Bedîüzzaman II. Abdülhamid’e mu’ârız ve muhâlif miydi?
Bedîüzzaman’a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır.
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-10-12 10:06:35
Bedîüzzaman ile diğer alimler arasında muhalefet şeklinde de önemli farklar bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu farkları iki noktada toplamak mümkündür:
Birinci Nokta: Bedîüzzaman Abdülhamid’i belli noktalarda tenkid etse bile, İttihad ve Terakki Hükümetinin onu devirdikten sonra zamanın alimlerinin aleyhinde sürdürdükleri iftira kampanyasına asla katılmamıştır. Mesela Şeyhülİslâmlığın resmi yayın organı gibi olan Beyân’ül-Hakk’da Mustafa Sabriler, Sebilürreşad’da Mehmed Akifler ve benzeri alimler aleyhte yazılara ve Abdülhamid devrini karalamaya devam ederken, Bedîüzzaman asla bunlara katılmamıştır. İsteyenler bu dergiye müracaat edebilir ve bazı makaleleri okuyabilirler.
İkinci Nokta: II. Abdülhamdi’i tenkid eden Mehmed Akif ve Abdülaziz Çaviş gibi zatlar, Mısır’daki Muhammed Abduh ve benzeri şahsiyetlerin modernist ve reformist yaklaşımlarının tesiri altına girmişlerdir ve Osmanlı Devleti içinde onların tercümanı gibi davranmışlardır. Ancak Bedîüzzaman bu tür fikirlere karşı Ehl-i Sünnet’in düsturlarını müdafaadan asla vaz geçmemiştir. Bütün bu dediklerimizin delilleri, Beyân’ül-Hak, Sebil’ür-Reşâd gibi dergilerde yayınlanan makalelerde görülebilir.
Özellikle Bedîüzzaman ile ilgili iddialara gelince, Bedîüzzaman-Abdülhamid münasebetlerini kısaca özetlemekte yarar vardır:
1907’de İstanbul’a gelen Bedîüzzaman, Meşrûtiyet’in ilânından evvel söylediği bir nutkunda, Sultan Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halîfe-i Peygamberî” diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makalede ise, ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
“Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarf et. Ta ki, bi’atın manası gerçekleşsin. Meşrûtiyet’i kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da mahbûb-ı kulûb eyle. İstibdâd, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster. Pür-şefkat ile meşrûtiyeti kansız kabul ettiğin gibi; menfur olmuş Yıldızı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebanîler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkikîn-i ulemâyı doldurmak... ve Yıldızı Dâr’ül-Fünûn gibi etmek... Ve ulûm-u İslâmiye’yi ihyâ etmek ve meşîhat-ı İslâmiye’yi ve Hilâfeti, mevki-i hakikisine is’ad etmek... Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyânet ve baş hastalığı olan cehâleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldızı Süreyya kadar i’lâ et. Tâ Hânedân-ı Osmanî ol burc-u hilâfette pertev-nisâr-ı adâlet olabilsin. Hem de havaîc-i zaruriyeye iktisad et. Tâ alıştırılmış olan isrâfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki, İmâmsın!...”.
Bedîüzzaman’a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira o şefkatli bir Sultandır. Başka bir eserinde de, Abdülhamid’in şahsî idâresini anlatırken, “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâd” ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemâl’in Abdülhamid’i tenkid ettiği Hürriyet Kasidesi’ni değerlendiren Bedîüzzaman, Tek Partili yılların idâresini kasdederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir:
“Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddâr yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın (yani Abdülhamid’in) yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün;
Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.”.
1952 yılında bazı kimseler, Bedîüzzaman’ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultan Abdülhamid’e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:
“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükûmetlerinin hataları ona verilemez. 2) Bedîüzzaman, II. Meşrûtiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhâliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idâresi için de, “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcılar’ın zulmu için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhûrdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcılar’ın istibdâdından ibaret ise ve Şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şâhid olsun ki, ben mürteciyim.” 3) Hürriyet, İslâmî terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur. 4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halîfesi olması, Şark Vilâyetleri’ni Hamîdiye Alayları ve İslâm kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında ma’nevî şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir velî olduğunu açıkça ifade etmiştir. 5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyân eylemiştir.”.
O halde başta Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid’e muhâlif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetvâsını hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvâyı zamanın Fetvâ Emîni Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcılar’ın kuklası haline gelen Şeyhül-İslâm Mehmed Ziyâuddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvâdaki hal’ gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultan Abdülhamid’in 31 Mart Vak’asına sebep olduğu zikredilmiştir ki, tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dini kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dinî kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hazinesini isrâf ettiği söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir Padişah’a bunu isnâd etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur.
Dilekçede görüldüğü gibi, Bedîüzzaman, Şark Vilâyetleri’ne ma’ârifi götürmek istemesiyle, pek çok faidelerin yanında, Osmanlı Devleti’nde karışıklığı önlemek ve âşâ’irin birbirine karşı sarf ederek kırıp bitirdikleri büyük kuvveti toplattırıp Hükûmeti’n eline vermekle, dış düşmanlara karşı o kuvveti kullanmak ve neticesinde hal-i hazırdaki vahşet ve cehâletleri ile birlikte, medeniyet ve ma’ârife kabiliyetli bir millet olduklarını, lâkin fıtratlarında mevcud bu kabiliyet ve isti’dat ma’denini ma’ârif ile işletmekle o muazzam netice elde edilebileceğini ve o zaman bu milletin adâlete nasıl istihkak kesbedeceğinin bilineceğini söylüyor. Fakat yukarıda belirtildiği üzere, Mâbeyn paşaları bu maksad ve neticeleri göremiyerek veya görmezlikten gelerek, dilekçesinde gösterilen o muazzam hizmeti nazarı ehemmiyete almıyor. Lâkin buna rağmen Bedîüzzaman’ın ümidi kırılmıyor. İnkisarı hayale uğramıyor. Yine aynı maksad üzerinde çalışmasına devam ediyor.(Ahmet Akgündüz)
SON VİDEO HABER
Haber Ara