Cemal: Herkes Erdoğan'ı sevmek zorunda mı?
Gazeteci-Yazar Hasan Cemal Başbakan Erdoğan'ın üslubunu eleştirerek 'Herkes sevmek zorunda mı? Sanki herkes Erdoğan iktidarını ve hayat tarzını sevmek zorunda! Öylesine buyurgan bir hava ki, sanki “Erdoğan’ı sevmeyen ölsün!” Bunun adı demokrasi değil. Bunun adı hukukun üstünlüğü değil.' diye yazdı.
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-06-28 11:33:16
Hasan Cemal'in T24'teki "Başbakan Erdoğan böyle giderse yüzde 60 oy da alsa demokrasi olmaz!" başlıklı yazısı şöyle:
Tayyip Erdoğan’ı ve sözcülerini hayretle izlemeye devam ediyorum. Allah’tan bir haftadır Türkiye’den ve yazıdan uzaktım. Yoksa çok ağır yazabilirdim.
Ama yazsam ne değişirdi ki?..
Söz o kadar aşındı, hükmü o kadar azaldı ki... Erdoğan’la sözcüleri açısından ipin ucu her geçen gün öylesine kaçmaya devam ediyor ki...
O külhan havasıyla Kasımpaşalı raconu kesmeye bayılan, Kasımpaşalılığı ile övünen bir Tayyip Erdoğan, “Ayaklar ne zaman baş oldu ki?” dedikten sonra söz ne kadar etkili olabilir ki?
Cümle âlem ‘polis şiddeti’ni eleştirirken, Erdoğan’la sözcülerinin ağzından polisin kahramanlığı, hatta rejim kurtarıcı demokratlığı şu günlerde hiç düşmüyor. Daha vahimi, polis kurşunuyla işlendiği apaçık olan Ethem Sarısülük cinayetinin üstü örtülmek isteniyor.
Bir zamanlar Ergenekoncular tarafından pek sevilen o karalayıcı Soros çocukları deyimi bile şimdilerde Erdoğan sözcülerince kullanıma sokulmuş durumda.
İktidar şımarıklığının itici üslubu
Tayyip Erdoğan’ı devirmeye yönelik darbe tertipleri ya da iç ve dış komplo iddiaları, hiçbir inandırıcılığı olmadığı halde tedavülde tutulmaya hâlâ devam edilebiliyor.
Tek adamlık ruh halinden ya da kibrinden kaynaklanan ve yedi düvele meydan okuyan bir iktidar şımarıklığının itici üslubu, Erdoğan ve sözcüleri tarafından yapılan her konuşmada, yazılan her satırda kendini ele verebiliyor.
Öylesine bir dil, öylesine bir söylem ki, demokrasi ve hukukla hiç bağdaşmayan iktidar pervasızlığının tüm belirtilerini ortalığa saçıyor.
Öylesine despot bir dil, öylesine tepeden inme bir söylem ki, sanki tüm doğruları onların, Erdoğan’la sözcülerinin tekeline bırakıyor.
Öylesine bölücü bir dil, öylesine ötekileştirici bir söylem ki, onlar ve bunlar diye bütün toplumu keskin biçimde cepheleştiriyor.
Öylesine buyurucu bir tavır ki, medyayı hizaya getirme konusunda, - Show TV, SkyTürk360 ve Akşam gazetesiyle ilgili son örneklerde olduğu gibi - hiçbir engel tanımıyor.
Mehmet Altan’ın deyişiyle:
“Biat eden bir medya… Başbakan’ın kendi arzusu ve isteği doğrultusunda, ‘Aman içinde Başbakan’ı kızdıracak, üzecek bir şeyler olmasın… Kendi meslek ilkelerine ihanet et… Buna karşılık dilediğin ihaleyi al!’ medyası haline dönüştürülen bir medya düzeni…” (Gazeteciler.com’da Adnan Berk’in söyleşisinden)
Miadı dolmuş heves ve taktikler
“Batsın senin gazeteciliğin!” zihniyeti, iç medyadan sonra dış medyayı da hedef tahtasına oturtmuş durumda.
Bizlerden sonra şimdi de yabancı meslektaşlarımız ‘komploculuk’la, ‘hainlik’le, hatta ve hatta ‘darbe tertipçiliği’yle suçlanabilmekte, suçlanırken de, ne yazık ki, ırkçı bir üslup uç verebilmekte...
Soğuk Savaş döneminin ya da totaliter ve otoriter rejimlerin o cılkı çıkmış iç ve dış düşman taktikleriyle dikensiz gül bahçeleri yaratmaya, muhalefeti kökünden kazımaya dönük o nafile, o bayat, miadı dolmuş hevesler her yanda boy gösterebiliyor.
Oya Baydar’ın dediği gibi:
“Son üç haftadır susmak bilmeyen, ağzından da baldan başka her şey akan Tayyip Erdoğan; çöken, gerileyen, iktidarı yitiren eski muktedirlerin zihniyetini, dilini ve yöntemlerini aynen benimsemiş görünüyor.
Meydan meydan dolanırken yaptığı konuşmalarda, yok öyle 25’e simit gibi, cümlelerinin sonundaki yaav, yaav’lar gibi, siz sözcüğünü hiç öğrenmemiş ‘sen’li sataşmalar gibi kabadayı argosu bir yana, diliyle, söylemiyle, tehditleriyle ve de olayları değerlendirmesiyle darbeci-vesayetçi kesimleri hiç özlettirmiyor bizlere.
Gezi olaylarını yorumlaması, can havliyle sarıldığı komplo teorileri, komplonun başında Sorosçuların, yerli-yabancı lobilerin, ülkemize kastetmiş Batılı ülkelerin, karanlık mihrakların bulunduğu, Gezi direnişlerini bunların tertip ve tahrik ettiği, eylemcilerin piyon olduğu teorileri o kadar tanıdık ki...
Tarihin istihzası işte!
Tayyip Bey ve partisi iktidara yürürken telaş içindeki asker-sivil muktedirler neredeyse aynı cümlelerle, aynı değerlendirmelerle, aynı komplo teorileriyle AKP’ye, sadece AKP’ye değil kendileri gibi düşünmeyen bütün kesimlere yüklenirlerdi.” (T24’teki son yazısından)
Sanki herkes sevmek zorunda!
Sanki herkes Erdoğan iktidarını ve hayat tarzını sevmek zorunda!
Öylesine buyurgan bir hava ki, sanki “Erdoğan’ı sevmeyen ölsün!”
Bunun adı demokrasi değil.
Bunun adı hukukun üstünlüğü değil.
Bunun adı özgürlüklerin, farklılıkların damgasını vurduğu çoğulcu düzen hiç değil. Prof. Dr. Niyazi Kızılyürek’in dediği gibi:
“Kemalist Vesayet Rejimi'nin çöküşünde büyük başarılara imza atan AKP hükümeti şimdi ‘En Hakiki Mürşit Ahlak ve Dindir’ dercesine muhafazakâr, otoriter bir anlayış sergiliyor. Türkiye’nin çoğulcu, katılımcı demokrasiye doğru yol almasını frenleyerek, belirli kalıplar içine sıkıştırılmış tek tip vatandaş yaratmanın peşinde koşuyor.
Türkiye dün olduğu gibi bugün de - hatta bugün daha büyük oranda - çoğulcu bir toplumdur. Dinsel, etnik, cinsel kimlikleri, yaşam tarzları birbirinden farklılıklar gösteren büyük insan gruplarının yaşadığı bir ülkedir. Bu çeşitliliği tek-tipliliğe mahkûm etmek için yapılacak her şey beyhude bir uğraş olacağı kadar, ister istemez otoriter de olacaktır.
Türkiye’nin sorunu farklılıkları tanıyarak, farklılık içinde birlik şiarını hayata geçirmektir. Kısacası, temel sorun çoğulcu-demokrasi sorunudur. Unutulmamalıdır ki günümüzün çoğulcu toplumlarını bir arada tutan en iyi tutkal demokrasidir.” (T24’teki yazısından)
Sandıktan yüzde 60 oy da çıksa…
‘90 kuşağının dalgalandırdığı Gezi direnişi bayrağı işte bu gerçeğin, çoğulcu demokrasi ve özgürlük düzeni gerçeğinin altını çiziyor.
Türkiye’nin önü de ancak böyle açılabilir; birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletiyle.
Otoriterleşme yolunda ilerleyen bir Türkiye’nin önü tıkanır.
İstersen her Allah’ın günü büyük kalabalıkların katıldığı cafcaflı mitingler düzenleyebilirsin. Yüzde 50 değil, yüzde 60 oy da çıkartabilirsin sandıktan.
Ama bunun adı demokrasi olmaz.
Hukuk devleti olmaz.
Ve Türkiye’nin önünü tıkarsın.
Türkiye’yi büyük bir çıkmazın içine itersin.
Sayın Başbakan;
Türkiye’nin barışı da, Türkiye’nin kalkınması da, Türkiye’nin ekonomik büyümesi de, Türkiye’nin Avrupa’yla, Amerika’yla, AB ile istikrarlı ilişkileri de, Türkiye’nin siyasal ve ekonomik istikrarı da birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletinden geçiyor.
Dün olduğu gibi, bugün de öyle.
Kimse bu iç içe geçmiş olan bu gerçekleri görmezlikten gelemez.
Nilüfer Göle’nin Duranadam’ı anlattığı T24’teki derin yazısından şu satırların altını çizerek bir hafta sonraki ilk yazımı noktalıyorum:
“Toplumlar büyük sorunlarını aştıkça tarihin uzun dilimli zaman kesitlerinde yaşamayı bırakıp, gündelik yaşamlarının içinden, şimdiki zaman diliminden konuşarak siyaset yaparlar. Epik anlatılar yerini estetik anlatı ve biçimlere bırakır.
Türkiye bunun sancıları içinde.
Türkiye uzun vadeli büyük sorunlarını aşma, barış sürecine girme, uluslararası aktör olma dönemecinde, yani epik anlatılar döneminde. Ancak eşzamanlı olarak meydan demokrasisinin en yaratıcı örneklerini, estetiğini ve mizahını ortaya çıkarıyor.
Bir taraftan siyasal destan, öte yandan meydan demokrasisinin görsel estetiğini yaratmak durumunda. Ne yazık ki epik ile estetik olanı birbirine karşıt, birini önemli diğerini önemsiz addediyor, birbirlerine düşman olduğunu sanıyor.
Batı’ya örnek teşkil eden bir toplumsal yaratıcılık sergilediği bir anda Batı’yı düşman belliyor. Doğu’ya neden örnek olduğunu unutuyor.”
Twitter: @HSNCML
Haber Ara