Fethullah Gülen Cemaati'ne kritik ahlak soruları
“Bir gemi düşünün ve bir şehri yok edebilecek kadar zalim var içinde. Ama geminin içinde bir tek masum kişinin de olduğunu biliyoruz. Böyle bir durumda gemiyi batırmak adil ve ahlâkî midir?” sorusuna büyük bir âlimin verdiği cevap “hayır, değildir!” olmuştu
12 Yıl Önce Güncellendi
2014-01-05 01:41:33
TIMETURK / Enver Gülşen
Krzysztof Kieslowski büyük eseri Dekalog’un sekizinci bölümünde, bize esaslı ahlâk soruları sorar. Almanya’nın Polonya’yı işgal ettiği Nazi döneminde, Yahudi bir ailenin altı yaşında yetim kalmış bir kız çocuğunun, Nazilerin avından kurtarılması için koruyucu bir ailenin korumasına alınması gerekmektedir. Ancak koruyucu aile, çocuğun din değiştirip Katolikliğe geçmesi gereğini şart koşar. Kız çocuğu için bir vaftiz babası bulunmuş ve koruyucu aile çocuğu vaftiz babası olacak kişinin evine götürmüştür. Ancak vaftiz babası olacak kişinin karısı (filmdeki ahlâk profesörü kadındır) kimi sebepler öne sürerek vazgeçtiklerini ifade eder. Altı yaşındaki kız çocuğu, koruyucu babalığını yapacak kişi ile birlikte tam da sokağa çıkma yasağının başladığı anda sokağa bırakılır.
Ölümle hayat arasında incecik bir çizgide bırakılmıştır kız çocuğu. Kadının koruyucu babaya sunduğu bahane “Biz Katolikler iyilik yapmayı severiz, ama yalancı şahitlik yapmak dinimize göre yanlıştır” argümanıdır. Ancak kırk yıl sonraki “yüzleşmede” etik profesörü kadının söylediği, o gün söylediklerinden çok farklıdır. Koruyucu ailenin ve kız çocuğunun Gestapo tarafından izlendiğinin / kullanıldığının söylendiğini, kendilerinin de Nazilere karşı bir direniş örgütü içinde olduklarını ve bu yüzden direniş örgütü deşifre olmasın diye o kararı aldıklarını ifade eder.
Kieslowski, izleyiciyi, ahlâkın ve adaletin referansı meselesini tefekkür ettirecek bir noktaya getirir. Bir çocuğu, bile bile ölüme bırakmayı mazur gösterebilecek olan nedir? Verilen bilgi doğru bile olsa (ki yanlış olduğu sonradan ortaya çıkmıştır) “yarın” olabilecek muhtemel bir zarar, tam da “şu an” bizden yardım bekleyen bir masumu ölüme göndermemizi haklı gösterebilir mi? Birçok masumun “yarın” öldürülebileceği ihtimalini bertaraf etmek için, “şu an” bir masumu ölüme göndermek mazur gösterilebilir mi?
Bu sorular, ahlâk ve adaletin, irfan ile yürütülen bir yönü olduğunun ve alınacak referansın tam da neresi olması gerektiğinin keşfi için önemlidir. “Bir gemi düşünün ve bir şehri yok edebilecek kadar zalim var içinde. Ama geminin içinde bir tek masum kişinin de olduğunu biliyoruz. Böyle bir durumda gemiyi batırmak adil ve ahlâkî midir?” sorusuna büyük bir âlimin verdiği cevap “hayır, değildir!” olmuştu. Burada, ahkâmı bir “yap, yapma” katalogu olarak görenlerin karşısına, ahkâm ile irfanın iç içe geçtiği bir ahlâk ve irfan anlayışı konulduğunu aklımızın bir köşesinde bulundurarak, Gülen Cemaati’nin tabanını oluşturan insanlara kimi ahlâkî sorular yöneltmeye başlayalım.
Sondan başlayalım ve İHH’nın Suriye’ye silah kaçırdığı yalan haberini dünyaya servis eden Today’s Zaman’ın yaptığının “kötülüğü” üzerine biraz fikir jimnastiği yapmayı deneyelim. Suriye’de yüz binin üzerinde masum insan öldü, milyonu aşkın insan yerinden yurdundan oldu. Yani Kieslowski’nin Dekalog’unun sekizinci bölümüne konu yaptığı ve hepimizin yüreğini dağlayan o hikâyeden en az bir milyon tane yaşandı / yaşanıyor Suriye’de. Böyle bir durumda oraya insanî yardım götüren bir kuruluşa iftira ederek hedef göstermek bu konuda Cemaatin yaptığı kötülüğün ilk düzeyini oluşturuyor. Ancak ikinci katman ilk katmandan çok daha vahim! Zalimce öldürülen bir halkın direnişi için velev ki silah taşıyor olsaydı İHH tırları; Today’s Zaman’ın, mazluma direnişi için yardım götüren birilerini dünyanın tüm zalimlerine ispiyonlamak ve hedef göstermek olarak anlaşılabilecek eylemlerini hangi ahlâkî hedeflerinizle meşru gösterebileceksiniz? Mavi Marmara’nın İsrail terörü tarafından vurulması ve masum insanların şehit edilmesi üzerine F.Gülen’in söylediği o tuhaf sözleri, bugün üzerinden “açıklayan” “Cemaatin iyi polisi” H.Gülerce’nin “AKP ile bizi ayrılığımız Mavi Marmara’da başlıyor” sözleri sizlere ne anlatıyor? İHH’nın tam da o zamandan itibaren hedef tahtasına konulmasında etkili olan Cemaat yayın organlarının, o günden bu yana yapa geldiği yalan ve iftira dolu haberler? Terazinin bir kefesinde “tam da şu an” zulme uğrayan ve acil insanî yardıma ihtiyacı olan Suriyeli mazlumların hayatiyeti söz konusuyken; terazinin öte yanına koyduğunuz “cemaat çıkarları” yapılan bu rezillikleri mazur gösterebilir mi? Cemaat denen şeyin çıkarları, bir ülkenin ve genel olarak tüm Müslüman âleminin hayatta kalıp kalamama meselesinden daha mı önemlidir?
Today’s Zaman’da açıkça, Zaman’da da epey bir yazar tarafından destek görmüş olan Mısır Darbesi ile Türkiye’ye yapılmak istenen Gezi ve 17 Aralık darbe girişimleri arasındaki bağları görebilmek için Cemaat mekanizmasının yok edici, körleştirici çarkından dışarı çıkıp bakmanız gerekmiyor mu? Cemaatiniz dışındaki tüm Müslüman gruplar, size Müslümanca uyarılar yaparken, Cemaat yazarlarının pek çoğunda olduğu türden bir kibirle “hakikati bir biz biliyoruz, sizler gereksizsiniz” tavrı nasıl bir kibrin ve körlüğün ifadesi? Bu cinnet durumunu fark edebilmeniz için daha ne olması gerekiyor?
İkinci sorumuz, Cemaat mensuplarının sözbirliği etmişçesine “yolsuzlukların üstü örtülmek isteniyor” korosuna orkestra şefliği yapmasının ahlâkî temelleri üzerine olacak. Burada da terazinin bir kefesinde, hakikaten derdi “sadece” yolsuzluk olabilecek olan “masum cemaatlilerin” anlayışlarını koyalım. Öteki tarafta ise, yolsuzluk kılıfı içinde ülkeye yapılan ve sonuçlarını yüz yirmi milyar dolar gibi devasa bir kayıpla ve türlü başka kayıplarla gördüğümüz ülkenin tüm kazanımlarının ziyan edilmesi çabası var. Üstelik bu çaba, “Cemaatin kötü polislerinin” üç yıldır Today’s Zaman ve Taraf’ta sürdüre geldiği, son olaylarla birlikte Hüseyin Gülerce gibi “iyi polislerin” de aynı dili kullanmaya başladıkları bir “Gezici ortaklık” diliyse, bu davranışı ahlâkî olarak nasıl konumlandıracaksınız? Uluslararası zulüm şebekesinde, İsrail, ABD ve Türkiyeli ortaklarıyla kol kola, yolsuzluk bahanesiyle, on bir yıldır iğne ile kazıya kazıya gelinen yeri, bir gecede heba etmeye kalkışmayı hangi ahlâkî ilke mazur gösterebilir sizlere? Yüz yıldır sizlere ve sizin dedelerinize zulmetmiş olan zihniyetlerle sırf “cemaat çıkarı” adı verilen bir şey için ortak olmak ve bu ortaklığı Türkiye ve dünyadaki tüm Müslümanlara bir silah olarak çevirmek hangi İslamî / ahlâkî ilkenin ürünü?
Üçüncü sorumuz “F.Gülen’in Türkiye’ye neden gelmediği” sorusu. Bu soruya cevabınız Sızıntı Dergisi yazarı ismi lazım değil bir şahsın twitlerinde yazdığı türden bir cevap mı hakikaten? Eğer o cevaplara katılıyorsanız nasıl bir ahlâkî temele oturtuyorsunuz o cevapları. Önce cevapları bir hatırlayalım: O şahıs, neredeyse seri hâlde, Türkiye’de cemaat dışındaki bütün Müslümanlara hakaret ederken, “Hocaefendi Türkiye’ye neden gelmiyor diye soruyorlar. Münafıkların ülkesine neden gelsin? Yolsuzluklarla yaşayan sapık iktidarlara oy veren sapıkların ülkesine neden gelsin” türünden twitlerini “yolsuzlukları İsrail ve ABD bitirecekse, yaşasın İsrail, yaşasın ABD” diyerek taçlandırıyordu. Peki, cemaatin içinde hâlâ olup biteni tam fark edememiş sizlere soruyorum şimdi: Türkiye, münafıkların, sapıkların ülkesiyse ve “Hocaefendi” sırf bu yüzden gelmiyorsa; buradan ABD’nin “müminler ülkesi” olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? Eğer öyleyse, ABD hangi müminlerin ülkesidir? Anglikan, Evangelist, Protestan?
F.Gülen’in beddualarını, insanların gözünün içine bakarak ve algılarını yok sayarak “o beddua değil dua” diye meşru gösterebiliyorsunuz. Peki, “Hocaefendinizin” Türkiye hükümetine, Başbakan’a ve Türkiye’deki Müslümanlara olduğu çok açık olan “bu türden bir duasının yüzde birini” ABD ve İsrail’e yaptığını daha önce hiç gördünüz mü? Dahası bu türden bir “dua” yapması durumunda Hocaefendinizin bir daha oralarda kalabileceğine, dünyanın birçok ülkesindeki okullarınızın devam edebileceğine inanıyor musunuz? Cemaat denen şey, İslam’ın ve dahası tüm mazlum insanların hayatiyetinden / haysiyetinden çok daha önemli bir şey midir?
Dekalog’un sözünü ettiğimiz bölümünde, bir “direniş örgütünün” selameti için, önce Katoliklik üzerinden bir meşruiyet üreten ve “yalancı şahitlik yapmamak için yalan söyleyen” o “dünya iyisi” etik profesörünü tekrar düşünelim. Kadın, hayatı boyunca yükünü taşıyacağı bir kötülüğe sebep olmuştu, üstelik kendisi hiç de kötü birisi olmadığı hâlde… Cemaatin “alt düzey” mensuplarının, kendi “haklılıklarının” şehvetine kapılıp, pire için ülke yakacak hâle gelen bir cinnet mekanizmasına destek vermeleri çok benzer bir türden zulümdür. O küçük kızın yerinde Türkiye ve tüm İslam âlemi var şu an…
Cemaatin “yönetici kademesinin” bir tür sürü psikolojisini yönettiğini ve bu psikolojiden büyük bir cinnet çıkardıklarını görmemek için kör olmak gerekiyor hakikaten. Yönetici “ilkelerin” ilki “hakikatin tüm bilgisini elinde tutan Mesihvari bir Hocaefendi’nin” her söylediğine biat etmek gerekliliği üzerine inşa ediliyor. Tartışmalarda, sıkıştığında “Hocaefendi ne diyorsa benim için hakikat odur” diyen “aklı başında” cemaatlilerin çoğunlukta olmasının bu psikolojiyle ilgisi vardır. Aynı kendi örgütünün bekâsını insanların / insanlığın kurtuluşu için hayati önemde gören ve örgütün selameti için, örgütü oluşturan temel ilkelerle çatışmakta sakınca görmeyen, dahası bu çatışmanın farkına varma derinliğini de yitirmiş olan Dekalog’daki kadın gibi; cemaatin alt düzey mensupları da, kendi cemaatlerinin bekâsını insanlığın / Müslümanlığın bekâsı olarak görüyor olabilirler. Doğrusu, bu düşünce, açık çelişkilerle başlangıçtaki ilkelerine ihanet ettiklerini görmeyi de engelliyor! “İslam için” İsrail ve ABD’nin gönüllü tetikçiliğini yapmak! Yine “İslam için” İslam’ın mahremiyet, ahlâk ile ilgili tüm ahkâm, ilke ve irfanını alenen çiğnemekte hiçbir sakınca görmemek!
Açıkça ifade etmeliyiz ki, Cemaatin alt düzey mensupları, büyük bir cinnet harekâtına psikolojik, maddi ve insan kaynağı destekleri vermeleriyle artık “masum” olma hakkını kaybettiler. Bu saatten sonra “uyanmaları” ve Cemaat denen bu modern “çıkarcı” mekanizmayı, tüm İslam âlemini içinden çıkılmaz bir noktaya getirmeden terk etmeleri gerekiyor. Daha önceki yazımızda da ifade etmiştik: Modern mekanizmanın içindeki çarkları “sorumsuz görevliler” hâline getirerek, sistemi bunun üzerinden inşa etmesi, sistemin içindeki problemlerin keşfedilmesini hep bir nihai noktaya erteliyor. O nokta aygıtın patlama noktasından hemen önceki noktadır. O noktada her şey ve o mekanizmanın hangi “daha büyük” aygıtlarla iç içe olduğu hakikati de gün gibi ortaya çıkar. İşte cemaat için bu noktaya gelinmiş durumdadır. Bu saatten sonra o mekanizmayı terk etmek dışında yapılabilecek bir şey kalmamıştır. Zira durum Dekalog’daki kadının kırk yıl süren vicdan azabının bin kat daha fazlasını taşımanıza sebep olacak noktaya gelmiş bulunmaktadır.
SON VİDEO HABER
Haber Ara