Leman Sam: Benim görüşlerime tahammül edecek parti yok
Radikal'den Tan Sağtürk'ün Leman Sam ile yaptığı röportajda: Pop müziğin usta ismi Leman Sam, 'Gezi Olayları beni şaşırtmadı' diyor ve ekliyor: 'Toplumun bu kadar baskı sonucu şiştiğini gördüm. Bir canlıyı belirli bir yere kadar sıkıştırabilirsin. Sonra ne olursa olsun patlar...'
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-06-30 09:32:25
“Bir bakışta dikkati çağıran uzun kızıl saçları altında makyajsız yüzü ve sade giysileri, sanki içinde yanan bir tezadın dışavurumu… Ve insanın yüreğinin derinliklerinde titreyen duygu yüklü yalın sesi… Sanki derinlerde gizlenen bir protest kişiliğin korları üzerinde yankılıyor aşkın şarkısını…” Bana hissettirdikleriniz bu… Siz kendinizi nasıl hissedersiniz?
Anarşist ruhumun baya dışa vurduğunu sanırdım ama sen beni pek hoş anlatmışsın. Biraz sert görünürüm ama içimde yumuşak hatta beni fazlaca yaralayan bir merhametim var. Çocukluğumdan beri bunu örtmeyi öğrendim zamanla. Bu yanımı dışa vurmayı pek sevmiyorum. Aşka bakışım şarkılarda anlattığım gibi, siyasete bakışım aynen söylediğim gibi yani hep buna dikkat ettim.
Bu durum birikim yapıyor mu sizde? Aslında birçok şeyin emanetçisi gibisiniz. İnsanların anlattıkları, paylaştıkları şeyler ağır gelmeye başlıyor mu?
Hem de nasıl. Ben açık bir yara gibi yaşıyorum. Her şeyden etkileniyorum. Belki ağlayamıyorum herkesin yanında ama. Ağladığım zamanlarda da kendi kendime ağlarım. İki yıl hiç ağlayamadım ben. Ağlayamamak duygusu çok kötü. Erkek çocuklarını genelde Türkiye ’de “Erkekler ağlamaz” diye yetiştirirler. Bu, insanları çok aptalca bir koşullama, şartlama. Erkek de kadın da ağlamalı. Öyle bir ailede yetişmediğim için ağlamamaya kendimi şartladım. Mesela sen şimdi kızına masal okuyorsundur. Benim babam askerdi ve çok sert bir adamdı. Ben hiç masal dinlemeden büyüdüm ama çocuklarıma öyle yapmadım. Ben çalışıyorum ve çocuklara masal anlatacak zamanım gerçekten yok. Bir güzel kasete masalları okudum . Başuçlarına koyuyordum. Onlar da dinliyordu.
Çocukların babaları hiç olmamış sadece Leman Sam ve iki çocuk varmış gibi. Bizim hissettiğimiz de bu oldu. Bu nasıl bir şey?
Onu anlayamazsın. Senin tarzında bir erkeğin öyle bir baba prototipini anlaması çok zor. Ama böyle zorluklar hepsini olmasa da bazı kadınları dik durmaya, hayatla mücadele etmeye itiyor. Tabii çok sıkıntı çektim, çok zorlandım. Hayatımın en güzel yılları böyle bir mücadele ile geçti. Ama birincisi çocuklarımı kazandım. İkincisi kendime güvenimi kazandım. Toplumda çok saygı gören başarılı iki kız çocuğunu tek başıma yetiştirmiş olmanın gururu var.
“Penceremin perdesin havalandıran rüzgâr, denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgâr…” Çok güçlü bir şarkı bu ve Leman Sam’ın sesiyle insanı sürükleyip götüren büklümler kazanıyor. Söylediğiniz şarkıları kendinizle nasıl özdeşleştirdiniz?
Söylediğim şarkı benim hücrelerime kadar işlemeli. Önce ben sevmeliyim, önce kendi söylediğimi ben beğenmeliyim . Duygusunu verebilmiş mi verememiş miyim diye. Eğer tatmin olmazsam söylemem zaten. Ben istemediğim, bedenimden geçiremediğim hiçbir şarkıyı söylemedim bugüne kadar söylemem de. Onun için de onlarca albüm yapmadım. Çok da sevdiğim söylenemez. Çünkü ben insanların gözlerinin içine bakarak şarkı söylemeyi seviyorum.
Çok basit bir soru ama şarkı söylemek nedir sizce?
Yaşamaktır benim için. Dans ettim, hâlâ dans ediyorum ama dansın ömrü daha kısa olduğu için zaman zaman iyi ki müzik yapıyorum diye düşünüyorum. Çünkü son günlerinde Ella Fitzgerald kolda getirildi. Gözleri de görmüyordu ama bülbül gibi şarkı söylüyordu. Keşke öyle olabilsem. Ne olursa olsun şarkı söylemenin bir yaşı yok. Bir de bunu dansla süsleyince orada da o hissiyatımı da dansla tatmin ediyorum.
Hiç acıtmadan tüy gibi hafif aşk şarkıları söylüyorsunuz. Siz fırtınalar içinde aşklar yaşarken, sükünet içinde aşk şarkıları söyleyen bu tezatı nasıl açıklıyorsunuz?
Aşk konusunda şuna katılıyorum: İnsan hayalinde mükemmel bir form yaratıp o elbiseyi birisinin üzerine giydiriyor, ona tapınıyor. Ondan sonra o gözlükleri kırıldıktan sonra yavaş yavaş gerçeği görmeye başladığın an -hatalar görmeye başlıyorsun çünkü karşındaki de insan. Onu melek olarak görüyorsun- ağır ağır kademe kademe aşkının şiddeti düşüyor. Bir gün şunu anlıyorsun: Yanında otururken birdenbire ona yabancılaşıyor ve kendinle yüzleşiyorsun. Ben bunu niye yaptım, neden, nasıl oldu? O anda karmaşık duygular içerisindesin ve bunların cevabı da yok tabii ki. Onun için aşkın ateşli bir hastalık gibi olduğunu düşünüyorum.
Aşk şarkıları söylüyorsunuz... Yaşanmış ağır duyguların dışavurumu gibi sanki. Hep böyle mi yaşadınız. Şöyle söyleyeyim: Hep ulaşılmayan aşklara mı yelken açtınız?
Hayır öyle değil. Bugün aşk bize küstü. Ama gerçek anlamda aşk aslında çok tanrısal bir şey. O zaman insan tanrıya da daha çok yaklaşıyor. O kadar aklınıza gelmeyecek detayları keşfediyorsunuz ki bir açılma oluyor insanın beyninde. Bu yerdeki parke gibi yaşayan insanlar görüyorum. Bu ses verir o vermez. Onun aşkı da onun gibi olur. Böyle bir aşktan hiç haberdar olmadan ömrünü bitiren insanlar var ki çok yazık. Zaten Veysel’in dediğin gibi kavuşamazsan aşk olur.
Çocukluğunuzda zor bir hayatınız oldu öyle değil mi? Katı kurallar, dağılan aileler, Hakkâri anıları… Geriye dönüp küçük Leman’a baktığınızda orada ne görüyorsunuz?
Zaman zaman o küçük kız çocuğuna acıdığım da oluyor. Babam tayin olduğu zaman tam alışmışken birden bire olduğu gibi kopup gitmek. O yüzden kökleşemedim ben. Bazı insanlara özeniyorum bu ilkokul, bu kolej arkadaşım diyorlar. Ben öyle bir şey çok yaşayamadım. Eski zamana dair arkadaşlarım çok az. Zaman zaman o küçük kızın haline üzülüyorum fakat sonradan dönüp diyorum ki ben çok renkli şeyler yaşamışım.
Ve gelelim siyasete. Siyasetle ilgileniyorsunuz ama siyasi olmayı düşünmüyorsunuz? Neden?
Siyaset demek illaki bir politikacı gibi uğraşmak değil. Ben “Siyasetten hiç anlamıyorum” diyen sanatçılara şaşırıyorum. Çünkü yolda giderken ayağın bir mazgala girse kim suçlu: Belediye. Belediye neyle uğraşıyor? Tabii ki seçimle geldiği için siyasetle. Yani her şey siyasetle ilgili. TV, dergiler aklına gelebilecek her şeyin uzaktan da olsa siyasetle bağlantısı var. Siyaset hayatımızın her yerinde ve bugün artık insanlar bunu hazin bir şekilde anladılar. Çok teklif geldi. Hiç tereddüt etmeden hayır dedim. Çünkü benim görüşümü destekleyecek ne bir halk ne bir parti var. Beni iki günde dövüp dışarı atarlardı, seçilemezdim zaten. Benim Türkiye’de siyaset yapmam mümkün değildi. Yurtdışında olabilirdi. Sol tandanslı bir partide aktif görev alabilirdim.
Burada niye olamıyor?
Çünkü insanlar özellikle başka türlü düşünmeye şartlandırıldı. Başka türlü daha kolay manipüle edilebilecek şekilde eğitildi. Onlara farklı hedefler gösterildi. Onların istedikleri çok farklı. Örneğin Türkiye’de halk bir lider istiyor ve o lider fetva verir gibi konuşuyor. Bağırsın, çağırsın. Böyle bir şey yok. Benim için o liderin fikirleri ve hayata geçirdikleri eylemleri önemli. Çok yumuşak konuşan ve sade yaşayan bir lider benim için çok daha önemli. Halkın geneline bakın Türkiye’de. Öyle bir istek yok. Türkiye halkının lider prototipi çok farklı. Özellikle önce fakir ve eğitimsiz bırakılan sonra sadaka eğitimiyle büyüyen bir halkın istekleri küçüktür. Ben doğuyu yaşadığım için biliyorum. Şimdi “neden Türkçe konuşmuyor” diye dayak yiyen o insanların okullarında zaten Türkçe öğretmeni yoktu. Frekans yoktu, herkes Irak radyosunu dinliyordu. Onlar zaten ana dillerini konuşuyorlardı. Ben bile öğrenmiştim. Oyunlarımızı Kürtçe oynuyorduk. Şimdi vermediğin bir şeyi isteme hakkı devlette olunca, devlet de ceberut bir devletse o zaman, insan çaresiz kalıyor ve farklı yerlere yöneliyor.
Türkiye’nin geldiği nokta üzerinde konuşalım biraz. Önce hükümetin PKK ile diyaloğu, sonra öne sürülen âkiller, âkillere tepkiler, Gezi Parkı olayları ve duran adamlar. Bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Olaylar sizi şaşırttı mı?
Ben şaşırmadım. Neden şaşırmadım? Sosyolojik olarak baktığımda toplumun bu kadar bastırılmanın sonucu şiştiğini gördüm. Bir canlıyı belirli bir yere kadar sıkıştırabilirsin. Ondan sonra ne olursa olsun patlar. Böyle sosyolojik bir gerçek vardı. Sabırlı olma öğretilen bir halk olduğu için uzun süre sabretti. Brezilya, Yunanistan, Fransa gibi sık sık gösteriler, grev yapan bir halk olamadı Türkiye. Darbe dönemleri bir terazi, bazen ordu bazen polis yükseldi. Hep devletin sopasını üzerinde hissetmiş bir halk. Öyle kolay kolay öfkesini dışarı vuramadı. Fakat şu son iki senedir baskı çok sıklaştı. Her gün yeni bir uygulama, biz uyurken geçen kararnameler ve bunların hep çoğu da rant için olduğundan insanlar bir yerden sonra patladı.
Sonu nereye çıkar sizce?
Sonunu görecek kadar öngörüye sahip değilim ama bana göre bir süre daha özellikle olanlardan dolayı bu halk tabii ki sıkıntı çekecek. Gözaltılar, fişlemeler, Memet Ali’ye olanlar. Gezi Parkı eylemine heyecanla katılan ama o günleri yaşamamış gençlerin bile fişleneceğini biliyorum.Ancak karşı tarafta yani hükümet tarafında şöyle bir şey oluştu: Artık biz eskisi kadar sıkıştıramayabiliriz. Çünkü olan biten ortalıkta çok garip bir hava yarattı. Ne kadar marjinal gruplar diye suç yüklemeye kalkışsalar da hiç de marjinal olmayan aslında tamamen çok güzel insanlardan oluşan halkın karşı çıktığını gördüler. Hiçbir şeyden korkmadan bu halkın sokaklara dökülüp dalga dalga tüm Türkiye’ye yayılmasına şaşırdılar. Ve o kadar güzel şeyler oldu ki. Taksim’de tango, bale yapanlar mı, piyano resitalleri, yogalar, inanılmaz şarkılar. Gezi Şarkıları diye neredeyse iki albüm çıkabilir.
Biz hep tarihimizle gurur duymuş bir toplumuz. Ama siz “Osmanlı benim ceddim değildir” diyorsunuz. Neden böyle bir düşünce?
Ben Osmanlı’ya, Türkiye Cumhuriyet tarihine ya da ülkeler tarihine “Ceddin deden neslin baban” “coşkusuyla böyle galeyana gelmiş vaziyette bakamıyorum. Bu konularda daha gerçekçiyim. Bir kere emperyalizme karşı bir insanın imparatorluğa sıcak bakması mümkün mü?
Mesela Atatürk ‘ü kendinize en yakın hissettiğiniz liderlerden biri olarak görebilir miyiz?
Atatürk’ün çok zeki, öngörü sahibi yurtsever bir insan olduğunu düşünüyorum. Ama onun da hataları var. Mesela Mübadeleyi kabul edemiyorum. Neden bu yapıldı? Dersim konusunu tamamen o yaptı diyemiyorum, bilmiyorum çünkü. Ama eğer Atatürk yaptıysa bu kıyımı çok üzücü bir şey. Haddim değil tabii ki Atatürk’ü eleştirmek. Atatürk’ü, sever miyim? Severim. Gandi’yi sever miyim? Severim. Fidel’i sever miyim? Eh fena değildir ama tabii ki “Comandante” yi tercih ederim… Ama neticede onlar da insan ve eksik yanları vardır.
“Bir sosyalist gibi yaşıyorum” demişsiniz. Kapitalist bir sistemin tam merkezinde yer alırken bunu başarmak gerçekten çok zor olsa gerek. Neden İstanbul ’dasınız?
Hele ki sanatla uğraşıyorsan çok zor. Mesleğim yüzünden İstanbul’dayım. İstasyon burası. Yoksa benim burada işim olmaz.
Haber Ara