Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Auschwitz Suriye'de olunca görmeyenler

TIMETURK yazarı Enver Gülşen bugünkü köşe yazısında Nazilerin en büyük Toplama Kampı Auschwitz’den örnek veriyor ve hayal kırklığını yazıyor: Sanmıştım ki, bu gördüklerimiz, bizi tüm mazlumların yanında olmaya sevk edecek, zalimlerin karşısında bir vicdan duvarı olarak yer almamızı sağlayacaktı! Ama öyle olmadığını çok kısa sürede gördük.

12 Yıl Önce Güncellendi

2014-01-23 15:24:59

Auschwitz Suriye'de olunca görmeyenler


Alain Resnais’in, Night and Fog / Gece ve Sis başlıklı, Auschwitz’in tam olarak ne olduğu üzerine can yakıcı filmi, insanın nerelere kadar “düşebileceğini” gösteren ve zamanı durduran bir deneyim olarak tanımlanabilir. Nazi zulmüne maruz bırakılan Yahudilerdi can yakıcı katliamlara maruz bırakılan; ama film, zamanı, Nazi zulmü nezdinde tüm zalimlerin ve kamplarda katledilen Yahudilerin nezdinde de tüm mazlumların zamanında donduruyordu. Topu topu yarım saat süren film, o yarım saati bir asır kadar ağır yüklüyordu vicdanımıza.

Kamera, Auschwitz kampının “bugünü” ile “geçmişi” arasında bir zaman köprüsü kurarak, bugün yaşayanların, hem geçmişe, hem de geleceğe yönelik sorumluluklarını hatırlatıyordu. Kampın sokaklarında “bugün” yürürken geçmişin “kan” ve “yanık” kokusu ciğerimize doluyor, hepimizi ağır bir yükün altına sokuyordu. Bu zulüm, “insanların” yaşadığı bir dünyada nasıl olabilmişti? Asıl sormamız gereken soru buydu ve bizi, “geçmiş” üzerinden “bugün” ve “gelecekle” bağ kurmaya sevk edecek yollar, bu soruya vereceğimiz cevaplarda gizliydi!

Gece ve Sis’i, yıllar önce, çalıştığım büyük şirkette göstermiştik. Film bitiminde, salondan çıkanların hepsinin gözleri ağlamaktan şişmiş hâldeydi. Ölenin “kimliğinin” Yahudi olup olmadığıyla ya da zalimin kim olduğuyla ilgilenmemiştik çoğumuz. Bizatihi insan denen varlığın ne kadar zalim olabildiğini görmek ve belki de kendi potansiyel “esfele safilin” düzeyimizle yüzleşmek ürkütmüş, korkutmuştu hepimizi. Yarım saatlik süre, bize günlerce süren bir zulüm gibi gelmiş ve insan olmak denen şeyin yükümlülüğünün ne ağır olduğunu fark etmiştik.

İnsan, sadece yapıp ettikleriyle değil; yapmadıkları, göz yumdukları, kulağının, vicdanının üstüne yattıklarıyla da “insan olup olmadığının” kararını kendisi verebilecek tek varlık. Eşref-i mahlûkat olarak “Ahsen-i Takvîm’de” yaratılmış, ama esfele safiline düşme potansiyelini nefsinde taşıyan bir varlıktı insan. Auschwitz kampında olanlar insanın en aşağılık hâllerini gözümüzün önüne getiriyordu. Kepçelerle götürülüp bir çöp gibi yığınlarla çöplüğe atılan, yakılan, aç bırakılan ve türlü aşağılamalarla insan olmaktan doğan hakları ellerinden alınan insanlar… Bunları yapan “elit subayların” kampın hemen dışında konser salonlarının olduğunu öğreniyorduk. Kampta insan yakan “elitler”, akşamları eşlerini, çocuklarını alıp Bach, Beethoven, Wagner dinlemek üzere konser salonlarına akın ediyor olmalılardı!

O büyük şirkette, bir ruh taşıyor olduğunun kırıntısını bile vermeyen kimi insanların, filmden sonra ağlamaktan gözlerinin şiştiğini gördüğümde, insanlığa olan umudum tazelenmişti. Sanmıştım ki, bu gördüklerimiz, bizi tüm mazlumların yanında olmaya sevk edecek, zalimlerin karşısında bir vicdan duvarı olarak yer almamızı sağlayacaktı! Ama öyle olmadığını çok kısa sürede gördük.

“Aşırı duygusal” korku, endişe ve acıma duygularının ardından, vicdanı harekete geçirmek her zaman mümkün olmuyordu demek! İnsan, gördüğü görüntülere anlık duygusal bir refleks veriyordu, ama vicdanın beslenmesi için bunun çok ötesinde bir şeyler daha gerekiyordu. Bosna’da, Filistin’de, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de gördüklerimiz, bu yüzden anlık “acıma tepkisi” dışında bir vicdan uyarmasına sebep olmuyor olabilir miydi kimilerinde? “Anlık duygusal” tepki dışına çıktığı an, ideolojilerin ve dünya görüşlerinin “yönettiği” çıkar odaklı aklımızın hegemonyasına girdiğimizde unutuveriyorduk demek ki her şeyi? Bosna’da, Irak’ta Ebu Garip’te, Mısır’da Auschwitz’i asla aratmayacak görüntülerle karşılaşıyoruz yıllardır. Görüntüler, kimilerinin vicdanına bir çentik bile atmadan geçip gidiveriyor… Vicdan bambaşka bir şeymiş ve vicdanı canlı ve “hakîkî” tutmak, bambaşka bir kalbî sorumluluk duygusunun inşası ile mümkün olabiliyormuş demek ki!

İki gündür, Suriye’de Esed zulmünde türlü işkencelerle katledilen insanların fotoğrafları düşüyor basına. Aynen Sis ve Gece filminde olduğu gibi, bu fotoğraflarda da insanın bütün “sırlarını” ifşa eden bir mahiyet var! Bütün zulümlerin zamanını aynı karelerde donduran bir şey… İnsan, zulmedeceği “ötekini” çırılçıplak soyup, kendi zulmünü böyle bir aşağılama üzerinden kurgulamaya çalıştığında, aslında sadece zulmeden olarak kendisi çırılçıplak hâliyle önümüze düşüyor. Çırılçıplak bedenleri, açlık ve işkencelerden bakmaya yürek dayanmayacak hâle gelmiş o mazlumlar, kendilerini o çıplaklıkları ardında görünmez kılarak, insanlığa, bakmaya utandıkları bir aynayı gösteriyorlar aslında. Zalimlerin ve zalime, susarak, onaylayarak, dalga geçerek onay veren insanlığın bitişinin aynasını… Aynı aynaları Bosna’da, Filistin’de, Irak’ta, Mısır’da, Arakan’da, Somali’de defalarca gösteriyordu mazlumlar bize!

YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Haber Ara