Edirne’den Kestanepazarı’na geldiniz. Bavulunuzu yere koydunuz. Üzerinde cevşen vardı. Sizinle temasım o gün başladı. On yıl devam etti. İzmir’e geldiğinizde Risale-i Nur’u tanıyordum. Nur’un büyük kitaplarını okumuştun. İmkan bulduğum ölçüde va’zlarınızı ve evlerdeki sohbetlerinizi kaçırmamaya gayret ettim. Fevkalade istifade ettim. İç alemimi, daha doğrusu manevi yapımı meydana getiren binanın temel taşları Risale-i Nur’dur, sizden aldığım bilgiler de o binanın mütemmim cüzleri olmuştur.
Nokta Dershanesi’nde arkamda birkaç vakit namaz kıldınız. Daha sonra imamete geçmemi teklif ettiğinizde, “Hocam ben size namaz kıldıracak keyfiyette biri değilim” dedim ve imamete geçmedim.
"HİZMETİN METODUNU O'NDAN ÖĞRENDİM"
Talebelerle yapılacak Risale-i Nur hizmetinin tekniğini, metodunu sizden öğrendim diyebilirim. “Ege’de talebe hizmetini en güzel yapan Münip Hoca’dır” demiştiniz.
Bahsini yaptığım o günlerde Manisa Ulucami imamı idim. İzmir’den bir ağabey gönderip “Bergama’da hizmet var, mümkün olsa kendim gideceğim. Vazifeni Bergama’ya nakil yaptır” dediniz. Gönderdiğiniz ağabey Ankara Diyanet’teki Cemaleddin ağabeye hitaben yazdığınız pusulayı elime verdi. Hemen Ankara’ya gittim, vazifemi Bergama Şadırvanlı Camii’ne yaptırdım.
Bergama’da bir yıl kadar kaldım. Ara sıra Bergama’ya gelip va’z yaptınız, akşam Risale-i Nur dersi yaptınız. Allah’ın rahmeti üzerine olsun, Şahin Hocam gelip o da va’z ediyordu. O zaman İstanbul’daki Sami Efendi’ye bağlıydı. Va’zlarında “Tarikat, tarikat, tarikat” diyordu. Daha sonra siz geldiniz, kürsüye çıkmadan evvel, “Hocam buraya Şahin Hoca geliyor, ‘Tarikat, tarikat, tarikat’ diyor” dedim. Yüzünüz sapsarı oldu. Kürsüye çıkıp va’za başladınız, va’zın ortasında “Şeriat, şeriat, şeriat” diyerek üç kere yumruğunuzu kürsüye vurdunuz. Göz yaşlarımı tutamadım, ağladım, ağladım. Sevinç ve coşkudan bayılma derecesine geldim. Size olan sevgim ve saygım en üst seviyeye çıktı.
Burada rahmetli Şahin Hocama rahmet vesilesi olsun diye kısa bir hatıramı nakletmek istiyorum.
Fethullah Hoca va’zını bitirip gittikten kısa bir süre sonra Şahin Hocam Bergama’ya tekrar geldi. Va’z kürsüsünde Risale-i Nur’lardan bahsetmeye başladı. Ben şaşırdım. Va’zdan sonra rahmetli Asım Bey’in evine gittik. Kalabalık vardı, odalar dolmuştu. Nur’lardan bir bahis açarak mükemmel ve mükellef bir ders yaptı. Çaylar geldi, mola verildi. “Şahin Hocam” dedim, “Daha düne kadar ‘Tarikat, tarikat’ diyordunuz, bugün Nur’lardan ders yapıyorsunuz.” Aynen şöyle dedi: “Ben yıllardır çocuklarımıza Arapça okutuyorum. Okuttuğum Arapça kitabında îlal bahsi var. Sayfalar geçiyor, tek Allah kelimesi geçmiyor. Çocuklar kalbinin ve ruhunun muhtaç olduğu iman dersini alamadığı için izne gittiğinde namaz kılmıyor. Ama gördüğüm en âmi bir Nur talebesi namazına son derece dikkatli. Çünkü Risale-i Nur’un her satırı iman dersi veriyor.”
"BAŞARILI İHL ÖĞRENCİLERİNİ KAMPA ALDIK"
Aylar sonra İzmir’de Hocaefendi’nin dershanesinde, bir gece Şahin Hocamla gecelemek nasip oldu. Sabah ayrılırken kapıda kendisine, “Şahin Hocam, devlet memurusunuz, polis takibinden korkmuyor musunuz?” dedim. “Ben Azrail Aleyhisselam’dan öyle korkuyorum ki, polis korkusu aklıma gelmiyor” dedi. Cenab-ı Hak beni ve sizleri şefaatına nail eylesin.
Bergama’da bir yıl kadar kaldım. Cenab-ı Hak Bergama eşrafından Nizameddin Turgut kardeşimizin Risale-i Nur’u tanımasına beni vesile etti. Bu fedakar kardeşimiz o günden bu güne Bergama’da cemaat ve hizmet adına hangi kuruluş varsa, maddi ve manevi yükünü omuzunda taşıdı ve taşıyor. Allah ondan razı olsun.
Bergama’da El Ezher mezunu, ne idüğü belirsiz, fotörlü Hüseyin Kaleli adında bir müftü vardı. Hizmetimize karşı çıkıyordu. Başımı derde sokmamak için vazifemi Aydın Bey Camii’ne aldırdım.
Deniz Gezmiş’in yakalanıp asıldığı yıllardı. Hocaefendi’nin en yakın talebesi Mehmet Tabanca kamp için bir yer bulmamı söyledi. Babamın daha önce imamlık yaptığı Aydın’ın Koçarlı kazasının Kızılkaya köyünde yaylada bir ev buldum. Tabanca, Hüseyin Özbek, Nureddin ve birkaç kardeşle kamp yaptık. Köyün komünist öğretmeni Veysel şikayet edeceğini söyleyince oradan ayrıldık. Tabanca’yı Paşayaylası’na çıkardım, Aydın’dan ihtiyaçlarını karşıladım.
Daha sonra Buca kampı yapıldı. Aydın İmam-Hatip Okulu’nun iftihar listesindeki çocukları kampa götürdüm. Kamp sonunda Paşayaylası’na çıkardım. Okulların açılmasına yakın İzmir’e götürüp Hocaefendi’ye teslim ettim. İsimleri şöyle: Necdet İçel, Nevzat Türk, Bahtiyar Ballı, Kadir Erdur, Hasan Erdur. Sonraları Necdet İçel cemaatin Akdeniz sorumlusu, Nevzat Türk Ege sorumlusu oldu. Uzatmamak için onlarca çocuğun ismini yazmıyorum.
Aydın’da Dursun adında bir müftü vardı. “İslamda şuculuk buculuk yoktur” diyerek murakıbı peşime taktı. Talebeyle yaptığım dershane hizmetini takibe başladı. Vazifemi Isparta Mimar Sinan Camii’ne naklettim.
İstasyon Caddesi’ndeki İbrahim Cire’nin evini tuttum. Öğrenci toplamaya başladım. İzmir’e gittiğimde Hocaefendi, Ali Candan’ı Isparta’ya göndereceğini söyledi. Ali’yi dershaneme aldım. Bir buçuk yıl beraber çalıştık. Zaman geldi iki tane 302 otobüsü, öğrenci ile doldurarak İzmir’e, dershaneleri görmeleri için gönderdik.
"GÜLEN'İN HZ. İSA OLDUĞUNU SÖYLEDİLER!"
Hocaefendi’nin ziyaretine gitmiştim. Hizmetini gören Mehmet Tabanca bana 'Hocaefendi’nin Hz. İsa olduğunu' söyledi. “Hz. İsa’nın anası babası yoktu, oysa ki Hocaefendi’nin anası ve babası var” dedim. “Ahir zamanda Hz. İsa’yı bir anne ve bir babadan dünyaya göndermek, İsm-i Rahim ve İsm-i Hakim muktezasıdır” dedi. Bu sözün Hocaefendi’ye ait olduğunu söyledi. Ahir zamanda gelecek Hz. İsa’nın ancak Nur-u iman dikkatiyle bilineceğini, onun da ancak mukarrebini bileceğini söyledi. Anladım ki bugün Hocaefendi’nin yanında bulunanlar, onun Hz. İsa olduğu kanaatini taşıyorlar.
Peki bunun din açısından bir sakıncası var mı? Hayır yok. Yok, çünkü ahir zamanda Hz. İsa (a.s.m.) gelecek, peygamber olarak değil Efendimiz’in ümmeti olarak gelecek. Bu hususu 20 yıl sır olarak sakladım, hiç kimseye söylemedim. Fitneye sebep olmamak için.
GÜLEN, "HZ. İSA DEĞİLİM" DİYEMEDİ!
Bu Hz. İsa (a.s.m.) meselesini haftalarca düşündüm. İç alemimde sıkıntılar meydana geldi. Isparta’dan Hüseyin Kıymık ile otobüse atlayıp İzmir’e gittik. Hocaefendi’ye özel mesele hakkında görüşmek istediğimi söyledim. “Hüseyin sen dışarıya çık” dedi. Ben kendisine, “Siz Hz. İsa mısınız?” dedim. Yüzü kıpkırmızı oldu. Birbirini tutmayan cümleler sıraladı, “İsa’yım” diyemedi, “İsa değilim” de diyemedi. Öyle sıkıntılı bir duruma girdi ki, soruyu sorduğuma bin pişman oldum. “Ben sizi Hz. İsa olarak değil, Kur’an’ın hizmetkarı olarak seviyorum” dedim ve ayrıldım.
Isparta’ya geldim. Okulların kapanması yaklaştı. Ali Candan “Çocukları kampa götürelim” dedi. Ben de “Hayır burada kamp yapalım” dedim. Aramız açıldı, yollarımız ayrıldı. Ben civardaki ilçeleri dolaşarak takdirlik ve okul birincisi çocukları toplayarak Eğridir Yukarı Gökdere Köyü’nde kamp yaptım. Rahmetli Bayram Yüksel Abi kampımızı şereflendirdi.
"BİR DE İSEVİ CEMAATİ ÇIKABİLECEĞİNİ DÜŞÜNDÜM!"
Hz. İsa meselesinden dolayı Hocaefendi’ye itiraz etmemin iki sebebi vardı. Birinci sebep: Risale-i Nur cemaati içinden yazı cemaati çıktı. Hiç de hoş olmayan sıkıntılar yaşandı. Bir de İsevi cemaati çıkabileceğini düşündüm, karşı çıktım. İkinci sebep daha mühimdi. Üstadım Bediüzzaman, “Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri kuru çubuğunda aranmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim. Ayrıca: Kur’an’ın baki hakikatleri, benim gibi fani direkler üzerine bina edilmez. Edilse hakikate zulüm olur” demiş, kendi fani şahsını ortadan kaldırıp, nazarları dikkatleri Kur’an’ın bu asra bakan Nur Risalelerine çevirmiştir. İstanbul’da ağabeylere hitaben, iki elinin baş ve şehadet parmakları gömleğinin yakasını tutarak, ayak başparmakları üzerinde yükselerek, “Kardeşlerim ben bir hiçim, kardeşlerim ben bir hiçim” diyerek üç defa tekrar etmiştir. Bugün Risale-i Nur talebeleri Üstad Bediüzzaman’ı canından çok sevmekle beraber, Üstad’ın şahsına değil, Risale-i Nur’daki yüksek iman hakikatleriyle Kur’an’a bağlıdırlar.
GÜLEN HERKESİ KENDİ ŞAHSINA BAĞLAMIŞ!
Halbuki Hocaefendi, temas ettiği, tebliğde bulunduğu bütün fertleri kendi sahsına bağlamış, ilk zamanlarda Risale-i Nur’u nazara vermiş, daha sonra nazar ve dikkatleri kendi şahsına çevirmiştir. Risale-i Nur içinde nevi şahsına münhasır çığır açmıştır. Risale-İ Nur’dan tek satır okumamış fertler cemaat içinde istediğiniz kadar mevcuttur. Kendi eserleri kıymetsiz midir? Hayır ve asla! Fevkalade kıymetlidir. Bu eserler ancak Risale-i Nur’un şerhi ve yorumu olabilir. Vehbi ilimle kisbi ilim mukayese edilemez. Karşı çıkmamın iki sebebi budur.
Mezkur itiraz hadisesinden sonra Hocaefendi kendine bağlı müntesiplerini benimle görüşmemek üzere tembihlemiş, bütün cemaat topyekûn bana sırtını dönmüş, belki yirmi yıldan bu yana bir tek kişi “Nasılsınız Hocam?” dememiştir. Isparta’da, Ankara’daki Ömer Erdem grubuyla kamp yaparken yakalandım. İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi bana dört buçuk yıl ceza verdi. İzmir Buca Cezaevi ve Bursa Özel Tip Cezaevi’nde yattım. Hocaefendi başta olmak üzere bütün cemaatin (cemaate kendi elimle teslim ettiğim çocuklar dahil) tek ferdi, “Geçmiş olsun Hocam” demedi. Hepsine hakkımı helal ediyorum. “İn ecriye illa alellah” düsturuyla ücretimi Cenab-ı Hak’tan bekliyorum.
• Münip Erdem / Akit Gazetesi / Okur Postası Köşesi