TIMETURK / HABER MERKEZİ
Türkçeye, Fransızca "terreur" sözcüğünden geçmiş olan[ terör sözcüğü Latince kökenlidir“. Latince ‘terrere’den gelen terör sözcüğünün, ‘korkutmak, dehşete düşürmek, korkup kaçırmak, caydırmak’ gibi anlamları vardır. Terör sözcüğünün Türkçedeki karşılığı ise; ‘korkutma, yıldırma, tedhiş, bulunduğu ortamda gerilim yaratmak ve korku salmak’ anlamlarına gelmektedir.Meydan Larousse Ansiklopedisi’ne göre terörizm, ‘ihtilalci grupların giriştiği şiddet eylemlerinin tümü, tedhişçilik, bir hükümet tarafından uygulanan şiddet rejimi’ dir. Ana Britannica’da ise terörizm, ‘siyasal bir hedefe ulaşmak amacıyla devlete, halka ya da bireylere karşı sistemli şiddet eylemlerine başvurma’ şeklinde tanımlanmaktadır.Görüldüğü gibi terör ve terörizm kavramlarının birden fazla tanımlaması ve farklı farklı algılanması bulunmaktadır. Bu tanımlamaların dışında 100’den fazla terör tanımı bulunduğu da ifade edilmektedir. Bu tanımlama ve algılama farklılığının sebebi ise terör ve terörizm kavramlarına nereden bakıldığına bağlıdır. “
HER ÜLKE-HER İDEOLOJİ "TERÖR"E KENDİ HEDEFİNE GÖRE ANLAM YÜKLER
Her ülke, her ideoloji, terör kavramına kendi hedeflerine ulaşmayı kolaylaştıracak bir anlam yükler. Çünkü ihtiyaçları ve milli çıkarları bu yöndedir. ABD’ye göre terör kendisinin ve yandaşlarının çıkarlarına tehdit veya saldırılardır. Afrika için ırkçılıktır. AB için terör kavramı tanımlanamaz bir olgu olmasına rağmen Batı’ya ve Batılı demokrasileri yıkmaya yönelik saldırılardır. Küba, Kuzey Kore ve İran’a gibi ülkelere göre ise ABD’nin faaliyetleridir. Rusya açısından Çeçenlerdi. Çin açısından Tibet, Doğu Türkistan’dır. Hintliler açısındanKeşmir Müslümanlarıdır. İsrail açısından Filistinlilerdir. Filistin, İran ve Lübnan açısından İsrail’in her türlü faaliyetleridir,Sisi yönetimi İçin İhvan, Esed’e yönetimine göre ise kendisine karşı çıkan herkestir. Bu değişen bakış açısı özellikle batı tarafından sürekli olarak değiştirilmektedir.
İSLAM'A KARŞI İSLAM PROJESİ
Batı merkezli bir medeniyet krizi yaşandığı için, bu krizin çözümü olarak yeni bir dizayn dünyada batı tarafından dayatıldı ve bu yeni dizaynın en önemli parçalarından olan “İslam’a karşı İslam” Projesi bir çok Müslüman ülkede uygulanmaya başlandı. Türkiye'de konuyu ilk dile getirenlerden Gazeteci-Yazar Nevzat Çiçek'e göre İslam'a karşı islam projesinin en önemli ayaklarını “Mezhebe karşı mezhep” ve “Coğrafyaya karşı coğrafya” oluşturmaktadır. Çiçek'e göre İslam coğrafyasındaki bütün kavgalar, ya İslam’ı kendilerinin daha iyi temsil ettiğini ifade edenler kesimlerle diğer gruplar arasında yada mevcut yönetimler yada topluluklar arasında yapılmaktadır. Uluslararası “İslam’a karşı İslam’ın en büyük dayanağını ise mezhepler üzerinden Müslümanlar arasına sokulan fitne ve coğrafya anlaşmazlığı yürütmektedir. Bir taraftan batı paradigması tarafından çizilen sınırlar ve o sınırlar için kavga veren Müslümanlar karşımıza çıkmaktadır. Çiçke, Mısır'da Sisi'nin İhvan'a karşı duruşunu, Esed'in Suriye direnişçilerine karşı bu kadar acımasız oluşunu, Suriye direnişinde İŞİD'in diğer muhalif gruplara karşı tavrını, Bangladeş'te Cemaat-i İslami mensuplarının idam edilmesini, Tunus'ta Nahda Hareketinin halk desteğine rağmen "Radikal İslam" üzerinden sıkıştırılmasını, Somali'de Şebab ve yönetim arasındaki kavganın aslında tipik bir İslam'a karşı islam projesi olduğunu ve bu örneklerin daha da artırılabileceğini ifade ederek, bu projenin Türkiye ayağının iyi incelenmesi gerektiğinin altını çiziyor.
MÜSLÜMANLARIN BİRLİK MESELESİNİ ENGELLEME
MÜSLÜMANLARIN BİRLİK MESELESİNİ ENGELLEME
Aslında bu durum bugün karşımıza yeni çıkan bir durum değildi. Suriyeli büyük âlim Said Havva’nın kaleminden nakledersek: “Müslümanların oldukça güçsüz, parçalanmış ve ezilmiş oldukları bir sırada hicri on dördüncü yüzyıla (miladi yirminci yüzyıl) girildi... Birinci dünya savaşı sonrasında daha da kötü bir duruma düşüldü. Batı emperyalizminin tehdidi altında bulanan bazı Müslüman ülkeler komünizm hareketiyle aldatılmış, kızıl emperyalizmin ağına düşmüşlerdi. İslam dünyasının haritasına şöyle bir kuşbakışı baktığımızda Avrupa’nın ortalarından ta Asya ve Afrika’nın hemen hemen tamamına yakınının çeşitli ideolojilerin sömürgesi küçük devletçikler haline dönüşmüş olduğunu görürüz. Buna “reaksiyon” olarak gerek önceleri gerekse sonraları birçok hareket ortaya çıktı.”
İslam Dünyasında yakın zamanda bu coğrafyayı etkileyen en önemli hareketler; Müslüman Kardeşler (İhvan), Cemaat-i islami, Milli Görüş ve İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki hareketlerdir. Bu hareketlerden bütün İslâm topraklarının bağımsızlığa kavuşturulması, ardından buralarda İslâmî hükümlerin uygulanmasını amaçlayan İhvân-ı Müslimîn’in düşüncesi kaçınılmaz olarak ideoloji ve siyaset ağırlıklı bir harekete dönüşmüş, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar Mısır ve diğer Arap ülkelerinde yönetimlerle genellikle çatışma halinde olmuştur. İhvan pasif ve barışçıl duruşu ile sadece Mısır’ı değil dünyayı etkileyen en önemli hareket haline gelmiştir.
“Yine o dönemde Hint alt kıtasında Seyyid Ebu’l A’la El- Mevdûdî ‘nin başlattığı Cemâat-i İslâmî hareketi, İslâm’ı topyekûn bir hayat felsefesi olarak değerlendirip nihaî planda bir devlet nizamı üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu görüş, bağımsızlık süreci yaşamakta olan pek çok İslâm ülkesinde geniş taraftar bulmuş, böylece İslâm siyasî geleneğinde yeni bir üslûp yaygınlaşmaya başlamıştır. Modern dönem literatüründe“İslâm devleti, İslâmî devlet, İslâm anayasası, İslâm ekonomisi” gibi pek çok kavramın kullanılmasında İhvân-ı Müslimîn hareketiyle birlikte Cemâat-i İslâmî’nin de önemli katkısı olmuştur. Üstad Mevdudi, Osmanlının yıkılışından sonra devletsiz kalan İslam dünyasının başıboş kalmadığını ve bir siyasi tezinin olduğunu savunur. Bu devletin nasıl kurulacağını ve nasıl bir devlet olması gerektiğini anlatır. Bu arayışların tamamının nedeni İslam’ın ve Müslüman’ın dünyada ve sosyal hayatta hak ettiği yerde olmamasıdır.Mevdudi‘nin 1941 de kurduğu Cemaat-i İslami’nin temel görüşü İslam’ın bir siyasi tezinin var olduğudur. Bu iddia aslında son yüzyılda, devlet işlerinden dinin ayrılması temelini taşıyan laiklik kuramına bir itiraz, bir reddiyedir. Bu fikirlerinden dolayı Üstad Mevdudi; Gilles Kepel, Khan Kagaya, Oliver Roy, Bernard Lewis, Kenneth Cragg ve J.L.Esposito gibi Dünyadaki İslami hareketleri inceleyen batılı ilim adamlarınca ‘Siyasal ve Radikal İslamcılığın Babası’ olarak nitelendirilmiştir”
Batılılara göre Militan cihadın öncüsü, bütün dünyadaki Müslüman aşırılık yanlısı hareketlerin manevi babası Seyyid Kutub’tur.Seyyid Kutub, Mevdudi’nin görüşlerini daha da ileriye götürerek, yeni bir İslâmî düşünüş ve alternatif model geliştirmeye çalışmıştır. Kutub’un geliştirmeye çalıştığı bu modelin en belirgin özelliği, hâkimiyet tezidir. Bu tezi onun fikirlerine büyük bir itibar kazandırmış ve İslam dünyasındaki yeni oluşumların çoğuna da temel oluşturmuştur. Batılılara göre Siyasal ve Radikal İslamcılık, özellikle İslam’ı her şeyden önce siyasal bir sistem olarak tanımlamaya kalkışan Mevdudi ve Seyyid Kutub’un ortaya koydukları kavramlar ve fikirler etrafında sistemleşmiştir. Batılılara göre Siyasal ve Radikal İslamcılık demek: Sömürgeciliğe, emperyalizme ve Batının hegomanyasına direnen Müslümanların zihniyetidir.
"TERÖR" VE SİYASAL İSLAM
1979 yılında hem Sovyetler Birliğinin işgali hem de İran’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi (11 Şubat 1979) ABD’nin İslam dünyasıyla ilişkilerini derinden etkiledi. 1979 yılında gerçekleşen İran İslam Devrimi ve Afganistan’ın işgali olayları, bölge jeopolitiğinde önemli değişikliklerin meydana gelmesine sebep olduğu gibi, İslam coğrafyası sahip olduğu doğal kaynakların yanında stratejik bir değer de kazandı.
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi üzerine ABD, Sovyetler Birliği’ni “çevrelemek” ve “güneye inmesini engellemek” için “Yeşil Kuşak Projesi”ni devreye soktu. ABD, Afganistan Savaşı sırasında mücahitleri o kadar kutsadı ki; Başkan Reagan mücahitlerin liderlerinden bazılarını Beyaz Saray’da ağırladı ve onları dünya basınına tanıtırken “Bu savaşçılar ABD’nin kurucu babalarıyla aynı ahlak ve anlayışa sahipler” ifadesini kullandı. Bu övmeler stratejik idi. Çünkü Soğuk Savaş döneminin “kutsal Savaşçıları”özellikle 11 Eylül 2001 olaylarından sonra ABD için dünyayı tehdit eden “radikal dinci teröristler” olarak adlandırıldılar.
ABD'NİN İSLAM DÜNYASINA BAKIŞI 2001 SONRASI
11 Eylül 2001’e kadar olan 50 yıllık süreçte ABD’nin İslam dünyasına yönelik politikası, büyük ölçüde bölgedeki statükonun korunmasının kendi çıkarlarına en iyi hizmet edeceği yönündeydi. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Bahreyn, Kuveyt ve Fas gibi ülkeler ABD ile iyi ilişkiler içinde idi. 11 Eylül saldırıları, ABD’nin Orta Doğu politikası için de yeni bir dönem başlattı. Bush yönetimi terörizmin kaynağı olarak gördüğü siyasi olguları ortadan kaldırmak için en iyi yolun bölge ülkelerine demokrasi getirmek(!) olduğuna inanmaktaydı. Irak harekâtı ile birlikte “demokratikleştirme” iddiası Washington’un Orta Doğu’da sürdürdüğü hegemonya mücadelesinin başlıca ideolojik bahanesi haline geldi. Hâlbuki bugün de olduğu gibi ABD’nin Orta Doğu ile ilgili demokrasi talepleri daha özgür bir yaşamı teşvik etmek için değil iki amaçla yapılmaktadır. Birincisi mevcut siyasi kadroların el değiştirmesi, ikincisi buradaki demokrasilerin gelecekte ideolojik faklılıklara değil ırk ve din temeline dayanacak olması. Böylece bir yandan organize olan, parası olan, medyayı kontrol eden seçilme şansını kavuşurken diğer yandan ırk ve din temelinde farklılaşma ve ayrışan toplum nedeni ile o ülkeye has güçlerin oluşması mümkün olmadığından dışarının manipülasyonu kolaylaşacaktır.Batılılara göre; Orta Doğu’da mevcut otoriter ve totaliter devlet yapılarının dönüşümünü zorlaştıran direnç faktörlerinin başında demokrasiyle uzlaşması zor, Batı karşıtlığını kimlik formu haline getiren İslam dini gelmektedir.
Bu çerçevede 11 Eylül ertesinde estirilen terör, savaşlar, medeniyetler çatışması, iç ayaklanmalar ve renkli-kadife devrimler rüzgarları eşliğinde dünya, yeni bir savaş-kaos ortamına taşınmıştır. Komünizm tehdidinin yerini radikal İslam almış, “Komünist Doğu-Kapitalist Batı” Blokları bu kez dinler üzerinden, “Hıristiyan Batı-Müslüman Doğu” olarak ikiye ayrılmıştır. Medeniyetler çatışması/çatıştırılması sadece dinlerle sınırlı kalmamış, mezhepler arası çatışmalar artmış/arttırılmıştır. Atlantik ve Avrasya Blokları güçlendirilmiştir. NATO, Büyük Ortadoğu coğrafyası üzerinde küresel etkileri olan askeri ve siyasi bir güç olarak yükselmiştir. Dünya yeni bir savaş/çatışma ortamına girmiştir. ABD yukarıda açıklanan hedeflerini meşrulaştırmak ve diğer güçlerinde tepkilerini çekmemek için; Ortadoğu’da halklara özgürlük, insan haklarının verilmesi, demokratikleşme ve istikrarın sağlanması ile terörün kaynağının yok edilmesi gibi değerlerden bahsetmektedir.
Her ne kadar ABD yöneticileri, resmi söylemlerinde demokrasi ve insan hakları gibi evrensel(!) kavramları gündeme getirseler de esas politikanın kökeninde; Amerikan dış politikasının stratejisi olan petrol ve enerji kaynaklarını kontrol altına almak, bu ülkelerin liberal ekonomiye (serbest piyasa) geçmeleri ile kendi pazar payını artırmak, bölge ülkelerinin demokrasiye geçmelerini, bu vesile ile her yıl 2 milyar dolar yardımda bulunulan İsrail’in güvenliğini sağlamak, Irak savaşı sonrası dünya kamuoyunda yükselen Anti-Amerikancı söylemleri demokrasi söylemiyle bertaraf etmek, demokratik söylemleri sıklıkla kullanarak bölge ülkelerinin radikal İslamcı örgütlerle mücadele etmesini sağlamak, hususlarının yattığı ifade edilmektedir. Bütün bunları yaparken de “ılımlı”, “politik talebi olmayan” ve “Batı’nın bölge politikalarıyla barışık” özellikler taşıyan hükümetler ve devletler oluşturmak niyetinde ve gayretindedir.
Amerikan dış politikasının en etkin isimlerinden stratejist Brzezinski yazdığı Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında bu duruma özellikle dikkat çekmektedir:“Amerikan önceliğine İslamcı köktendincilikten gelebilecek olası bir meydan okuma, bu istikrarsız bölgedeki sorunun bir parçası olabilir. İslamcı köktendincilik, dinsel düşmanlığı Amerikan yaşam biçimine karşı istismar ederek ve Arap-İsrail anlaşmazlığından yararlanarak çeşitli batı yanlısı Ortadoğu hükümetlerine zarar verebilir ve nihayet özellikle Basra Körfezinde Amerikanın bölgesel çıkarlarını tehlikeye atabilir
ABD, 11 Eylül’den sonra küresel liderliğine ve kendi liderliğindeki uluslararası sisteme
en geniş ve etkili muhalefet ve tehdit kaynağı olarak gördüğü İslam’ın ehlileştirilmesini(!) de hedefleri arasında saymaktadır.Bu aşamada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır. Demokrasi ve modernizm ile daha uyumlu İslami anlayış nasıl olacaktır? Model olarak alınabilecek bir ülke var mıdır? İran, Afganistan, Filistin ve Körfez’deki İslam anlayışından memnun olmayan ABD için alternatif nedir?
TÜRKİYE MODELİ MESELESİ
TÜRKİYE MODELİ MESELESİ
Bu sorunun cevabı olarak Türkiye’nin model olabileceği, değişik platformlarda ve çalışmalarda gündeme getirilmiştir. ABD, Türkiye’nin Müslüman çoğunluklu laik devlet yapısını, Genişletilmiş Orta Doğu Projesi içinde model olarak görmek istemekte, Türkiye’yi bu proje içinde, jeostratejik açıdan önemli bir bölgede olması ve stratejik yetenekleri nedeniyle kilit ülke olarak tanımlamaktadır. Bunu Amerikalı ünlü siyaset bilimci Samuel Huntington şöyle ifade ediyor: “Türkiye gerçekten Avrupa ile Asya, İslam ile laiklik.. vs arasında bölünmüş bir ülke. Bu bakımdan uygarlıklar arasında bir köprü olabilir… İslam dünyasında Türkiye liderlik rolü oynayabilecek eşsiz bir ülke… Eğer Türkiye bir Batılı ülke olma ısrarından biraz vazgeçer; modernleşme ve demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye çok daha ağırlık verirse, bütün dünyaya ve İslam’a büyük bir model olur. Türkiye, işleyen bir demokrasiye sahip tek İslâm ülkesi. Demokrasinin mutlaka laik bir temele dayanması gerekmez, İslam ile demokrasi bağdaştırılabilmeli. Ilımlı İslamcılar eğer demokratik sürece katılıyor ve başarılı oluyorlarsa, iktidara gelmelerine izin verilmelidir …İnanıyorum ki Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır ve eğer İslami bir anlayışla kalkınmayı ve demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse, bundan hem Türkiye, hem de dünya faydalanacaktır.
Bir dönem New York Times’in Türkiye’de büro şefliğini de yapan Stephen Kinzer de aynı paralelde görüşlerini şu şekilde ifade etmektedir. “Coğrafyanın ve Osmanlı geçmişinin bir sonucu olarak Türkler, İslam bilincinde özel bir konuma sahiptir. Eğer bir ülke İslam’ın çağdaşlık ve demokrasiyle birlikte yaşayabileceğini kanıtlayacaksa, bu ülkenin Türkiye olması en yüksek olasılıktır. Bu başarı Türkiye’yi dünyanın her yerindeki dinsel köktenciliğe karşı paha biçilmez bir karşı denge haline getirecektir. Gerçek bir demokrasiye sahip olan bir Türkiye, yalnızca çevresindeki Müslümanlar için değil bütün İslam dünyası için bir yol gösterici olacaktır. Onun ortaya koyacağı örnek, Fas’tan Endonezya’ya uzanan
coğrafyada ağırlıklı olarak Müslüman olan 51 ülkede yaşayan bir milyardan fazla insan için son derece önemli olacaktır. Eğer Türkiye bu ülkeleri demokrasiye doğru yönlendirebilirse tüm dünyayı yeniden şekillendirecektir
Ünlü strateji ve İslam uzmanı Graham Fuller’de Türkiye’nin model olabileceği görüşündedir. Amerikan Ulusal İstihbarat Kurulu (CIA) adına Türkiye ve pek çok Ortadoğu ülkesinde görevler yapmış olan Graham Fuller, 1980′li yılların ortalarından beri “ılımlı İslam” projesi üzerine çalışmaktadır. Fuller, Ortadoğu’daki anti-amerikancı radikal İslamcı (yani bizim gibi düşünen Muvahhid Müslümanlar)akımları önleme ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemekten değil, aksine radikal İslamcı partileri küresel kapitalist sistem içine çekecek ve özlerini dönüştürecek bir yaklaşımı benimsemekten geçtiği tezini yıllardır savunmaktadır.
Amerika’daki “neo-con” larla tartışmaya giren Fuller, “İslam’a karşı savaş” mantığının çok anlamlı olmadığını, şiddetin artmasına yol açtığını söylüyor. ABD’nin teröre karşı savaş söyleminin çözüm üretmediğini belirten Fuller çözüm için iki temel yöntem öneriyor. “Müslüman topraklarında artık yabancı postalların dolaşmaması ve yabancı askerlerin daha fazla askeri saldırı düzenlememeleri” gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “İkinci olarak, kendi toplumlarında terörle gerçek anlamda mücadeleyle ilgili düşünce yapısını sadece Müslümanlar değiştirmeye başlayabilirler. Aslında radikalleri fikri ve fiziksel olarak silahsızlandırma, İslam’a başvurmakla elde etmeye çalıştıkları meşruiyeti gayrimeşru kılabilme konusunda en donanımlı olanlar muhtemelen ılımlı İslamcılardır.
Fuller Amerikan dış politikasının en önemli hedeflerinden birinin özünde İslamcı fakat aynı zamanda liberal bir İslami reformu teşvik etmek olduğunu belirtmekte ve buna uygun olarak Türkiye’nin örnek olabileceğini özellikle de Fethullah Gülen’in hareketinin desteklenmesi gerektiğini belirtmiştir. Fuller 2008’de yayımladığı bir kitabında “Türkiye sadece kendisi için değil, çağdaş İslam dünyası için de çok önemli olan iki dinamik İslami hareket üretmiştir; Bunlardan ilki siyasi alanda AK Parti, öteki ise çok daha büyük ve apolitik bir toplumsal hareket olarak Gülen Hareketi’dir. demekte ve “Ilımlı İslâm” projesinde kimlere destek verdiğini ifade etmektedir. Ünlü CIA görevlisi
Graham Fuller, Zaman gazetesinde, bu konuda kendisine yöneltilen bir soruyu yanıtlarken Gülen hakkında çok övücü bir dil kullanmıştı. Fuller’e göre, “Batı, Fethullah Gülen gibi örnekleri görünce çok umutlanıyor. Çünkü Gülen, modern devlet ve toplumda İslam’ın nasıl bir rol oynaması konusunda geniş bir vizyonu temsil
ediyor”Gülen, kendisine sorulan bir soru üzerine : ‘Dünyada en nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin’dir. Çünkü Müslümanlığın aydınlık çehresini kirletmiştir. Bir kirli imaj meydana getirmiştir. O korkunç tahribatı bundan sonra biz bütün gücümüzle tamire kalkışsak bile seneler ister.” Demiştir
GÜLEN VE PROJESİ
Gülen, Milliyet gazetesine verdiği röportajda ”Eğer o okullarda demokrasiye, Cumhuriyete, Atatürkçülüğe, inkılâplara ters bir tek cümle gösterebilirlerse, ben açılması istikametinde tavsiyelerimi geri çekip, elinizi ayağınızı öpeceğim şu şer yuvalarını kapatın diyeceğim. ” diyerek bu okulları sahiplenmektedir. Özellikle Türkî cumhuriyetlerde bulunan okulların ABD için bu bölgelere sıçrama tahtası olarak kullanıldığı konusunda bir zamanlar Gülen’in en yakınında duran Nurettin Veren şöyle demekte: “Özbekistan’daki yönetim bu okulları kapattı ve yöneticilerini hapse atıp, bu kişileri casuslukla suçladılar. Bu okullarda ABD, Asya’nın enerji kaynaklarını ve Rusya’nın Çin’in önüne kesmek için kendi hakimiyeti adına bu okulları destekliyor. Bunun kanıtı da nedir? Bütün okullarda İngilizce öğretmeni kimliği içerisinde yeşil ve kırmızı pasaportlu Amerikan vatandaşı öğretmenler var. Hani biz fakir öğrencilere yardım için bunu yapmıştık. Ne işi var Amerikan, İngiliz pasaportlu öğretmenlerin bizim okullarımızda. Bu kırmızı pasaportlu vatandaşları ilk fark eden Kerimov oldu. Biz bunu reddettik ama baktık ki, olay aynı…
ABD RAPORLARINDA ILIMLI İSLAM YADA DEĞİŞEN İSMİYLE MEDENİ İSLAM
ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) 1989 yılında Rand Corporation adlı kuruluştan, Türkiye’de İslam radikalizminin geleceği” konulu bir rapor istedi. Rand Corporation, CIA’nin en önemli isimlerinden Graham Fuller başkanlığında bir ekip kurdu. Ekipte bazı Türk uzmanların yanı sıra CIA’nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze gibi istihbaratçılar da bulunuyordu. 1960’lı yıllarda Türkiye’de CIA görevlisi olarak bulunan Fuller, bu kuruluşun 14 yıl Türkiye ve Ortadoğu masası şefliğini yürütmüştü. 79 sayfadan oluşan söz konusu Türkiye raporunun son bölümünde, şu öneriler ortaya atılıyor: “Türkiye’de İslam’ın yükselmesi olgusuna dikkatli ve seçici bir şekilde yaklaşılmalıdır. Ancak, ihtiyatlı ve alçak perdede kalarak Amerikan çıkarlarına en iyi hizmet mümkündür. İslam’ın rolünü etkileme konusunda en ufak bir açık Amerikan girişimi, ABD’nin çıkarlarına hizmet etmez. Yönetim konuya dönük politikalarını formüle ederken hem Türkiye’de laik modeli destekleyen, hem de İslami güçlerle açık bir çatışmadan kaçınan nazik bir denge yakalamak durumundadır. Öte yandan, Türkiye’deki irticanın başlıca dış politika amacı, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin gerginleşmesidir. O halde ABD bu olasılığı en azına indirmeye çalışmalıdır. Türkiye’ye NATO çerçevesinde daha fazla yükümlülükler verilmeli, NATO stratejileri konusunda Türk resmi makamlarına daha fazla danışılmalıdır. İkincisi, ABD laik devlet şeklini desteklerken Türkiye’deki Amerikan menfaatlerine daha iyi hizmet edecek politikalar geliştirme olanağı güçtür. Buna ek olarak İslami hareketin ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayri resmi temaslar kurulması öğrenme süreci için yararlı olabilir.
1999 yılında dönemin ABD Başkanı Clinton, Türkiye ile İslam’ı özleştiren yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi“Laik bir İslam Devleti” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, Büyük Ortadoğu Projesine bağlı “Ilımlı İslam” fikriyatının ne zaman şekillenmeye başladığının açık bir işaretidir. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde, Müslüman kimlikli tüm ülkelere kısaca vermek istediği mesaj sudur : “Müslüman bir halk, laik ve demokratik bir sistemle yönetilebilir. İşte size bir örnek: Türkiye…
Amerika Birleşik Devletleri’ni hedef alan ve 11 Eylül 2001 tarihinde düzenlenen eylemlerin ardından, yayımlanan 17 Eylül 2002 tarihli ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde “Terörizmin yeşerme imkânı bulduğu hassas bölgelerde, İslam dünyasının modern yönetimlerinin destekleneceği”ifadesi yer almıştır.
Mayıs 2002 de California’daki Dünya İlişkileri Konseyi forumunda konuşan ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Türkiye’nin, Müslüman dünyasının demokratik gelişimine örnek oluşturabileceğini söyledi. Wolfowitz , “Türkiye’nin başarısı için temel, onun demokratik karakteridir, sorunlarını yenen ve son yüzyıldaki çerçevede gelişmeye devam eden bir Türkiye, Müslüman dünyasına örnektir. Eğer Türkiye kendi iç sorunlarını aşabilirse, Müslüman demokrasisinin çarpıcı bir örneği olarak karşımıza çıkacaktır. İslami hassasiyetleri radikalizmden ayıran bir mıknatıs görevi görebilir. Müslüman dünyası üzerinde büyük bir etkisi olabilir ve böylelikle tüm dünyayı değiştirebilir. Türkiye, dini inançların, modern, laik, demokratik kurumlar adına kurban edilmesine gerek olmadığını gösteriyor.” dedi. Ayrıca “Ilımlı Müslüman ülkeleri, barışçı ve gelişmeye açık geleneklere sadık kalmaya, teröre karşı çıkmaya çağırıyorum.” Dedi
Bu bağlamda, 2003 tarihinde “RAND Cooperation” kuruluşu tarafından “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler “ başlıklı 88 sayfalık kapsamlı rapor Bush yönetimine sunuldu. “İslam ve Müslümanlar, Batı demokrasisi değerlerine ve küresel düzene uyumlu hale getirilemezse, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğu” tezinden yola çıkılan bu raporda; İslam coğrafyasının nasıl denetim altına alınacağına dair bir strateji öneriliyor, dünya Müslümanları; köktendinciler, gelenekçiler, modernler (ılımlı İslam) ve laikler olmak üzere dört gruba ayrılıyordu. Bu grupların bakış açıları analiz edilerek aşağıdaki sonuçlara varılmıştı (özetle):
1. Köktendinciler: İslam’ın şiddetten kaçınmayan, yayılmacı ve saldırgan yorumunun temsilcileridirler. Demokratik değerleri ve Batı kültürünü reddederler. Batı’ya, özellikle ABD’ye, düşmanlık hisleri beslemektedirler. Katı İslam yasa ve ahlak değerlerini uygulayacak otoriter bir devlet yönetiminden yanadırlar. Geçici taktik düşünceler hariç, bu grubu desteklemek bir seçenek olamaz.
2. Gelenekçiler: İslam dininin kurallarına sadakatle bağlı olmakla birlikte, saldırgan ve şiddet yanlısı değildirler. Köktendincilere kıyasla daha ılımlı görüş taşırlarsa da, çağdaş demokrasileri ve Batı değerlerini gönülden kucakladıkları söylenemez. Bu gurup da, demokratik İslam’ın örneği ve geçiş vasıtası olmak için uygun düşmez. Bu grupla ilişkilerde, barışçı bir görüntü vermek en iyisidir.
3. Modernistler (Ilımlı İslam): İslam’ın günümüzdeki katı anlayış ve uygulamalarında kapsamlı değişiklik yapılması konusunda eylemli bir arayış içerisindedirler. Hz. Muhammed dönemindeki uygulamaları değişmez esas olarak kabul etmekle birlikte, o günlere ait sosyal ve tarihi koşulların bugün artık geçerli olmadığının da farkındadırlar. Temel değerleri; bireysel vicdanın üstünlüğünün yanı sıra, eşitlik ve özgürlüğe dayalı toplum anlayışıdır. Bu değerler çağdaş demokratik esaslarla bağdaşmaktadır. İslam dünyasının, küreselleşmenin bir parçası olmasını da arzu ederler. Bu nedenlerle ılımlı İslam, demokratik İslam’ın örneği ve esas vasıtası olmak için en uygun olanıdır.
4. Laikler: Batı demokrasileri tarzında din ile devlet işlerinin ayrılmasından yana olup, din olgusunu kamusal alandan özel alana indirgemişlerdir. Politika ve değerler açısından Batı’ya en yakın olan gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık, genellikle yarı demokratik görünümlü otoriter bir yapıyı esas alan laik guruplar, çoğunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi ideolojileri benimsemişlerdir.
Raporda, Amerika’nın İslam’ı kontrol altına alması için neler yapması gerektiği maddeler halinde şöyle sıralanmıştır (özetle):
1. Önce ılımlı İslam’ı destekle. Bu kapsamda; özellikle mali destek sağla, liderlik modeli
oluştur ve bu modele uygun liderler belirle. İslam’da devlet ve dinin ayrı tutulabileceğini (Lâiklik) bunun inanca zarar vermeyeceği aksine onu güçlendireceği fikrini destekle.
2. Gelenekçilerin kusurlarını eleştir, ancak onları kökten-dincilere karşı destekle. Sufiliğin kabulünü ve popülerliğini teşvik et. Modernistlere yakın görüşten gelenekçilerin, modernistler ile ortak hareket etmelerini destekle.
3. Köktendincilerle mücadele et. Bu kapsamda; yasadışı faaliyetlerini açığa çıkar, yaptıkları
şiddet eylemlerinin olumsuz sonuçlarını gündeme taşı, kahramanlaştırılmalarını önle.
4. Seçici bir şekilde laikleri destekle. Bu kapsamda; köktendinciliğin ortak düşman olarak
algılanmasını teşvik et, milliyetçilik ve solculuk temelinde ABD karşıtı güçlerle bağlaşma
oluşturma heveslerini kır.
Raporda Türkiye’ye yönelik değerlendirmeler de var. Fethullah Gülen, Ilımlı İslam’ın en önde gelen liderlerinden biri olarak sunuluyor ve Gülen’in bilgecilikten (sofizm) kuvvetle etkilenmiş felsefesinin, farklılıklara hoşgörülü yaklaşmayı ve şiddeti dışlamayı esas aldığı ve özellikle gençleri çektiği ifade ediliyor. Raporun 39. sayfasında Ilımlı İslamcıların en büyük eksikliklerinden birinin “ekonomik güç” olduğu vurgulanıyor ve maddi açıdan desteklenmeleri isteniyor. Raporda Türkiye’nin Ilımlı İslam için iyi bir model oluşturduğu tespitinde bulunularak, bu konuda Türkiye’deki iktidarın desteklenmesinin altı çiziliyor.
Fethullah Gülen ve misyonu hakkındaki bunca örnekten sonra RAND Raporunun son bölümünde “Derin Strateji” başlığı altında , “Ilımlı İslami bir lider oluşturulması” başlığı altında ifadelendirilen: “Ilımlı İslamcılar’ın cesur sivil liderler olmasına çalışılmalı ve demokrasi, insan hakları, kadın hakları konusunda etkili politikalar geliştirmeleri sağlanmalı. İslam’ın bir üst kimlik olduğundan çok, insanlarının kimliklerinin bir parçası olduğu işlenmeli, sivil toplum örgütleri oluşturarak Ilımlı İslamcı liderlere yardım edilmesine çalışılmalı…”
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ
ABD’nin “Ortadoğu Ortaklık İnisiyatifi”ne paralel olarak Irak’ın işgalinin ardından ABD’nin Ortadoğu politikalarına uluslararası desteği artırmak ve sorumlulukları uluslararası sistemde önde gelen devletlerle paylaşma politikası çerçevesinde Amerikalı yetkililer Ortadoğu’da demokrasinin, iyi yönetimin, bilgi toplumunun, iktisadi ve toplumsal kalkınmanın desteklenmesi iddiasıyla “Büyük Ortadoğu Projesi”ni dile getirmeye başladılar. Amerikan yönetimine göre bu proje uluslararası topluluğun önde gelen devletleri ve bölgede diğer devletler tarafından desteklenmeliydi. Bundan dolayı bu proje G-8 ve NATO zirvelerinin gündemlerine alındı. 2004 yılı Haziran ayında Sea Island’da toplanan G-8 zirvesinden sonra “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” adını aldı
Amerikan eski Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in, 2002 yılı Temmuz ayında TESEV de yaptığı bir konuşmadan yapılan şu alıntı Amerikan yönetiminin düşüncesini göstermektedir: “Terörizme karşı savaşı kazanmak için, … daha barışçıl bir dünya yaratmak için İslam dünyasındaki yüz milyonlarca ılımlı ve hoşgörülü insana ulaşmalıyız. Özgürlüğün ve serbest girişimin nimetlerinden faydalanmak isteyen insanlara hitap etmeliyiz. Türkiye, bu değerlerin, modern demokratik kurumların inşası için, dini inançların feda edilmesi gerekmeyen modern toplum ile uyumlu olduğunu gösteren iyi bir örnek sunmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan 2006′da AKP grubunda: “Biz diyoruz ki, hem milletimizin selameti, hem de insanlığın ortak yararı adına gerek bölgemizde, gerekse dünyamızda barış ve istikrarın tesisine katkıda bulunalım. Demokratik değerler ve adaleti yaygınlaştıralım; ‘kesret içinde vahdet’ yani çeşitlilik içinde birlikte yaşama ilkesini tüm dünyada küreselleştirelim. Geleceğimizi felaket senaryolarına teslim etmeyelim. Bizim AB perspektifimizin altında bu vizyon vardır; Irak ve Suriye meselelerine bakışımız da bunu esas almaktadır; Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifindeki rolümüz buna dayanmaktadır; Burada bizim bir eş başkanlık görevimiz var. Başlattığımız Medeniyetler İttifakı projesinin temelinde de bu vizyonumuz yer almaktadır. Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesindeki rolümüz bize özellikle Ortadoğu’da önemli görevler yüklemektedir. Biz bu görevi bir kenara koyamayız. Eğer Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesinin hedefi demokrasi ise, insan haklarıysa, hukukun üstünlüğüyse, bu bölgede yaşayan insanların refahı, mutluluğuysa, bu bölgede yaşayan insanların yaşam standardının yükseltilmesiyse, Türkiye bu dönemde tribünde kalan bir seyirci olamaz. Muhakkak burada rolünü üstlenecektir. “
Mart 2005’de, ABD’nin haber dergilerinden US News & World Report‘ta şöyle bir haber yer aldı: ” Washington yönetimi “Ilımlı İslam” projesi çerçevesinde dünya çapında bir gizli planı devreye soktu. Buna göre, CIA ile önemli bakanlıklara bağlı kadrolar, 10 milyar dolarlık bütçeyle camileri onarıp imamlara eğitim veriyor, konferanslar organize ediyor. Amerika’nın iki yıldır, İslam dininde reform yapılması için dünya çapında olağanüstü gayret gösterdiği belirtiliyor. Buna göre; Beyaz Saray’ın “kriz yöneticilerinin” Temmuz 2003′te Washington’daki Ulusal Savunma Üniversitesi’nde bir araya gelip muhtemel kötü senaryoları tartıştığı, Radikal İslam’ın durdurulması için Ulusal Güvenlik Kurulu, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve CIA’nın “İslam Dünyasına Yardım Eli” başlıklı gizli bir stratejide anlaştığı ifade edildi.
Gizli metinde dünya çapında “Ilımlı İslam”ın elinin güçlendirilmesine yönelik çalışmalar ile İslam dininde yaşanan değişikliklerle yakından ilgili olunması gibi kararlar yer aldı. Bütçesi 21 milyar doları aşan ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID), bunun yarıdan fazlasını “İslam dünyasına yardım” için kullandı. 24 ülkede, İslami radyo ve televizyon programlarına, dini okullara, İslami düşünce üretim kuruluşlarına, ılımlı İslam’ı teşvik eden faaliyetlere mali yardım yapıldı
Ilımlı İslam’ın, BOP Projesi kapsamında yaygınlaştırılması için İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları ve kapitalist ülke temsilcileriyle, 2005 Kasım ayında Bahreyn’de bir “Gelecek Forumu” düzenlendi. Bu formda İslam ülkelerinde BOP Projesi kapsamında çalışacak STK’ların finansmanı için bir “Gelecek Vakfı” kuruldu. Ve Dünya Bankası ile G-8 ülkeleri Müslüman ülkelerde vakıf kapsamında planlanan amaç doğrultusunda çalışacak STK’lara dağıtılmak için yıllık 100 milyon dolar fon ayırdı. Bu para bir yıl içinde Ilımlı İslam projesine hizmet edecek kuruluş ve kişilere verilecek. Bu paranın önemli bir kısmının Türkiye’de Ilımlı İslam ve BOP Projesi ile paralelleşen STK’lara ve kanaat önderlerine aktarıldığı iddialar arasında. Aynı ay içinde ABD’nin Chicago ve Houston şehirlerinde gerçekleştirilen benzer amaçlı toplantılarda ise, Müslüman dünyanın “Siyasal İslam” dan veya “İslamcılık” tan nasıl arındırılacağı; BOP ile paralelleşen, Türkiye yöneticileri ile Fethullah Gülen hareketinin din anlayışlarının “Ilımlı İslam Projesi”ne ne gibi katkılarda bulunacağı üzerinde duruldu.
Obama’nın 2008 yılında göreve başlamasıyla birlikte, ABD’nin çıkarları doğrultusunda Türkiye ile olan ilişkilerinde olumlu yönde bir eksen kaymasının olduğu bir gerçektir. Nitekim Ortadoğu’daki amaçları, çıkarları için ABD’nin güvenini kazanmış, ABD’nin yanında yer alan bir Türkiye’nin varlığı, ABD’nin bu bölgede işini çok daha fazla kolaylaştırmaktadır
ABD, bu bölgede çok etkili olmaya çalışan bir ülke ama Bush’un politikalarıyla bölgede ABD etkinliği oldukça yara almıştır. ABD’nin bu üslupla devam edemeyeceği anlaşılmış, bu nedenle Obama bir üslup değişikliğine gitmek zorunda kalmıştır. Bush yönetiminin Türkiye için kullandığı “Ilımlı İslam Modeli” deyimi yerine “Laik ve Demokratik Türkiye” tabirinin kullanılmaya başlanmıştır. Bush döneminde medyada sık sık rastlanan “Ilımlı İslam” ifadesinin, çeşitli çevrelerce değişik biçimlerde yorumlandığını gören Yeni Yönetim, bu ifadenin yanlış ve sakıncalı olduğunu fark ederek Hillary Clinton’un ağzından en açık şekilde Türkiye’yi çağdaş, laik, demokratik sıfatla tanımlamıştır.
SORU ŞU: HEM AK PARTİ HEM GÜLEN HAREKETİ BATI TARAFINDAN MOPDEL OLARAK SUNULURKEN NASIL OLDU DA BU KAVGAYA KAYITSIZ KALINDI…YOKSA HER İKİSİ BİRDEN TUZAĞA MI DÜŞÜRÜLDÜ?