Ali Bulaç: Cemaatlerin alanı!
Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç: Demokrasinin “süreçlerle ilgili krizi” çerçevesinde cemaatler ve siyasi katılım konularını ele alırken zorunlu olarak “cemaat-stk” ilişkisini de ele almak gerekiyor.
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-08-12 03:16:03
Stk’ların “din-dışı” olması ağırlıklı olarak Avrupa’nın yaşadığı tarihsel tecrübeye mahsustur. Aynı kültürel mirası paylaşan Amerika’da 20 bin civarında olduğu tahmin edilen sivil kuruluşun tümü “din-dışı” değildir, tam aksine kahir ekseriyeti dini referans ve motivasyonlarla faaliyet göstermektedirler. Dahası kimi kaynaklara göre müntesiplerinin sayısı 70 milyona baliğ olan Evanjelikler sadece “sivil alan”da değil, Amerikan politik ve idari hayatı, ekonomisi, eğitim sistemi, sinema ve medyası üzerinde de belirgin etkiye sahiptirler. Hatta Neoconların geri planda dış politikayı Evanjeliklere göre planladıkları, Reagan’dan Bush’a Amerika’yı yönetenlerin birer Evanjelik oldukları sır değil.
Kıta Avrupası’nın siyasi telakkisine göre teşekkül etmiş muhafazakar partilerin, ılımlı veya sert laikliği referans alan diğer partiler gibi cemaatleri neden demokratik karar süreçleri dışına çıkarmaya çalıştıkları önemli bir sorudur. Kesinlikle bundan bir cemaatin “yürütmeye ortak” olmasını kastetmiyorum, ama herhangi bir baskı ve çıkar grubu ya da stk gibi eğer cemaatler de vergi verip oy kullanıyorsa karar süreçleri üzerinde etkili olmak isteyebilirler, bu bir haktır.
Burada sorun büyük ölçüde bizde şekillenen siyasetin ve partilerin Avrupa’ya özgü demokraside verili kategorilerden biriyle kendi kimliklerini tanımlamaktan kaynaklanıyor. Özellikle Anglosaksonlardan çok Fransız siyasi geleneğinden etkilenenler bu konuda çok daha radikal tutum alırlar. Bu çerçevede “dine, dini referans alan partilere veya cemaatlere” karşı tutum alışta sol-sosyalist, Marxist, liberal veya milliyetçi partilerle muhafazakar demokrat partiler arasında mahiyet farkı değil, derece farkı bulunmaktadır. Aydınlanmanın iktidarı “göklerden yere indirip kralda veya halkta topladığı telakki”ye göre, siyasi aktörler “dindar-mütedeyyin” olsalar bile siyasette ve kamusal politikaların tespitinde dini referans almazlar; cemaatleri de karar süreçleri dışında tutmaya çalışırlar.
Teorinin siyasi partilere büyük avantajlar sağladığında hiç kuşku yok. Ne kadar aksi iddia edilirse edilsin, Aydınlanma’nın geleneği içinde partiler siyasi modernleşmenin en etkili enstrümanlarıdır, birinci derecede modern-ulus devlete, ikinci derecede iktidara taşımak istedikleri sınıflara aittirler. Partiler -hele bizde- devlet gibi yukarıdan aşağı doğru örgütlenirler, doktrinleri kabul edilmiş siyasetlerden birine -merkez sağ, merkez sol veya sağ ve solun uçlarına- dayanır ve en önemlisi “lider eksenli”dirler. Merkezi kontrol eden partiler, tabii ki siyaset ve idare aygıtı üzerinden toplumu, bu arada cemaatleri de kontrol etmek isterler. Bu kombinezonda cemaat siyasi talepte bulunduğunda “Sen cemaatsin, orda dur, işine gelmiyorsa parti kur sahaya in” der. Ancak bu sorunu çözmüyor, çünkü ne iktidar toplumun bütününü doğru algılayabiliyor ne aşağıdan-toplumdan gelen sahici taleplerin ifadesine mecra açıyor. Bu demokrasinin temel bir krizidir.
Yeni bir siyasete ihtiyacımız var. İslam dünyası kendi tarihsel tecrübesine uygun şu formül üzerinde mutabakata varabilirse kriz aşılabilir: Topluma ait fonksiyonların tümü topluma bırakılmalı, devlet bu alanlardan elini çekmeli. Osmanlı’da toplumsal fonksiyonları gören yaklaşık 345 bin vakıf vardı. Bunlar gönüllüydü, özerkti ve hükümet dışıydı, ama devlete ve hükümetlere de karşı değildi.
Burada “toplum”dan farklı din ve mezheplerin, cemaat veya seküler stk ve demokratik derneklerin içinde yer aldığı zengin bir sosyal yelpazeyi kastediyorum. Topluma ait fonksiyonları topluma -bu zengin yelpazeyi- bıraktığımızda etnik, mezhep veya azınlık sorunu da büyük ölçüde çözülmüş olur.
SON VİDEO HABER
Haber Ara