Ulus devlete göç
Öyle isimlendirilmese de bir asır önce Anadolu’da yeni bir kavimler göçü yaşanıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘ulus devlet’ olarak kurulması; Türk, Kürt, Arap, Boşnak, Gürcü, Arnavut, Çerkez, Çingene, Laz, Ermeni, Rum, Süryani, Bulgar, Nasturi... milyonlarca insanın yer değiştirmesi sayesinde mümkün oluyor.
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-11-12 09:00:50
AKSİYON'DAN AYŞE ADLI'NIN YAZISI
Bugünden ibaret olsa hayat; yaşananları anlamak, yorumlamak, kabul yahut reddetmek ne kadar da kolay olurdu. Oysa bu topraklarda, en basit toplumsal hadiseler bile devasa bagajlar taşıyor beraberinde. Sıradan sayılabilecek meseleler, aynı sebeple sert kavgalar doğuruyor. Tunceli’nin yeniden ‘Dersim’ ismini alması, ana dilinde eğitim hakkı sayesinde Gökçeada’da sadece 4 öğrencisi olan bir okulun eğitime başlaması veya ilkokul talebelerinin her sabah tekrarladıkları ‘Andımız’ın kaldırılması millî meseleler olarak çıkıyor karşımıza. Tarih, bugünün üzerindeki ipoteğini kaldırmıyor bir türlü…
Siyasi bilincimizi oluşturan ‘dört tarafımız düşmanlarla çevrili’ yalnızlığı, Cumhuriyet’in makbul vatandaşı olmaya hak kazanamamış kesimlere yönelik aşılamayan ötekileştirme, Türklüğe dizilen güzellemelerin nispeten azalmasından duyulan rahatsızlık… Hepsi kökü geçmişte yaralar. Çok haklı ve masum bir soru var elimizde: Neden? Eşit haklar ve tanımlanmış sınırlar çerçevesinde bir arada yaşamak mümkünken neden ötekinin hareket alanı daraldıkça güvende hissediyoruz kendimizi? Kaçınılmaz olarak geriye götürüyor bizi bu muhasebe. Zira sebep; çok dil, din ve kültürlü bir imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde yaşananlarda, Osmanlı’yı yıkıp Cumhuriyet’i mümkün kılan göçlerde saklı.
Osmanlı, göçle kurulmuş bir imparatorluk. Son asra kadar kapıları Müslim-gayrimüslim ayrımı olmaksızın herkese açık. Millet sistemi, farklı aidiyetlere sahip insanların aynı devletin tebaası hâlinde yaşamasını mümkün kılıyor. Ve asırlar sonra, artık bir arada olmanın imkânı kalmamışken, tıpkı kuruluşunda olduğu gibi yine göçle çöküyor Devlet-i Aliyye.
İkbal devrinde imparatorluğun çeperlerine yollanan Müslümanlar Anadolu’nun; azınlıklar ise kendi ‘ulus’ devletlerinin yolunu tutuyor. Önceleri çaresiz kabul edilen bu kopuş, 20’nci asrın başlarında Cumhuriyet’in tercihi olarak çıkıyor karşımıza. İkinci Abdülhamid’in ‘zaruri’ İslamcılığı, İttihat Terakki ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkçülüğüne bırakıyor yerini. Elbette öncelikle Müslümanların, ama aynı zamanda Rum, Ermeni, Süryani, Yahudi, Nasturi, Bulgar milletlerinin devleti olan Osmanlı, Müslüman Kürtleri dahi reddederek Türk yurduna dönüyor hızla. İstanbul’da, Ankara’da, Lozan’da alınan kararlarla insanlardan, asırlardır kök saldığı toprakları terk edip yeni yurt bulması bekleniyor. Fakat kolay olmuyor, o günden beri kabuk tutmuyor bu yara. Sürekli kan sızdırıyor…
Daha 17’nci asırda Osmanlı’nın geri dönüşü olmayan bir yola girdiği belli. Çözülme, 1689’da Avusturya’nın Üsküp’ü işgaliyle başlıyor. Müslüman halk, 1900’lerin başlarına kadar adım adım geri çekiliyor Balkan topraklarından. Yükselen bağımsızlık ateşi, millet sistemini kifayetsiz bırakıyor. Osmanlı-Rus Savaşı, diğer adıyla 93 Harbi’yle birlikte imparatorluk coğrafyası âdeta yangın yeri. Azınlıklar kendi devletlerini istiyor. Birkaç istisna dışında o günleri anlatan hiç eser yok maalesef. Sadece rakamlar var elimizde; yerinden yurdundan olan yüz binler, milyonlar…
1820’lerde Osmanlı nüfusu 20 milyonlarda. Suriye bir buçuk, Irak 3-4 milyon. Anadolu’da en fazla 10 milyon insan yaşıyor. 50 sene sonra nüfus yüzde 42 artmış, 28 milyonu geçmiş. Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Karpat, 1908’e kadar 10 milyon nüfuslu Anadolu’ya yerleşen Müslüman göçmen sayısını yaklaşık 5 milyon olarak veriyor. Ülkedeki Müslüman oranı ilk defa yüzde 80’i buluyor. Gayrimüslim tebaa hâlâ imparatorluk topraklarında olsa da dengeler değişmiş. Anadolu artık Müslüman yurdu… Karpat, Avrupa topraklarındaki Müslümanların akıbetinin 1860’lardan sonra Mekke’deki hacılar arasında en çok tartışılan konular arasında olduğunu söylüyor. Hıristiyan dünya ile gerilim yükseldikçe, imparatorluğun merkezindeki halk, Müslüman kimliğinin giderek daha fazla farkına varıyor. Sultan Abdulhamid böyle bir ortamda, seleflerinin Batılılaşmacılığını ikinci plana iterek İslamcılık yoluna giriyor.
Padişahın, darmadağın olan imparatorluk yurduna sahip çıkacak bir halka ihtiyacı var. Muhacirler eski yurtlarını unutsun, yeni vatanlarına bir an önce alışsın diye asırlık mirî mülkiyet sisteminden vazgeçiyor devlet. Özel mülkiyet Balkan muhacirlerine toprak verilmesiyle başlıyor. Peş peşe mektepler açılıyor. Fakir Anadolu çocukları davet ediliyor bu okullara. Prof. Dr. Karpat, Osmanlı ilkokullarında 1880’den sonra okutulan ders kitaplarına şöyle bir bakmanın bile öğrencilere öncelikle Osmanlı-Müslüman kimliğini aşılama amacıyla yazıldıklarını görmeye yeteceğini belirtiyor. Çok manidardır ki padişahın canına kasteden, Ermeni tehcirine karar veren, Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı’nın tarafı yapan İttihatçılar da, Devlet-i Aliyye’nin mirasını bir çırpıda reddeden tek parti devrinin katı Türkçü, pozitivist devlet adamları da İslamcı Abdülhamid’in devletini kurtarmak için kurduğu bu mekteplerde yetişiyor. “Bu öğrencilerin öncekilerden farklı bir siyasi kimlik geliştirecekleri belliydi.” diyor Karpat.
Müslümanların sayısı hızla artarken gayrimüslim mevcudunun azalmasa da hiç olmazsa aynı kalmasını bekliyoruz, fakat hayır! Özellikle Rumlar açısından geçersiz bir beklenti bu. Tanzimat ve Islahat fermanlarının meydana getirdiği olumlu hava, Ege adalarındaki Hıristiyanları Anadolu’ya çekiyor. 1830’da İzmir nüfusu 80 bin Türk ile 20 bin Rum’dan oluşurken; 30 sene sonra şehirde 75 bin Rum, 41 bin Türk yaşıyor. Gayrimüslimler askerlikten muaf. Avrupa ülkeleriyle ticaret yapıyor, çocuklarını Batı’daki yüksek eğitim kurumlarına gönderiyorlar. Eğitim ve gelir seviyeleri Müslümanlara kıyasla oldukça yüksek. Karpat, Rumlar arasında bağımsızlık düşüncesinin “Ateşli bir özgürlük tutkusu ve yabancı idareye karşı köklü bir hoşgörüsüzlük içindeydiler.” dediği eğitimli gençler tarafından ateşlendiği kanaatinde. Fakat Yunan Krallığı 1832’de ilan edilmişken 1913’te Anadolu’da hâlâ 1 milyon 800 bin civarında Rum yaşıyor. Osmanlı’dan, asırlardır yaşadıkları ata topraklarından kopmak öyle herkesin de hayali değil.
Belgelere yansıdığı kadarıyla siyasi kargaşayla birlikte devlet de gayrimüslim nüfustan endişe etmeye başlıyor. Avrupa, şark meselesini bahane ederek müdahalelerini artırdıkça içerideki hassasiyet yükseliyor. Saray, artık halkına güvenmiyor…
Anadolu da karışıyor!
O günlerde alınan her karar, geri dönülmez kopuşlarla sonuçlanıyor. Balkan göçmenleri, gayrimüslim köylerini kuşatacak şekilde Ege’ye yerleştiriliyor mesela. Kimine göre azınlıkları kontrol altında tutmak, kimine göreyse rahatsız edip gitmelerini sağlamak için yapılıyor bu tercih. Rumeli’den kaçanların sayısı arttıkça gerilim yükseliyor. Evini bırakıp Bursa’ya gelmek zorunda kalmış bir Müslüman, Rum fırıncıyı tokatlayıp dükkânından atıveriyor bir gün. Adam şaşkın, soruyor, ‘Ne yapıyorsun?’ Rumeli muhacirinin cevabı, artık eski mesut günlere dönülemeyeceğinin habercisi: “Aynısını bana yaptılar. Tokatlayıp dükkânımdan attılar. Bana yapılandan başka bir şey yapmıyorum sana…” Araştırmacı Yıldırım Ağanoğlu, “Artık 100 sene önceki gibi değil ortam.” diyor: “Balkan Savaşları’ndan sonra halk da yılmış. İnsanlar sürüldükleri yerde yaşadıklarının hesabını burada sormaya başlıyor.”
Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ayhan Aktar’a göre bu tercih, bilerek ve isteyerek problem ekmek anlamına geliyor. “Yunan-Bulgar ordusundan kaçıp gelmiş insanları Ege’de bir Rum köyünün yanına yerleştiriyorsun. Ahali arasında çatışma böyle çıkıyor. Devlet muhacirlere yakın davranınca ötekilere gitmek düşer.” Öyle de oluyor nitekim. Tam rakamlarını bilmiyoruz ama Ege’den Yunan Krallığı’nın davetiyle ya da bu gelişmelerden rahatsız oldukları için gidenlerin toplamının 200 bin kişiye yakın olduğu söyleniyor.
İlk mübadele Bulgaristan’la
İttihat ve Terakki’nin göçleri bir mühendislik projesi gibi planladığını ve her çatışmayı fırsat gibi değerlendirdiğini ileri sürenlerin sayısı az değil. “Modern Türkiye’nin Şifresi” ve “İttihat Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası” kitaplarının yazarı Fuat Dündar, sistematik ve kronolojik bir program uygulandığı kanaatinde. Osmanlı milletlerinin 1877’den itibaren yaşadığı büyük dağılma, ‘Gayrimüslim tebaanın bizimle kader birliği etmeye niyeti yok!’ mesajı olarak algılanıyor. Toprak kayıplarıyla birlikte 24 milyon nüfustan çoğunluğu Türk olmayan 5 milyon kişinin eksilmesi, İttihat ve Terakki’nin homojen bir devlet kurma cesaretini artırıyor. Dündar’ın çıkardığı kronolojiye göre ilkin 1913’te Bulgarları hedef alan bir politika başlıyor. Gönderilen 50 bin Bulgar’ın yerine 50 bin Müslüman Türk geliyor. Fakat sonrasında yaşanacaklara kıyasla çok küçük bir rakam bu…
Aynı tarihlerde, benzer gerekçelerle alınan tehcir kararı, yakın tarihin en dramatik toplumsal hadiselerinden… Osmanlı kaynakları ve İngiliz konsolosluk raporları, 1878-1914 arasındaki Ermeni nüfusunu 1 milyon 250 bin ile 1 milyon 400 bin arasında gösteriyor. Tehcirin hemen öncesine kadar devlet kademelerinde Ermenilere karşı menfi bir tavır sezilmediği gibi eldeki veriler bilakis sıcak bir ilişkiye işaret ediyor. Talat Paşa ve diğer İttihatçılar, Ermeni siyaset ve din adamlarıyla iş birliği içinde görünüyor. Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında İttihat ve Terakki’den aday olmuş 12 Ermeni mebus vazife yapıyor. Gabriel Noradunkyan Efendi, Dış İşleri; Oskan Efendi, Posta Nazırı. Yunan Krallığı’nın ilanından sonra Rumlar itibar kaybedince devlet kademelerindeki boşluk Ermenilerle doldurulmuş. Gümrüklerde 20 bin civarında Ermeni çalışıyor. 1913’te Ermeni alfabesinin 1500’üncü yıl dönümü kutlamalarına İttihat ve Terakki Cemiyeti büyük bir hevesle katılıyor. Enver Paşa, akşam Ermeni bir dostuyla poker oynuyor. Öpüşerek ayrılıyorlar. Ertesi gün tehcir emri çıkıyor. Karar ani olduğundan değil İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mesut Yeğen’e göre, “Paşa çok soğukkanlı. Bunun memleket için iyi olduğuna gerçekten inanıyor.”
O tarihlerde 9 yaşında olan, 1997’de Avustralya’da hayatını kaybeden Manuel Kerkyaşaryan ‘sevkiyet’ diyor tehcire. “Adana’da ailecek bütün Ermeniler, bütün Türkler ve Türkiya’da doğanlar kardaş gibi yaşıyor idik. Çünkü hürriyet, adalet, musavat ve millet olmuştu. Nihayet gün geldi, biz de bu sevkiyete iştirak ettik.” Öncesine dair söyleyecekleri bundan ibaret. ‘Hikayat’ı buradan sonra başlıyor… Mesut Yeğen’in de söylediği gibi bütün Ermenilerin bağımsızlık talep ettiği doğru değil. Radikallerin ‘kopup gidelim’ dediği ortamda bunu kesinlikle reddeden bir zümre de var. Bütün kargaşaya rağmen halk arasında ciddi bir birlikte yaşayamama sorunundan söz etmek mümkün görünmüyor.
İttihat Terakki’nin Bâb-ı Âli baskını ile yönetime el koyması, devlet sisteminde derin bir kırılmayla neticeleniyor. Cumhuriyet’in 1930’larda çok sert uyguladığı Türkçü, jakoben siyaset bir bakıma İttihatçılarla başlıyor. Enver Paşa ve arkadaşları, 1913 darbesi ile kendi hükümetlerini, Ayhan Aktar’a göre ‘diktatoryalarını’ kuruyor. ‘Eski düzen artıklarını’ temizlemekle başlıyorlar işe. Kamu yöneticileri arasında ciddi bir tasfiye yapılıyor. 1913’te 1100 civarında subay işten atılıyor. “İttihatçıların yaptığı tenkisatla eski dönemin insanları tasfiye edildi. Ermeni tehciri dediğimiz rezalet; yeni Türkçü ekibin etkin görevlere gelmesiyle mümkün oldu.” diyor Aktar: “Osmanlıcılık ideolojisi, yaklaşık 60 senelik bir ideolojiydi. Başarılıydı da. İttihatçılık yaklaşımı Osmanlıcılığın bittiği üzerine kurgulanır fakat bu doğru değil. Bu ülkenin gayrimüslim vatandaşı, milliyetçi seçkinler hariç orta sınıf, Osmanlıcılığa inanıyordu.”
Tehcire karar verenlerin Anadolu’da homojen, İslamlaşmış bir kitle temin etmek gibi bir arzuları olabilir mi? Bu soruya tek bir cevap vermek kolay değil. Ancak o günlerde uygulanan politikalardan hareketle tahmin yürütmek mümkün. Kemal Karpat: “İttihat ve Terakki mensuplarının bir kısmı Balkanlar’dan geliyordu. Oradan kovulmuş, harpte eza cefa çekmiş insanlardı. Kuvvetle muhtemel böyle bir hisleri vardı.” diyor. “Fakat fiilen Ermenileri çıkarmak gibi bir düşüncelerinin önceleri var olduğunu sanmıyorum. Balkan Harbi büyük bir sukût-ı hayal oldu. Türk ve Müslüman oldukları için yurtlarından çıkarıldılar, öldürüldüler.” Mustafa Kemal’in, “Osmanlı imparatorluğu dâhilindeki akvam-ı muhtelife hep millî akidelere sarılarak, milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık… Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış.” sözleri de Karpat’ın tespitini teyit ediyor.
Korkunun cumhuriyeti!
Gayrimüslimlerin reform talepleri ve hiç olmazsa bir kısmının imparatorluğa yönelik müdahalelere destek vermesi onlara yönelik güvensizliği tetikliyor. Mesut Yeğen yine de dağılmanın öncelikli sebebinin bu olduğu iddiasını reddediyor: “Türk eliti, gayrimüslimleri kendileriyle kader birliği etmeye ikna edecek bir reform siyasetine yanaşmıyor. İcraatları hep ‘nasıl olur da bir zamanlar kabul edilen reformları içinden çıkılmaz hâle getiririz!’ türündendir.” Ciddi bir çaba gösterseler dağılmanın bu ölçüde travmatik olmasının önüne geçebileceklerdi Yeğen’e göre.
Ayhan Aktar’sa büyük kısmı Balkan muhaciri olan Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının korkularına dikkat çekiyor. İstanbul’un, İzmir’in işgali esnasında Rumların işgal ordusunu coşkuyla karşılaması, Ermenilerin Ruslarla girdiği ilişki travma etkisi oluşturmuştu ve böyle bir şeyi tekrar yaşamamak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırlardı: “Korkunun cumhuriyetini kuruyorlar. Bütün mevzuatımız korkularla inşa edilmiştir. İnsanların çocuklarına Kürtçe isim verememeleri, şehirlerin isimlerinin değiştirilmesi, eski isimlerine dönülmesi için cumhurbaşkanı seviyesinde müdahale edilmesi gereği başka nasıl açıklanabilir? Tunceli’nin eski ismi Dersim’e dönüş söz konusu olduğunda önce Tunceli milletvekili itiraz etti. Bu kadar içselleşmiş bir mesele bu.”
Kurtuluş Savaşı bittiğinde Bulgarlar, bir kısım Rumlar ve Ermeniler gitmiş olsa da önemli miktar Rum nüfus duruyor hâlâ. 1923’te, Lozan’da alınan mübadele kararı o faslı da kapatıyor. Türkiye ve Yunanistan’ın karşılıklı talebiyle, ‘Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyrukların mübadelesine’ karar veriliyor. Önemli bir not var kanunda: “Gönderilenlerden hiçbiri, Türk hükümetinin izni olmadıkça Türkiye’ye ya da Yunan hükümetinin izni olmadıkça Yunanistan’a dönerek orada yerleşemeyecektir.”
Anadolu’dan giden/gönderilen Rum sayısı 1 milyon 200 bin, gelen Müslüman sayısı 450 bin civarında. Memleket tam bir seferberlik hâlinde. Birkaç ay içinde yüz binlerce insan dayanıyor kapıya. Çoğunun üzerinde elbisesi, yiyecek ekmeği yok! İstanbul sokakları, benzeri görülmemiş bir dram sahnesi. Daha Balkan ve Kafkas muhacirlerinin, Rus işgalinde doğu vilayetlerini terk eden şark mültecilerinin iskânı tamamlanmamışken mübadiller geliyor. Devletin kaynakları ihtiyaca cevap vermeye kâfi değil. 25 Teşrinisani (Kasım) 1923’te Hâkimiyet-i Milliye’de halktan yardım talep eden bir çağrı yayımlanıyor: “Rumeli’den gelecek 500 bin kardeşin felaketi de vatana faydalı birer insan olmaları da elimizdedir. Vatan bu 500 bin mübadil Türk’ün faaliyetlerinden ciddi faydalar görecektir. 500 bin boynu bükük Türk, kurtarıcı fedakârlığına ve koruyucu şefkatine bakıyor. Bütün vatanda dalgalanmaya başlayan yardım hareketinde üstüne düşeni yap!”
Osmanlı’da sosyal hayat, adı konulmamış bir iş bölümü dâhilinde yaşanıyor. Museviler ve Rumlar ticaret, Ermeniler zanaat, Müslümanlar tarım ve hayvancılık yapıyor. 1903’te Bursa’da 42 Ermeni okulunda 5 bin 588 Ermeni öğrenci okuyor. İpekçilik okulunun yöneticisi ve öğrencilerinin çoğu da Ermeni. Aynı yıl 148 Rum okulunda 15 bin 831 Rum öğrenci var. 1906 kayıtlarına göre vilayet genelinde 98 doğramacının 88’i gayrimüslim, 22 bakırcının sadece 5’i Müslüman. İnşaat sektöründe büyük oranda Yunanistan’dan gelen mevsimlik işçiler çalışıyor. Araştırmacı Raif Kaplanoğlu’nun Bursa için çizdiği bu tablo, Anadolu’nun her yeri için geçerli.
Ve büyük tasfiye gerçekleşiyor. Şehirli gayrimüslimler yerine önemli kısmı çiftçi olan muhacirler geliyor. Yine Bursa’ya bakıyoruz. “Göçmenlerin büyük bölümü çiftçi ve özellikle hayvan yetiştiricisi. Yetiştirdikleri 3 önemli ürün tütün, mısır ve çavdar. Oysa Rum ve Ermenilerin boşalttıkları köy, kasaba ve ovalar verimli araziler. Göçmenler orada rastladıkları ürünlerin çoğunu tanımıyor.” diyor Kaplanoğlu. Bursa civarına yerleştirilen neredeyse bütün muhacirler, ilk yıllarda dutlukları, bağları, hatta zeytinleri yakacak olarak kestiğini anlatıyor anılarında.
YAZININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ
SON VİDEO HABER
Haber Ara