Bir Kürt olarak hükümet - cemaat kavgasından niçin korkmalıyım?
Kürtlerin ölümünü sevenler kervanına Cemaat de katıldı.
12 Yıl Önce Güncellendi
2014-02-03 16:18:03
Filistinli şair Mahmud Derviş’in “Ölümü seviyorlar benim” adıyla Türkçeye Lütfullah Bender tarafından tercüme edilmiş bir şiir kitabı var. İsraillilerin Filistinlileri öldürmeyi, Arap rejimlerinin Filistinli ölümlerinden iktidar devşirmeyi veya iktidarlarını pekiştirmeyi, dünyadaki sol, devrimci ve diğer özgürlükçü çevrelerin de retorik geliştirmeyi sevdiğini anlatıyor bu isim. Samimiyetsizliği, çözümden ziyade sorunu istismar etmeyi şiirin o insanın kalbinin gözeneklerine nüfuz eden diliyle gözler önüne seriyor kitap. Bir kısım liberalin Ak Parti iktidarının ete kemiğe bürünmeye başlayan Kürt çözümüne hiddetle ve de şiddetle karşı çıkışlarını görünce bu kitap aklıma geldi. Bu kitabın açtığı kapıdan girersek şöyle bir analiz yapabiliriz bir kısım liberal aydın için: Doksan senelik bir Kürt sorunu vardı. Bu sorunun varlığı bir zümreye iktidar armağan etmişti. Bu sorun bahane edilerek ülkede bütün özgürlükler askıya alınıyor, çözümler belirsiz zamanlara erteleniyordu. “Türkiye’nin şartları” gibi muazzam bir gerekçe vardı. Ekonomik, sosyal, siyasal çarpıklıklara itiraz edenlerin karşısına bu gerekçe çıkarıldığı zaman gönüllü bir teslimiyetin bir hale gibi çehrelere yayıldığı görülürdü. Kürt sorunundan iktidar devşirilmişti ve bu iktidarın devamı yine bu sorunun devamına bağlıydı. Bu arada iktidar derken arada bir yerli güçlerin de seçim yoluyla elde edebildikleri sivil siyasal iktidarı kast etmiyorum. Bu tür siyasal iktidarların değişmesine rağmen asla değişmeyen seçkinlerin derin iktidarını kast ediyorum.
Bedelsiz kahramanlık
Bir kısım (yine o baş belası kalkan) liberal aydın ise, bu süreçte özgürlükçü rolünü üstlenmişlerdi. Diğer tüm sosyal sorunlarla birlikte Kürt sorunu bağlamında da özgürlükleri savunmak onlara verilmiş varoluşsal bir görev gibiydi. Gerçek özgürlükçüler her türlü bedeli öderken onlar hiçbir bedel ödemiyorlardı. Fakat her zaman da özgürlük kahramanı olmayı başarıyorlardı. Gazete köşelerini, TV ekranlarını belagati yüksek söylemleriyle dolduruyorlardı. Malum zümre iktidarı için ne kadar Kürt sorununa muhtaç idiyse onlar da özgürlük kahramanı olmaklıklarını sürdürmek için o kadar muhtaçtılar bu soruna. Ve bunu sorunun gerçekten çözülme sürecine girmesiyle birlikte anladık. Aslında bu bir kısım liberal aydın böyle bir gelişmeyi, yani sorunun gerçekten çözüleceğini, en azından çözüm yoluna gireceğini tahmin etmiyorlardı. Onlar ateşi iyice yükselen Kürt sorununun ateşinin düşürülmesine yönelik bir manevra olduğunu sandılar (çünkü sorunun çatışma boyutunun düşük yoğunluklu bir savaş düzeyinde devam etmesi bu sorundan nemalanan kesimlerin işine yarıyordu; sorun çözülmeyecekti, ama her şeyi alt üst edecek bir yıkıma evrilecek kadar da hiddetlenmemeliydi) ve yine retorik düzeyinde desteklerini esirgemediler başlangıçta. İktidarı desteklemek için yine o güçlü kalemlerini kullandılar. Ama bir şeyler ters gidiyordu. İktidar sorunu çözüyordu, Kürt siyasal hareketinden öte, silahlı muhalefetle de müzakere yapıyordu ve sonuç alıyordu. Özellikle bu adımlar neticesinde geleneksel iktidar odağının denklem dışı kalışını da görünce kendilerinin işsiz kaldığını gören özgürlük kahramanı Kürt savunucuları kalemlerini zehir gibi kullanmaya başladılar. İnanmayacaksınız Kürt silahlı muhalefetine kadar tırmandılar çatışmanın devamı için.
Çünkü Kürtlerin ölümünü seviyorlardı. Kürtler ölmeliydi ki birileri iktidar, birileri de özgürlük kahramanı ola bilsindi. Ve 17 Aralık sürecinde akıllara durgunluk veren ve hepimizi hayretlere sevk eden ittifaklar işte bu algının bu anlayışın sonucudur.
Cemaat ile bir kısım liberal
17 Aralık süreciyle birlikte savaşın ön cephesinde mevzilenen hükümet ile cemaat arasındaki ilginç benzerliğe dikkat çekerek bu çatışmanın taraflarından birinin (cemaat) Kürt sorunu bağlamında o meşhur bir kısım liberal aydınla aynı paralele düşmesini anlamaya çalışalım.
Ak Parti, Milli görüş gibi disiplinli, kapalı bir hareketin karizmatik lideri Erbakan’a rağmen dönüşmesiyle ortaya çıkmış ve Türkiye’de iktidara gelmiş bir harekettir. Türkiye’nin en kadim sorunlarına, başta Kürt sorununa neşter vurmuş ve doksan senelik cumhuriyet tarihinde tanık olunmayan gelişmelere imza atmıştır. Bu gün Kürt sorunu hiç olmadığı kadar çözüme yakındır. Bir seneye yakındır şiddet durmuş, dağlardan cenazeler gelmiyor ve Türkiye rahat bir nefes almıştır. Ak Parti bu sükunet ortamında Türkiye’yi uzak hedeflere doğru motive eden adımlar atmak üzereydi ki 17 Aralık süreci başladı ve bu süreçte karşı taraf olarak cemaatin belirginleşmesi dikkat çekiyordu.
Aslında Cemaat de Ak Parti’nin Milli görüş hareketinde meydana getirdiği dönüşüme benzer bir sürecin ürünüydü. Katı kuralları olan ve Bediüzzaman gibi karizmatik, aşılması güç bir alimin başlattığı hareketi dönüştürerek gündeme gelmişti. Ben şahsen Dünyada açılan okullarına bakıp-gerçi Kur’an hakikatleri yerine Türkçe şarkılar öğretiliyormuş gibi bir görünüm veriyorlardı ama olsundu- cemaati Bediüzzaman’ın “gün gelecek ben de gelip Tiflis’te medresemi kuracağım” sözünün bir açılımı olarak görme eğilimindeydim.
Son süreçte çatışmanın ön cephesinde yer alan cemaat, Kürt sorunu bağlamında bir kısım liberal aydının refleksini andıran bir tutum sergiledi. Oslo çıkışı, MİT harekatı gibi olaylar tamamen Kürt çözümüne karşıtlığın, en azından farklı yaklaşımın birer göstergesidir. Bana göre Kürtlerin ölümünü sevenler kervanına (bir kısım mı desem?) Cemaat de katılmıştı. Bu süreç ve öncesindeki bazı gelişmeler bağlamında cemaatin çizdiği profil, Kürt sorunundan nemalanma şeklinde yansıyordu özellikle Kürt kamuoyuna. Bazı Kürtler, cemaat kanallarından yayınlanan ve Kürtleri konuşmaktan ziyade bir takım hırıltılar çıkaran kriminal tipler olarak çizen dizilerden ve Kürt açılımına karşı duruşundan hareketle şu değerlendirmeyi yapıyorlar. Cemaat, bölgeye girerken ve bölgede faaliyet gösterirken şiddetten bıkmış, bunalmış kesimlere “çocuklarınızı dershanelerimize göndermezseniz dağa çıkarlar” argümanıyla yaklaşıyordu. Fakat hükümetin son Kürt açılımı bu argümanı anlamsızlaştırdı. Cemaatin tepkisi bu yüzdendir. Bazı Kürtlerin bu değerlendirmesi cemaatin Kürt sorununun çözümü bağlamında bir kısım düzmece özgürlük kahramanı liberal aydınla aynı safta görüntü verdiğini gösteriyor. Bunda herhalde en büyük sorumluluk son tutumuyla cemaate aittir.
Osman’ın kanlı gömleği
Benzer süreçlerden geçip benzer etkinlikler gösterip ve bu sayede Anadolu insanının bugüne kadar hiç olmadığı kadar ümitlenmesine sebep olan iki hareketin her ikisinin de geleneğinde olmayan bir söylemle çatışması ancak özellikle Cemaatin içine sızmış ‘bir kısım”larla da izah edilebilir.
Cemaat bu süreçte Hükümete karşı “yolsuzluk ve rüşvet” kartını kullanıyor. Sürecin etkisi, ülke ekonomisinde meydana getirdiği tahribat, ülke insanının gelecek tasavvurunu bedbinliğe doğru kaydırması göz önünde bulundurulduğunda bu gerekçenin çok ötesinde, belki de tahminleri aşan bir etki gösterdiğini söyleyebiliriz. (Bir kısım) Cemaat yetkilileri bunu bekliyor muydu bilmiyorum!
Ama halife olur olmaz, ümmetin sorunlarına el atmasına fırsat verilmeden Hz. Ali’nin karşısına çıkarılan “Osman’ın kanlı gömleği” sembolüne benzer bir işlev gördüğü aşikardır. Hz. Ali, kendisine karşı kullanılan bu ve benzeri sembollere karşılık “kelimetun haqqun yuradu biha’l batıl” (doğru bir söz ama bununla batıl amaçlanıyor) demişti. Osman’ın kanlı gömleğini bayraklaştıranların maksadı, Osman’ın katillerinin bulunması değil, benim iktidarımın zayıflatılması ve yerine seçkinlerin iktidarının kurulmasıdır demek istiyordu. Nitekim zaman Ali’yi haklı çıkardı ve Osman’ın kanlı gömleği sayesinde iktidarı ele geçirenler Osman’ın katillerini bir daha hatırlamamak üzere unutuverdiler.
Bundan dolayı bir Müslüman olarak ve bir Kürt olarak endişeliyim. Sürecin, İslam tarihindeki iktidar savaşları süreçleriyle benzerliği ve özellikle bu süreçte kullanılan benzetmeler beni endişelendiriyor. Bu benzetmelerin oluşturduğu atmosferin endişemi derinleştiren çağrışımları yüzünden hafakanlar basıyor. Firavun, Karun, Yezid... Belam... düşünün bir kere bu isimlerin her biri bir Müslüman, hele hele bir Kürt olarak beni en az asit kuyuları kadar acıtan hangi kabus kuyularına atar?! Hükümet-Cemaat kavgasında tarafların ikisi de “dindar” olunca doğal olarak genelde tevhit tarihinden özelde de İslam tarihinden örnekler üzerinden gidiliyor. Hepsinin de bende hatırası var. Halkımı köleleştiren Firavun’u da bilirim Hüseynimi doğrayan Yezidi de. En son Sayın Başbakan “haşhaşiler” benzetmesini yaptı, Kürdistan’ı kasıp kavuran Faili meçhuller canlandı gözlerimde. Cemaat cenahından buna cevap da ‘Yezid’ benzetmesi şeklinde geldi. Taraflar bu benzetmelere uyuyor mu, onu tespit etmek zor. Ama aslında bu söylem kullanılırken uyup uymaması çok da önemsenmiyor gibi geliyor bana, önemsenen şey söylem düzeyinde bir mevzi kazanmak. Bu güne dek yapılan benzetmeler yeterince ağır olsa da bakalım en ağır benzetmeyi kim yapacak diye bekliyor insan. Böyle durumlarda tecrübeli mahalle ağabeyleri bu iş karakolda biter derlerdi. Fakat bu defa karakolun lambaları yanmıyor. Bu yüzden bazıları rahat olmamızı telkin ediyor. Ben o kadar rahat değilim. Eğer Müslümansanız, hele hele Kürt’seniz endişe etmek için yeterince sebebiniz var demektir. Ya karakolun lambaları yanmaya başlarsa! diye düşünmeden edemiyor insan! Karakola düşünce bir Müslüman, hele bir Kürt Firavun’un, Karun’un, Nemrut’un, Yezid’in gelip geçici birer sembol olduğunu, ezeli-ebedi mazlumun, mağdurun kendisi olduğunu bilir.
Demem o ki bir Müslüman, bir Kürt olarak bu tür süreçlerin nelere mal olduğunu bilecek tecrübeye sahibim. Endişem ve derin kaygılarım bu yüzdendir. Bu ümmet “mızrakların uçlarına” takılan Mushaf sayfalarından, dillere pelesenk edilen “hüküm Allah’ındır” benzeri retoriklerden, bayraklaştırılan “Osman’ın kanlı gömleği”nden dolayı çok şey kaybetmiştir ve şimdi derin yaralarımız tam tedavi olacakken aynı motiflerin yeniden gündeme gelmesi uykularımı kaçırıyor.
Anlıyorum ki “ölümü seviyorlar benim”. Beni yeniden hasret kuyularına atmak istiyorlar.
Ali’nin eli, Yezid’in ayağı
Hazır benzetmeler üzerinden gidiyorken yine Hz. Ali döneminden bir benzetme ile sonlandıralım yazımızı: Sonunda Hz. Osman’ın hayatına mal olan meşhur isyan ve fitne günleridir. Hz. Ali yeni halifedir. Mescitte biat alınıyor. Önemli sahabelerden biri biat etmek istemez. Bazıları zorla biat ettirmek isterler. Hz. Ali, yönetimine karşı silahlı kalkışmada bulunmamak, aleyhte propaganda yapmamak şartıyla onu serbest bırakır. Nitekim o zat da ömrünün sonuna kadar siyasetten uzak durur. Bir ara bir hadis duyar (belki de önceden bildiği hadisi yeniden hatırlar) “zamanın imamına biat etmeden ölen kimse bir tür cahiliye ölümü üzere ölür” diye. Yaşı epey ilerlemiştir. Artık Yezid dönemidir. Bir telaş alır bu zatı. “Zamanın imamı”na biat edecektir çaresiz. Basra’da Yezid’in valisine gider ve Yezid adına kendisinden biat almasını ister. Vali ayağını uzatır ve öp! der. Bu zat cahiliye ölümü üzere ölmektense Yezid’in valisinin ayağını öper. Hikayeyi bilen olayın tanıklarından biri tarihe şu muhteşem notu düşerken ümmetin tarihini de özetlediğinin farkında değildi muhtemelen: “Ali’nin elini öpmeyen Yezid’in ayağını öper...”
Ben özellikle cemaatin bir muhasebe yapmasını bekliyorum. Bir diğer beklentim de, cemaat mensuplarının “Osman’ın kanlı gömleğini” sallar gibi “yolsuzluk ve rüşvet” gibi pür dünyevi söylemlerden ziyade Kur’an’ın elmas kılıcını ellerine almalarını bekliyorum. Çünkü “Ali’nin elini öpmeyen Yezid’in ayağını öper” diye de bir gerçek var!
Vahdettin İnce
[email protected] / (star açık görüş)
SON VİDEO HABER
Haber Ara