Peki Müslümanlar Yahudiler için neler yapmışlardı?
David J Wasserstein: İslamiyet gelmemiş olsaydı İran’la olan çatışma devam ederdi. Hristiyan dünyasındaki Batı Museviliği ile Mezopotamya’daki Babil Museviliği arasındaki ayrılık daha da şiddetlenip, Batı’daki Musevilik çoğu yerde yok olmaya doğru gider ve Doğu’daki Musevilik ise bir nevi doğuya ait bir kült haline gelirdi.
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-11-13 16:25:18
TIMETURK / HABER MERKEZİ
İslamiyet Museviliği kurtardı. Bu, modern dünyada pek rağbet görmeyen ve rahatsızlık veren bir iddia ama tarihi bir gerçek. İddia çift taraflı: İlk olarak, miladi 570 yılında peygamber Hz. Muhammed doğduğunda Musevilik ve Museviler unutulma yolundaydı. İkinci olarak ise; İslam’ın gelmesi, hayatta kalmalarının yanında aynı zamanda gelişebilecekleri yeni bir zemini sunmasıyla da sonradan ortaya çıkan Musevi kültürel birikiminin temellerini atarak onları muhafaza etti.
Hristiyanlık dördüncü asırla birlikte Roma İmparatorluğu’nda hâkim din haline geldi. Bu başarının bir tarafı, Musevilik dâhil diğer rakip dinlere inananları –bazen güç kullanarak- Hristiyanlığa döndürmek suretiyle diğer inançlara karşı koymasından ileri gelir. Roma İmparatorluğu’ndaki Museviliğin varlığı hakkındaki kanıtlarımız ise bu tarihten itibaren dönmelerin anlattıklarına dayanır.
Dördüncü ve yedinci asır arasında din değiştirmelerle sayıdaki muazzam ve kalıcı düşüşler tüm Roma İmparatorluğu’ndaki Musevilerin itibarında, haklarında, dini, kültürel ve sosyo-ekonomik yaşamlarında yavaş yavaş fakat aralıksız azalma getirdi.
Uzun süren yasama faaliyetleri Musevi cemaatini vatandaşlık haklarından mahrum etti, dini yükümlülüklerini uygulamadan alıkoyarak da toplumun diğer vatandaşlarından ayırdı.
İran’la olan askeri ve siyasi mücadeleler asırlar boyu sürdü. Bu geniş kapsamlı siyasi mesele aslında Hristiyan dünyasında ufacık bir unsur olan Musevileri çok etkilememeliydi, fakat çarpıcı bir şekilde etkiledi. Çünkü o dönemde Fars İmparatorluğu dünyanın en yoğun Musevi nüfusuna sahip vatanı Babil’i (ç.n./ günümüzde Irak'ta) içeriyordu.
Buralar aynı zamanda Musevi entelektüel hayatının da en büyük merkezleriydiler. Kitab-ı Mukaddes’in dışında 3000 yıllık Musevi kültürel yaratıcılığının eseri –Talmud- Babil’de ortaya çıktı. İran ile Bizans arasındaki çekişme, günümüzde de devam eder, Hristiyan Bizans hâkimiyetindeki Musevilerle İran hâkimiyetindeki Museviler arasında artan bir ayrışmaya neden oldu.
Bunların hepsinin ötesinde, Hristiyan hâkimiyetinde yaşayan Museviler kültürel olarak kendilerine ait dil bilgilerini –İbranice ve Aramca- kaybetmişe benziyorlardı ve Latin, Yunan veya başka gayr-i Musevi yerel bir dili kullanmaya başlamışlardı. Bu onların aynı zamanda Musevi kültürün Tevrat, mişna, şiir, midraş ve hatta liturji gibi belli başlı edebi eserlerine erişimi de kaybettiği anlamına gelmekteydi.
Dil –ve ona yakın ilişkide bulunan edebiyat- tarafından temsil edilen birleştirici gücün kaybı asimilasyon ve yok olmaya doğru gidişte önemli bir adımdı. Bu şartlar altında Babil’le irtibat halinde olan yerlerde Musevi kültürel hayatı İran’la yapılan savaşla kesilene dek gelişmeye devam etti. Geç Antikite dönemi Hristiyan dünyasındaki Musevi hayatı, üç veya dört asır öncesinin donuk bir gölgesi bile değildi. Sonuç, hüsran.
İslamiyet gelmemiş olsaydı İran’la olan çatışma devam ederdi. Hristiyan dünyasındaki Batı Museviliği ile Mezopotamya’daki Babil Museviliği arasındaki ayrılık daha da şiddetlenip, Batı’daki Musevilik çoğu yerde yok olmaya doğru gider ve Doğu’daki Musevilik ise bir nevi doğuya ait bir kült haline gelirdi.
Lakin bütün bunlar İslam’ın yükselmesiyle önlenmiş oldu. Museviler için kapsamlı, kalıcı ve çarpıcı etkileri olan İslamî fetihler yedinci yüzyılda dünyayı değiştirdi.
Hz. Muhammed’in öldüğü asırda (632) Müslüman orduları Musevilerin İspanya’dan Kuzey Afrika’ya, Orta Doğu’dan İran’ın doğudaki en uzak sınırına kadar yaşadıkları yerleri hemen hemen bütünüyle fethetti. Artık neredeyse Musevilerin hepsi İslam’la yönetiliyordu. Bu yeni vaziyet Musevi varlığını dönüştürdü: Kaderleri; kültürel, toplumsal, dini, siyasi, yasal, coğrafi, dilsel ve ekonomik olarak tümüyle daha iyiye gitti.
İşler evvela siyaseten yoluna girdi. Daha önceden Musevilerin Hristiyanlık altında yaşadığı hemen hemen her yer artık Basra, Babil, Kordoba’nın tek bir çatıda yer aldığı aynı siyasal alanı şekillendirdi. Hayati önemi haiz Babil ile Akdeniz havzasındaki Museviler arasındaki eski sınır ebediyen ortadan kalktı.
Siyasi değişim Musevi nüfusun hukukî statüsündeki değişimle ortak gelişti. Müslümanların fetihleri sonrasında ne olup bittiği tam net olmasa da, bir şey kesindi: Fetihlerin neticesi Musevilerin genelde ikinci sınıf vatandaş olarak kabul edilmesiydi.
Bu yanlış anlaşılmamalı; ikinci sınıf vatandaş olmak hepten vatandaş olmamaktan yeğdir. Musevilerin çoğu için ikinci sınıf vatandaşlık başlı başına bir ilerlemeyi temsil ediyordu. Örneğin 711’deki Müslüman fethinden az bir zaman önce Vizigotlar’ın İspanya’sında Museviler, çocuklarının kendilerinden alınıp köleleştirilerek zorla Hristiyan yapıldığına tanıklık ediyorlardı.
İlk ve orta çağlarda gelişen İslami toplumlarında bir Musevi olmak, farklı yükümlülüklerin yanında, hak ve güvencelerle hukuk içerisinde tanımlanan bir zümreye ait oldukları anlamına geliyordu. Bu hak ve güvenceler Müslümanların sahip oldukları kadar kapsamlı değilken, yerine getirmeleri gereken yükümlülükleri ise daha fazlaydı. Bununla birlikte ilk birkaç yüzyıl Müslümanların kendileri de azınlıktılar ve uygulamadaki farklar çok fazla değildi.
Kanun önündeki nısbî eşitlikle birlikte toplumsal ve ekonomik eşitlik de geldi. Museviler hem gerçek manasıyla hem de ekonomik faaliyetleri bakımından gettoya kapatılmadılar. İslam toplumları aslında açık toplumlardı. Dini bakımdan da Museviler adeta tam bir özgürlüğün tadını çıkardılar. İnançlarını açıklamada aleni olmamış ve çok fazla yeni sinagog yapmamış olabilirler ama dini yaşantılarında kayda değer bir kısıtlama hakikaten yoktu. Meşru iç özerklikle beraber devletin yetkililerinden önce kendi liderleri vasıtasıyla (kusursuz ve duyulduğu kadar iyi olamasa bile en azından norm olarak) resmi temsil hakkına sahiptiler.
İslami cihan imparatorluğu tarafından getirilen siyasi birlik çok uzun sürmedi ama yerini aldığı eski Hristiyan medeniyetine benzer kapsamlı bir İslam dünya medeniyeti yarattı. Bu büyük bölgenin tamamında Museviler genel olarak benzer statü ve haklara sahip olarak yaşadılar. Serbestçe hareket edip ilişkilerini sürdürdüler ve kimliklerini Musevi olarak geliştirebildiler. Dokuzuncu asırdan itibaren ticaretin muazzam genişlemesi, İspanya’daki Musevi ve Müslümanların Hindistan’daki Musevi ve Müslümanlarla dahi etkileşimini getirdi.
Bütün bunlar önemli ilave gelişmeleri tetikledi. Yeni İslami dünyada bir çok millet, Müslüman Arapların dilini benimsedi. Arapça, geriye kalan Yunanca, Süryanice, Aramca, Kıptice ve Latince gibi ortadan kalkan bütün dillerin yerini aldı. Hatta Farsça bile uzunca bir süre geri çekildikten sonra ancak Arapça’nın güçlü etkisiyle tekrar ortaya çıkabildi.
Museviler Arapça’yı hızlıca benimsediler. Fetihlerden yalnızca 300 sene sonra yani 10. yüzyılın başında Sa’adya Gaon Kitab-ı Mukaddes’i Arapça’ya çeviriyordu. Kitab-ı Mukaddes’in tercümesi büyük çaplı bir görevdi ki ihtiyaç olmaması halinde üstlenilecek bir iş de değildi. 900’lü yıllarla birlikte Museviler büyük oranda diğer dilleri bıraktılar ve Arapça’ya geçtiler.
Dilin değişmesi Musevilere daha geniş kültürel gelişmelere doğrudan erişimi sağladı. Neticede 10. asırdan itibaren iki kültürün birbirini keşfederek etkileşimi başlamıştı. İslam dünyasındaki Museviler İslamiyet öncesi kültürlerinden farklı olarak dil, kültürel formlar, âdet ve nüfuz alanları bakımından tamamen yeni bir kültür geliştirdiler. İslam dünyasındaki bu yeni komşu kültür, esasta dinle birebir bağlantılı olmak yerine dini ve seküler değerleri yüksek derecede birbiriyle mezcetti. Orta Çağ Hristiyan Avrupası ve geçmişle karşılaştırıldığında bu muazzam bir şeydi.
Diğer komşu kültürler gibi, bu Museviler de kısmen Arapça ve bu dilin Musevileşmiş formuyla yazdılar. Arapça’nın kullanılması Araplara yakınlaşmayı sürdürdü fakat Arapçanın Musevilere has formu Musevilerle Müslümanlar arasındaki bariyerleri sürdürdü. Müslümanlardan devşirilen ve İslam Arapçası'ndaki (fusha) gelişmelerle beraber geliştirilen Musevilerin yazdıkları edebi formlar genel olarak yeniydi.
Benzer amaçlarla Müslümanlar arasındaki kullanımına paralel olarak, yüksek edebiyat dili mahiyetindeki İbranice bu devirde canlandırıldı. Şiir ve sanatlı nesirlerin kullanımının yanında, bazıları iyi kalitede Musevileşmiş Arapça ve İbranice’yle yazılmış lâ-dinî formlar ortaya çıktı.
Kitab-ı Mukaddes’ten beri İbranice’de yazılan en harika şiirlerin çoğu bu devirden gelir. Sa’adya Gaon, Solomon İbn Gabirol, İbn Ezra, Maimonides, Yehuda Halevi, Samuel ha-Nagid –ve dahası- … gibi bugün çok iyi bilinen bu isimlerin hepsi Musevi edebiyatının ve kültürel gayretlerinin ilk aşamasına aittirler.
Bu Museviler bütün bunları nerede ürettiler? Onlar ve onların komşuları ‘sembiyoz’ denilen bu ortak yaşama kültürünü ne zaman başardılar? Museviler bunu tekâmülün birkaç merkezinde yaptılar. Bunların en şahanesi, Müslüman topluluklar arasındaki kültürel kazanım dalgasıyla birlikte gerçek bir Musevi Altın Çağı’nın yaşandığı İslam İspanya’sıydı (Endülüs). İspanya örneği, aynı zamanda, daha genel bir modeli tasvir eder.
İslam İspanya’sında (Müslümanlar arasındaki kültürel refah dalgalarına paralel giden Musevilerin kültürel refahı gibi) yaşananlar daha büyük ölçekte Arap İslam alemine örneklik etti. Başka yerlerde olduğu gibi; 9. ve 12. yüzyıllar arasında Bağdat’ta, 9. yüzyıl ve 11. yüzyıl arasında Kayravan’da (Kuzey Afrika), 10. ve 12. yüzyıllarda Kahire’de İslam’ın kültürel merkezlerinin yükselişi ve düşüşü, Musevi kültürel faaliyetlerinin yükselişini ve düşüşünü yansıtma eğilimindeydi.
Bu, Müslüman hükümdarlar tarafından özellikle bahşedilen liberal hamiliğin bir ürünü veya bir tesadüf değildi. Bu (Müslüman) toplumların deruni özelliklerinin bir ürünüydü ki; siyasi, iktisadi, toplumsal, kültürel, yasal ve dilsel olarak hepsi birlikte İslami dünyanın Musevilerine yeni ortaya çıkan alt-kültürlerini oluşturmaları için hem fırsat verdi hem de hakikaten onları teşvik etti.
Arap Müslümanlarla Musevilerin kültürel olarak orta çağlardaki başarılı beraber yaşama dönemi sonsuza dek sürmedi ve 1300’lere doğru sona erdi. Gerek Batı Avrupa kültürleri ile olan ilişkilerde, gerekse de Türk ve İran gibi İslam içi diğer kültürel formlarla olan ilişkilerde Arap kültürünün canlılığını ve önemini yitirmesi sonucunda yaşanan göreceli düşüşle bu noktaya aslında daha önceden varılmıştı.
Orta çağlardaki Musevi kültürel refahı büyük ölçüde Arap Müslüman kültürel (bir dereceye kadar da siyasi) kazanımlarının bir fonksiyonu olarak işledi. Müslüman Arap kültürü geliştiğinde Musevilerinki de gelişti. Ne zaman ki Müslüman Arap kültürü geriledi, Musevilerin de aynı şekilde gitti.
Museviler açısından bu kültürel sermaye, Hristiyan İspanya’da ve daha genel olarak da Hristiyan dünyada sonradan gelen büyümelerin kaynağını teşkil etti.
İslami dünya, daha sonraları Hristiyan Avrupa’da ortaya çıkan Musevi kültürünün tek ilham kaynağı değildi ama bu gelişime kesinlikle büyük bir katkıda bulundu. Bunun önemi ise olduğundan fazla gösterilemez.
Yazar: David J Wasserstein
Çeviri: Reha Ermumcu
SON VİDEO HABER
Haber Ara