Aristo-Roboski-Cemaat ve Kubbe
12 Yıl Önce Güncellendi
2014-01-16 14:15:33
ARİSTO, ROBOSKİ, CEMAAT VE KUBBE
Tarihin en önemli liderlerinden biri olan Büyük İskender, Aristoteles’e fethettiği memleketler ile ilgili fikir ister. Büyük İskender Aristo’ya yazdığı mektupta; “ Birçok memleket fethettim, bunları elimde tutmak için liderlerini hapse mi atayım, sürgüne mi göndereyim yoksa hepsini kılıçtan mı geçireyim karar veremiyorum diye sorar.” Aristo konuyla ilgili Büyük İskender’e cevabi mektubunda; “Bu memleketlerin liderlerini hapse atarsan içerde bilinçlenip güçlenirler, sürgüne göndersen dışarıda birleşip saldırırlar, kılıçtan geçirsen nesiller kin ve öfkeden beslenir fırsat kollarlar. Düşünülen üç yönteminde yanlış olduğunu belirtir.” Çözüm olarak Büyük İskender’e; “fethettiği memleketleri küçük parçalara ayırmasını, her parçaya ayrı bir lider atamasını, liderler ve memleketler arasında nifak, sokmasını, bunları barıştırmak için girişimlerde bulunmasını, ancak barışa gidecek tüm yolları önceden tıkamasını söyler.” Büyük İskender’e atfen verilen bu fikirler ihtiyaç duyan herkesin işine yaramıştır. Tarih boyunca coğrafyalar, medeniyetler, ırklar, dinler, mezhepler, aşiretler v.b. bölünerek küçültülmüştür. Barış çözümleri bir diyalogun içinde saklıyken insanlığın bir birine reva gördüğü şiddetin sınırları vicdan sınırları çoktan aşmıştır.
Tarihten aldığımız bu anekdotu birde tersten geliştiğini farz edelim. Büyük İskender’in elinde çaresiz kalan mustazzafların Aristo’dan fikir istediklerini varsayalım. Mantık felsefesinin kurucusu Aristo’nun şöyle demesi beklenir; “Coğrafyaların, medeniyetlerin, ırkların, dinlerin, bilmem nelerin faklı olması sizin parçalanmanızı gerektirmez. Birbirinize düşman olmanızı hiç gerektirmez. Size saldıranların, sizi bu zillete düşürenlerin güçlerini birçok farklılığı bir araya getirebilmelerinden oluştuğunu görmüyor musunuz? Güç bütünde gizlidir. Her biriniz bütünün bir parçasısınız. Tek başınıza hiçbir şeysiniz. Tüm kimliklerden önce “insansınız” bu kimliğin değerleri sizleri bir araya getirmeye, sizleri güçlü kılmaya yeter.” Diyecektir.
Yeryüzünde “KUL” olması için yaratılan insan, kimliksel çıkarları için ötekilerle hesaplaşması değil helalleşmesi gerekir. Batının Afrika ve Amerika’nın yerlileri (hatta tüm dünya) ile, Hıristiyan, Yahudi ve Budistlerin Müslümanlar ile, Türk-Arap ve Fars milletinin Kürtler ile, en önemlisi de Müslümanların Müslümanlar ile v.b. helalaşması elzemdir. Afrikalı zencinin, Amerikalı Kızılderili’nin, Cezayirli Bedevi’nin, Filistinli çocuğun, Arakanlı annenin, Roboskili gencin… Hesabını vermeden kim “insanlığından” “Dininin Hak’lığından” bahsedebilir. Birileri bu zorbalardan, bu hesapları soramadı diye bu mazlumların ah-ı karşılıksız kalır sanılmamalıdır.
Her insanın iradesi dışında sahip olduğu kimlikleri var; En başta İnsan, aidiyeti olduğu ırk-millet, coğrafya, ana dil ve asabiyeti gibi, kişi bu kimliklerini seçmeye veya değiştirmeye muktedir değildir. Bu kimlikler arası çatışmaları önlemeye, peygamberlerin bile gücü yetmemiştir. Çok az şahsiyet peygamberlerin çizgisinde kendini koruyabilmiştir. İnsanların din, mezhep, cemiyet, tarikat, cemaat, örgüt, ideoloji gibi, seçme ve değiştirme inisiyatifine sahip kimlikleri de oluşmuştur. Bu kimliklerin her biri “kendilerince” var olan bir boşluğu doldurmak veya ötekisine alternatif olmak için ortaya çıktıkları tarihi bir gerçektir. Yazılan tarih sayfalarında ve günümüzde birçok çatışmanın ve zulmün kaynağı seçme ve değiştirilmesi mümkün olan kimlikler üzerinedir. Doğruları veya gerçeklikleri izafi olan bu kimliklerin yaşattığı mağduriyetlerin vebalini biraz düşünelim… Genelde İslam âleminde özelde Türkiye’de bu bölünmüşlükten nasibini almıştır. Yaşanılmış tespitler bu durumu belgeler niteliktedir.
1987 yılında İstanbul’da Aksaray’ın ara sokaklarında bodrum bir katta dini bir sohbette katıldım. Tıklım tıklım, genişçe bir salonda ürkek davranışlar arasında herkes gibi okunan kitabı anlamaya çalışıyordum. Bedüüzaman Saidi Kürdi ve risalelerle ilk burada tanıştım. Yıllar geçtikçe; Cemalettini Afgani, Muhammed İkbal, Mevdudi, Hasan Elbenna Seyit Kutup, Abdulkadir Udeh, Ali Şeriati, Mutaharri ve daha birçok İslam düşünürünü anlamaya çalıştım. Coğrafyaları ve kültürleri farklı olan bu mütefekkirlerin birçok ortak paydası vardı. Farklılıkları; ayrıntılarda, hareket metotlarında gizliydi. Hepsi İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu resmetmiş, karşı karşıya kalınan tehlikeleri anlatmış, alınması gereken önlemleri hayatları pahasına yazıp yayınlamışlardı. Onları okuyarak kendilerini korumaya, geliştirmeye çalışan onlarca farklı grup, cemaat ve parti salih amellerle İslam’a hizmet ediyorlardı. Ancak, garip bir şekilde birbirlerine karşı hasımane; düşünce, söylem ve davranışları da olgunlaştırıyorlardı. Zaman oldu ki birbirlerine attıkları iftiralara inanmaya, birbirlerine zulmedip yok etmeye bile çalıştılar. Enteresan bir şekilde bütün bunlar Allah rızası ve cennet için yapılıyor(du). Allah’ın rızasının ve cennetinin zulmün, haksızlığın, inkarın v.b. yakınında yer aldığını kim söyleyebilir.
İslam toplumlarında farklı isimlerle birçok camia, cemaat, grup, tarikat, parti, dernek ve vakıf bulunmaktadır. Bunlarla girilen resmi veya topluma açık sohbetlerde İslam çatısı altında bütünün bir parçası olduklarını anlatırlar. Uygulamada ise karşılıklı ilişkilerde yaşanan cürümler, sağlam inançları zedeler niteliktedir. Bu topluluklarda kolaycı bir savunma refleksi gelişmiştir, kedisini sağlama alan sözcü grup, ötekileştirdiklerini gizli-açık, iç-dış mihrakların kontrolünde sayarlar. Böylece iftira, hakaret ve cürümlerine meşru zemin kazandırırlar. Dikkat çeken yön ise hepsinde, söylem ve davranışların tek kaynaktan beslendiklerinin anlaşılmasıdır. Bu kaynağın İslam olmadığını tartışabilirim… İnsanları İslami yapması için; baştaki takke, yüzdeki sakal, eldeki tespih, üzerindeki seccadeden daha öncelikli ve önemli vasıfların olması bilinmiyor mu?
5 Ocak 2014’te öğlen namazımı Adıyaman Kap Camisinde kılarken gözlerim caminin kubbesine ilişti. Caminin tek kubbesi onlarca çatlak ile tehlikeli bir görüntü sergiliyordu. Yaşanacak bir sarsıntıda kubbenin çökmesi muhtemeldi. Kap Camii 1768 yılında yapılmış, 2008-2009 yıllarında da restore edilmişti. Tarihi Kap Camii ciddi bir onarıma rağmen eski çatlakları tekrar ortaya çıkmıştı… o an düşüncelerim beni İslam kubbesine götürdü. Maddi ve manevi temelleri ile İslam, dehaların düşünceleriyle beslenerek kubbesini korudu. Ancak “oluşturulan” çatlakların tekrar tekrar ortaya çıkmasını engelleyemediler. Aynı kubbenin çatlakları aslında aynı zihniyetin akrabalarıdır. Zihniyet akrabalarının ortak savunması; kubbede bütünün parçaları olduklarını iddia etmeleridir. Oysaki tek parça bir kubbenin altında namaz kılmanın güvenirliliği tartışılmamalıdır.
Artık sorgulama kabiliyeti yüksek bir toplumda yaşıyoruz. Yaşanılan olayların akış hızı ölçüldüğünde dersimizi tarihten değil yaşadığımız ömür kesitinden alabiliriz. Var olmayı ötekisinin yok oluşuna endekslemek mümkün görünmüyor. Hayatta kalabilmek için ötekisini yok etmek yerine, gelişmek için ötekinden yararlanmak daha makul görünüyor.
Zeynel KARATAŞ
[email protected]
SON VİDEO HABER
Haber Ara