorum ve İbrahim’in anlattığı durumu soruyorum. “Neden artık Suriyeliler işe götürülmüyor?” Yumru biraz kendini savunur halde, “Çavuşlar, ağalar artık Suriyeli istemiyor. İş azaldı; kazma, toprak hazırlığı, narenciye toplama işleri bitti. Şimdi ekim zamanı ama zaten çoğunluğu tarım işinden anlamayan, şimdi mecbur kaldıkları için çoluk çocuk tarlada çalışan Suriyelilerin işi beceremediklerini söylüyorlar” diyor. Tarlaların etrafında dolaşırken karşılaşıp ayaküstü lafladığımız başka elci ve çavuşlar da Yumru’nun ifadelerini doğruluyor. Çukurova’da Suriyelilere göre tarım işi kalmamış gibi görünüyor.

Bu durum İbrahim’in yüzüne bir çaresizlik ifadesiyle yansıyor. “Kazma, kürekle çalışmak çok zor. Ellerim, omuzlarım ve ayağım sürekli sızlıyor” diyor. Okula dönme fikrinin hayalini bile kuramıyor. Daha temiz, kolay bir iş bulmayı istiyor. Ailesi kalabalık, 10 yaşından itibaren tüm çocuklar ve hasta olmayan büyük erkekler çalışsa da düzenli olmayan tarım işçiliğinden kazandıkları paranın çoğunu elektrik ve yiyecek ihtiyacına harcıyorlar. Kendilerini işe götüren elci her bir kişinin yevmiyesinden insafına göre kendi yüzdesini ayırdıktan sonra; kamptaki çadırların ücreti, aylık elektrik faturaları, erzak ve temizlik malzemelerinin masraflarını da düştükten sonra aylık ya da bir buçuk aylık ödeme yapıyor aileye. Kalan para ise genelde ihtiyaçlarını karşılamıyor.

Tarlada 11 saat

İbrahim’in tarlada 11 saatlik kazma işine aldığı yevmiye, yani günlük ücret 33 TL. Yetişkinlerinki ise 37,5 TL. Aileyle beraber kampta bir gün geçiriyoruz. Bu sürede İbrahim kendisiyle konuşulmadan konuşmuyor, kendisine soru sorduğumuzda ise annesi ya da ablasının zoruyla, sessiz, çekingen cevap veriyor. Suriye’den de, tarladaki hayatından da bahsetmeyi sevmiyor. Kampta pek arkadaşı yok. Türkiyelilerin kendilerinden hoşlanmadıklarını, Arapça konuşabilen Urfalı Arapların da kendileriyle arkadaşlık etmediğini anlatıyor.

Adana ve çevresinde 10 yıldan fazla zamandır sokak çocukları ve çocuk işçiliği konularında çalışmalar yapan Adil Akdağ da bölgedeki durumun toplumsal bir çatışmaya dönüşmesinden endişe ettiklerini söylüyor.

Aldığımız bilgiye göre, gelen Suriyelilerin bazıları akraba dedikleri uzak yakınlarından haber ya da yardım alarak çevredeki bir köye “ev kiralayarak yerleşme şansına” nail olmuş. Yıkık dökük, gecekondu tipli evlerde en az iki aile, 15 kişilik nüfus ile tamirsiz, eşyasız sığınmanın neden şans olduğunu işçi kampına gittikten sonra anlıyorum.

Ailelerin büyük çoğunluğu hem bölgeye önceden yerleşmiş hem de eskiden beri mevsimlik işçi olarak gelip giden aileler ve dolayısıyla onlara muhtaç toprak sahipleri tarafından ikinci sınıf insan, işlerine göz koyan fırsatçı muamelesi görüyor. Elciler ise hem uzman işçi ve mevsimliklerle arasını bozmak istemiyor, hem de Suriyeli ucuz işçilerden istifade etmek istiyor. Yerli halk arasında da Suriyelileri hoş karşılamayanlar çoğunlukta. Gündelik hayatta karşılaştığımız hemen herkes Suriyelilerden şikâyetçi. Genel kanı “Bizim başımıza bela oldular. Dilenen, hırsızlık eden, işimize göz koyanlar hep Suriyeliler.”Kampta geçirdiğimiz ikinci günde etrafımız tarlada çalışan kız çocuklarıyla sarılı. 10 yaşına gelen tarlaya gitmeye, 15’ine gelen evlenip kendi yuvasını kurmaya hazır sayılıyor. Ancak sorular biraz derinleşince ve fotoğraf makinesi da ortaya çıkınca araya ailelerin genç erkekleri giriyor. ‘Kızların çok ortalıkta olması makbul değil.’

Evlilik değil ama çocukların küçük yaşta çalışmasının Türkiye’de kanunen yasak olduğunun farkında oldukları da anlaşılıyor. Önce tarlaların etrafında dolaşırken sohbet ettiğimiz elciler ve çavuşlar “Suriyeli işçiler var mı sizde” sorusuna kaçamak cevap veriyor, boşluğuna gelip Suriyeli olduğunu anladığımız, sohbet etmeye çalıştığımız çocuklar olunca da en fazla 15 gösteren çocukların yaşları 20’yi buluyor.

Toplumun en alt tabakası

Suriyeli çocuk işçilerle ilgili sağlıklı veri bulmak zor.

Bugüne kadar özellikle mevsimlik tarımda çocuk emeği üzerine çalışmalar yapan Kalkınma Atölyesi Genel Sekreteri Ertan Karabıyık ve Hayata Destek Derneği ile görüşüyoruz. Her iki kurumdan da mevsimlik tarımda çocukların çok ağır koşullarda yaşadıklarını, gruba henüz katılan Suriyelilere dair şimdilik bir çalışma yapılamadığını öğreniyoruz. Ancak mevsimlik tarım işçisi olan ailelerin çocuklarının çok küçük yaştan itibaren ağır koşullarda çalıştıklarını, herhangi bir hayat güvenceleri olmadığı gibi, okullaşma oranlarının da en alt seviyede olduğunu belirtiyorlar.

Çukurova genelinde özellikle tarımda çalıştırılan çocuk işçilerin genel durumuna dair bilgi almak üzere Kent Konseyi'nin Çocuk İşçiliğini İzleme ve Önleme Komitesi Başkanı Amir Akdağ ile buluşuyoruz.

Çocuk işçiliği konusunda çalışmaların çok zayıf olduğundan, nedense sıranın bir türlü ‘toplumun en alt tabakası’ olduğunu söylediği bu çocuklara gelmediğinden yakınıyor “Biz bu memlekette yabani kuşları ayaklarına verici halkası takıp, sokak köpeklerini küpeleyip takip edebiliyoruz, çocuk işçileri takip edemiyoruz” diyor.

“Şimdi bir de Suriyeli çocuklar, altın da altı olarak katıldı bu gruba. Sanayide kaynak makineleri, berberde makas, tarlada kazma, budama makası kullanıyor. Ama bırakın iletişim kurmayı, iş güvenliği uyarılarını bile okuyamıyorlar.”
Hemen herkes bu koşullarda büyüyen çocukların gelecekte talihsiz bir döngüyle aynen ailelerinin hayatlarını devam ettirmekten başka şansları olmayacağında hemfikir.

Onur Burçak Belli / AL JAZEERA

SON VİDEO HABER

Uçakta olay çıkarıp, 'Türkiye'yi satın alırım' diye tehdit etti

Haber Ara