‘Öteki Mahalle’nin yardıma ihtiyacı var
Gazeteci Markar Esayan, Gezi olaylarıyla ilgili çarpıcı tespitlerine devam ediyor: “11 yıllık yavaş devrime itirazı olanlar evet, sandıkta size bir şey yapamayız ama, sizi ülkeyi yönetemez hale getirebilir, partiyi bölebilir, ekonomik kriz çıkarabilir, gemiyi ateşe verebiliriz’ dediğini yazdı.
12 Yıl Önce Güncellendi
2013-06-23 18:29:47
Gezi Parkı provokasyonuyla ilgili çarpıcı tespitlerde bulunan gazeteci Markar Esayan, bu süreçte mahalle baskısının alasını mütedeyyinlerin değil laiklerin yaptığını yazdı.
Mütedeyyinlerin, muhafazakarların siyasal bir sınıf olarak hala laiklerle eşit olamadığını belirten Esayan, Erdoğan’a duyulan tepkinin altında yatan sınıfsal gerçeğin de bu olduğunu savundu.
İşte Markar Esayan’ın çarpıcı tespitlerde bulunduğu yazısı:
‘Öteki Mahalle’nin Yardıma İhtiyacı Var
Normaldir, son yaşadığımız gibi krizlerde akıl ve sağduyu, o an açığa çıkan enerjiyi boğmaya yönelik bir düşman gibi görülür. Mücadele veren iki kuvvet vardır ortada ve sağduyu kafa karıştırıcıdır. Birinden birisine açık biçimde destek vermeniz beklenir. Hatta susmanız halinde, iki kuvvetin de hışmını üzerinize çekebilirsiniz. Bu sıkışık durum, iki kuvvetten birisine koşulsuz destek vermeniz için ağır bir mahalle baskısı yaratır. Her yer kirlenmiştir ve doğrusu, kirlenmek böyle zamanlarda kaçınılmaz olur. Bu iyidir de... Sonrasında, hasar tesbit çalışmaları yapıldığında, bu kirlerin izlerini okuyarak yaşanan “şeyin” analizi yapılabilir.
Gezi’de ilk günlerde yaşanan, hükümetin halkı için en iyisini düşündüğü varsayımı ve etkili bir muhalefetin yokluğu ile sağırlaşan bir kent siyasetine olan haklı itirazdı. Hükümet, önümüzdeki belki yüz yıl boyunca içinde yaşayacağımız ortak büyük evlerimizin karakterini kökten değiştirirken, bunun ideolojik derin bir anlamı da olduğunu gözden kaçırmıştı. Haliç Metro köprüsü, önünden her geçtiğimde benim yüreğimi sıkıştırıyorsa, buna benzer birçok projenin halkın hiç hoşuna gitmediği de ortadaydı. Oysa bunlar, tıpkı İstanbul Şehir Hatları vapurlarının internet üzerinden kent ahalisine seçtirilmesi gibi demokrasiyi güçlendiren, toplum parçaları arasındaki gerilimleri azaltmak için de şahane bir yol olan yöntemlerle birer avantaja dönüştürülebilirdi. Olmadı. Sanırım, projelerin ne olduğundan çok, bu yöntem daha çok sorunluydu. Kadir Topbaş’ın açıklamaları, bu hatanın farkına varıldığını gösteriyor. Umarım uygulamada da kendisini gösterir.
Bu hatalar zinciri, ilk günkü polis ve zabıta şiddeti ile meşru bir itirazın açığa çıkmasını sağladı. Çok değil, üçüncü günden itibaren diğer parçaların sahaya inmesi ile hükümet –Erdoğan- karşıtı bir harekete dönüştü. Aslında toplumsal-sınıfsal bir sembol olan Erdoğan’a hıncı olan hangi kesim varsa, alana çıkan bu heterojen kitleleri gazlamaya başladı. Polis ve aydın gazı birbiri ile yarıştı. Gezi’nin ilk safhasının küresel bir operasyon olduğu varsayımı ne kadar yanlışsa, daha sonraki günlerde bu fırsatın Erdoğan’ı hal etmek için operasyonel bir hale geldiği de o kadar doğruydu. Bunu, karanlık yüzlü kudretli kötücül insanların yerin yedi kat altındaki üslerinde acil bir toplantı ile organize etmesi gerekmiyor. Ancak, benzer parçalar, içlerindeki benzer duyguları tek bir amaç için hızlıca devreye sokabilirler. “Düşmanınım düşmanı benim dostumdur” kuralı buna çoğunlukla yeter. Sonrasında ise kervan yolda düzülür. Kaosun “erdemi” budur.
Bunlar beni sade bir vatandaş olarak çok ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren, hükümetin bu durumu okuyamamış olmasıdır. Ben muhatap olarak yasal, siyasi ve meşru siyasi temsilciyi alırım. Hükümete, anamuhalefete, STK’lara, toplumsal parçalara bakarım. Aydınların yazdıklarını analiz ederim. Buradan bir sonuç-resim çıkarırım. Çünkü aslolan bu parçaların sağlıklı işlemesidir.
Benim siyasette, sahada, sosyal medyada, medyada ve basında gördüklerim hiç hoşuma gitmedi. Her zaman, “AK Parti aslında yalnız bir siyasi hareket, arkasında sadece tabanı var ve taban da hızlı hareket edecek kadar organize olamaz” dediğim buydu. Fikret Bila ve kibirli aydınlarımızın papağan gibi “Demokrasi sandıktan ibaret değildir” diye tekrarlarken ima ettikleri de buydu. Demokrasinin sadece sandıktan ibaret olduğunu kim iddia ediyordu ki zaten! Bu “elma ağacı elma verir” önermesi kadar totolojik bir yaklaşımdı. 11 yıllık yavaş devrime itirazı olanların, bundan sonraki bir on yılda da AK Parti’den başka bir seçenek olmamasına aba altından gösterilen bir sopaydı; bunu anlamıştık. “Evet, sandıkta size bir şey yapamayız ama, sizi ülkeyi yönetemez hale getirebilir, partiyi bölebilir, ekonomik kriz çıkarabilir, gemiyi ateşe verebiliriz”, söylenen buydu.
Bu, siyaset değil, ahlaksızca bir tehdittir ve evet bir darbe teşebbüsüdür. Böyle bir tehdide destek vermem düşünülemez bile. Horkheimer gibi, sorunları olan sarsak bir demokrasiyi, onun yerine gelecek kaosa tercih eder, demokrasi sorunlarını eleştirmeye devam ederim. Bu darbenin, ilk günlerinde meşru olan bir halk hareketinin üzerine bina edilmesi, bir iç savaş çıkarılması ve ekonominin çökmesi için elden gelen her şeyin yapılmış olması, hükümetin hatalarıyla, polisin gazıyla örtülecek bir olgu değil. Böyle durumlarda, aydınların görevi, ateşe benzinle gitmek, eleştirinin namusunu kaybetmek değil, sağduyulu davranmak ve doğruları göstermektir. AK Parti yalnızdı, iş dünyasının elitleri hala beyaz Türklerden oluşuyordu, medya da fabrika ayarlarına hemen dönüvermişti. AK Parti’nin medya siyasetinin de ne kadar kof olduğu ortaya çıkmıştı. Vesayet medyasını onun silahıyla vurmak değil, reformlarla özgür basını destekleyerek, engelleri kaldırarak, halkın karşı koyması esas olmalıydı.
Bu süreçte mahalle baskısının alasını, mütedeyyinler değil, laikler yaptı. Laikler, mütedeyyinleri hep cemaatleşmekle itham etmişlerdi ama, cemaatleşmenin laik mahallede de ne kadar baskın olduğunu gördük. Solcular, tüm siyasetsizlikleri ve ergenlikleriyle, kendi cemaatlerini devreye soktular. Laik şemsiye, laiklikle yakalamasa, ulusalcılıkla, onunla olmasa, sınıfsal kibirle bu kesimleri birleştirdi. İnternetten alanlara ilk kez çıkan gençlerin de yüzde 75’inin muhafazakarlığa karşı, eğitimli ve kentli olması, geri kalanının da mezhep farkıyla tahkim edildiğini görmek için, fazla akla gerek yoktu ama, herhalde asgari ahlak şarttı. İlk günlerdeki haklı taban itirazı “özgürlük” temasından, sınıf üstünlüğü temasına hızla kaydı. Apolitik olduğu denli politik bir durum yaşanıyordu. Laik aydınların verdiği gazla bir özgürlük hareketi başlattıklarını düşünen gençler, aslında, çeperin merkeze yerleşmesine duyulan nefretin ve iktidar savaşının dinamosu oldular. Batı’nın buna sempati ile bakması biraz da paylaşılan bu sınıfsal paydaşlıktan kaynaklıydı. Zamanla bunun bir özgürlük mücadelesi olmaktan çıktığı anlaşılacak.
Hükümetin gerçekten bir diktatörlük ve faşizm tesis ettiğini düşündeydim, ben de alanlarda –şiddet uygulamadan- olurdum şüphesiz. Ya da, olmaz ya, aynı şey iktidarda olan CHP hükümetinin başına gelseydi, yine aynı şeyleri yazıyor olacaktım. Hükümetin yanlışları, otoriter ve paternalist dil, son 25 gün yaşadıklarımızla orantılı değil. Hatalar ve ortaya çıkan aşkın tepki arasında bir enerji fazlası var. Bu fazla, hükümetin yanlış kent uygulamaları ve dile tepkinin üzerine bolca eklenen sınıf kibri ve mezhep fayları ile oynanarak tahkim edildi.
Mütedeyyinler, muhafazakarlar veya dindarlar, adına ne derseniz deyin, siyasal bir sınıf olarak, hala laiklerle eşit olabilmiş değiller. Erdoğan’a duyulan tepkinin altında yatan, sınıfsal gerçek bu. Şundan eminim ki, 11 yıllık icraatların aynısını CHP yapsaydı, bugün bunları yaşıyor olmayacaktık. Şunu da siz bilin ki, Çözüm Süreci’nin başarıyla sona ulaşması, Erdoğan ve temsil ettiği mütedeyyinlerin kalıcı iktidar olmasına yol açacak. Kalıcı iktidar derken, sürekli hükümet etmekten bahsetmiyorum; kalıcı, tayin edici bir siyasi geleneğin meşrulaşması anlamında kullanıyorum bunu. Bundan nefret ediliyor. Beyaz Türk sermayesi, rüyalarında görmeyecekleri paraları hükümetin ekonomik başarısı ile kazansa da, Erdoğan’ı asla hazmetmeyecekler. Beyaz Türk medyası ve onların tabanları da öyle. Ben bu tabandan geliyorum ve çok içinden biliyorum oradaki duyguları.
Bu dönemde aldığım “eleştiri”ler –tırnak içinde yazdım çünkü çoğu tehdit ve hakaretti aslında- ya Ermeniliğimden istifa ettiğim, ya da kalemimi –affedersiniz- “sattığım” yönündeydi. Bu “eleştirileri” birer veri olarak kullanıyorum ben. Çoğuna göre, bu analizleri yapmam için bu ikisinden birisi gerçekleşmiş olmalıydı. Ermenilerden beklenen, bağımsız davranmaları değil, laik-ulusalcı şemsiyenin altına girmeleriydi herhalde. Ermeni cemaatinin, Ermeni olmakla kategorik olarak AK Parti karşıtı olması gerektiği baskısı, ırkçılık değildi de neydi peki? Ermenilerin bağımsız bir toplum olduğu, Türkiye sosyolojisine münasip olarak kendi parçalarını barındırdığı ve kimsenin vesayetine, temsiliyetine ihtiyacı olmadığı unutuldu.
Oysa sadece kendimi temsil ediyordum. Benim için bir mütedeyyin ile bir laik, bir laikle bir mütedeyyin arasında hiçbir fark yoktur. Bu insan olmanın asgari bilgisidir. Eşit olmayı sindirmekle, çok bir şey yapmış olmayacaksınız, sadece insan olmanın gereğini yerine getireceksiniz. Sık sık, sanki benim kefaletime ihtiyaç varmış gibi, Erdoğan’ın “Afedersiniz bana Ermeni, Rumi Yahudi dediler” sözünü sık sık gözüme sokarken, çağrının altında “vesayetimizden çıkma” tehdidi vardı. Sanki kolektivizmlerden birisini tercih etme zorunluluğumuz varmış gibi. Hayır, biz özgür bireyleriz. Anlaşılmayan sanırım bu.
Demokratların, liberallerin, solcuların sapır sapır dökülmesinin altında da bu sınıfsal neden yatıyor aslında. Üstelik bu sınıfsallık, siyasi, ekonomik değil, daha çok ontolojik. Yani asıl sorun, “ontolojik akılsal üstünlüğe” yapılan bu kuvvetli vurgu. Oradaki psikolojiyi de içeriden birisi olarak anlatayım sizlere: Askeri vesayetle mücadele devrinde, AK Parti ile birlikte hareket eden laik liberal, solcu ve demokratların bir kısmı, bu geçici koalisyondan hep rahatsızlık duydular ve “Aslında biz onlarla aynı değiliz, bu geçici bir durum” mesajını vermek için fırsat kolladılar. Ben referandumda “Yetmez ama evet”çiydim ama, bu, o sırada toplumda “Sadece evet” olgunluğu olmadığı içindi. Bunu sadece Etyen Mahçupyan sorunsallaştırdı. Oradaki “yetmez”, çoğu için, paketin içeriğine değil, AK Parti’yle aralarına rezerv koyma ihtiyacındandı. Gizli mesaj şuydu: “Bizi tarih zorunlu olarak biraraya getirdi, aslında onların kapasitesi sınırlı, onlardan ileriyiz, onlardan değiliz, bizi anlayın…”
Ben AK Parti ve seçmen kitlesine rezerv koymuyorum. Bu, en basit deyimle ayıptır çünkü. İktidarda MHP de olsa koymayacaktım. Geçmişteki tüm faşizmine rağmen, CHP de iktidar olsa ve aynı reformlara girişse, onu da eylemine göre destekleyecek veya yerecektim. Bir kadının başörtüsü ile kamuda çalışamaması, benim için bir yüktür. Bu benim bir borcum ve ayıbımdır. “Onların” –onlar kimse- aynı durumda benim sorunuma sahip çıkıp çıkmayacağını “check” ederek, demokratlık olmaz. Herkes kendi duruşundan sorumludur.
Gezi krizi de, hem Erdoğan nefreti, hem de “biz aslında onlardan değiliz” demek için fırsat kollayan beyaz aydınlarımız için bir şölen oldu. Akıllarını o kadar kaybettiler ki, “Gezi’den sonra tufan” diyerek, hepimizi ateşin içine atacak denli büyük bir savrulma sergilediler. Her şey göz önünde oldu.
Hasılı, gördüğünüz gibi, aslında laiklik tehlikede değil, laik kibir artık büyük bir sorun Türkiye’de. Bunu da zamanında vesayet yanlılarının “şeriat” tehdidi gibi algılamamak, bize dair bir sorun olarak iyileşmenin çarelerini bulmak gerek. Mütedeyyinlere ve hükümete yine çok iş düşecek anlayacağınız.
Yoksa eski hataları sürekli tekrarlarız.
SON VİDEO HABER
Haber Ara