Dolar

34,9531

Euro

36,6087

Altın

3.019,92

Bist

10.058,63

İSLAMCILIK SEMPOZYUMU VE TARTIŞMALARI -2

Misâl olmak üzere, her iki anlayışın “liberal demokrasi” idare biçimi karşısında vardığı sonuçlar müşterektir. Birinciler “liberal demokrasi”yi fiili durum olarak kabullenirken, diğerleri “meşveret-şura” vs gibi deliller (!) ile “demokrasi”yi içselleştirmişlerdir. Batı tezleri karşısında mahçup ve mahkûmiyetleri gayet açıktır ve aralarında kayıkçı kavgasından ibaret bir gel-git yaşarlar.

13 Yıl Önce Güncellendi

2013-05-26 07:41:44

İSLAMCILIK SEMPOZYUMU VE TARTIŞMALARI -2

TIMETURK / Abdullah Kuloğlu

Bir önceki yazımda son 500 yılda ve bilhassa son 200 yılda ümmet olarak yaşadığımız krizi teşhis noktasında iki temel hata yapıldığını işaretlemiştim. Bunlardan birincisi İslâm’ın “zaman üstü” mahiyetli hüküm ve ölçülerini izah ve açıklığa kavuşturan Ehl-i Sünnet İtikadî ve Amelî Mezheplerinin yetersizliği veya bozukluğundan yola çıkılarak “yenilenmesi” gerektiği şeklindeki yaklaşım.. İkincisi ise bu hüküm ve ölçülerin yaşanan hale, yani mevcut “eşya ve hadiseler”e tatbikine dair ortaya konulması gereken “dünya görüşü”nün gereksizliğini iddia eden yaklaşım. Kısaca;

1) İslam’ın devlet ve içtimaî bir düzen öngördüğünü ve bu bakımdan yeterli olduğunu söylerken, buna en büyük engelin çeşitli örflerden müteşekkil mezhepler olduğunu, temel meselenin bu olduğunu söyleyenler.. (Ki İslamcı denilenler bunlar!..)

2) Buna karşılık İslam’ın devlet ve içtimaî düzen iddialarından boş olduğunu söylerken güyya Hak Mezheplerden yana tavır alanlar.. (Ki muhafazakâr-dindâr-içtimaî müslümanlık diyenlerde bunlar!..) Ben buna İlmihal Müslümanlığı diyorum. Hak Mezhepleri İlmihal fiilen kabul etmeyenler.


Halbuki bu iki yaklaşım ve teşhis de yanlıştır, istiyorsa milyonlar takip etsin!..

Birinciler yaşanan krize çözüm olmak üzere içtihat müessesesini işletmek gerektiğini iddia etmişlerdir. Böylece değişen eşya ve hadiselere dair çözümler bulunabilsin ve İslam’ın devlet ve içtimaî düzen vaaz edebildiği görülebilsin. Bu tip anlayış sahipleri, “yenilenmesi” gerekenin Hak Mezhepler olduğunu söylerler çünkü işlemesi ve yaşaması mümkün olan bir devlet ve içtimaî düzenin önünde en büyük engelin bunların varlığı olduğunu teşhis etmişlerdir. Bunların bir kısmı saf ve ahmâk hatalılar iken diğer bir kısmı ise sadece saf ve ahmâk hatalılar olmayıp, kasıtlı ve kötü niyetlidirler.
İkinciler ise “devlet ve içtimaî düzen” olmak bakımından İslam’ın boş olduğunu, ferdî ve indî bir hayatı öncelediğini ve bunun öncelendiği bir hayat tarzının içtimaî sonuçları da olacağını ve dolayısı ile siyasî sonuçlarının normal olduğunu iddia ederler. Fikirde –teorik olarak- “devlet ve içtimaî düzen” kuruculuğunun boş bir uğraş ve çaba olduğunu ileri sürerler.

Bu iki anlayış da çözümsüzdür ve hatalıdır!.. Ve işin iki cephesinde de ümmeti kasıtlı olarak çözümsüzlüğe sürüklemek isteyenler olmuştur.

Mesele tümüyle anlayış hatasından doğmaktadır denilse yeridir. Öyle ise doğru anlayış nedir?

Doğru anlayış; Kitap-Sünnet-İcma-ı Ümmet-Kıyas esas ve usûlüne bağlı olan Hak Mezheplerin ortaya koydukları zaman üstü ölçülere uygun olarak mevcut hale –eşya ve hadiselere- cevap olabilecek bir dünya görüşü ortaya koyabilmekten ibarettir!.. Ne zarurî olan bir ihtiyaç bahanesiyle hak mezhep yıkıcılığına ne de tersine hak mezhep şartına (!) bağlı olarak sürekli değişen “eşya ve hadiseler”e karşı tefekkür mesuliyetini berhava edici güdüklüğe prim verilmemelidir.

İslam’ın bütün insanî tezahür zeminlerini kuşatmadığını, “devlet ve içtimaî düzen” meselesine karşı kayıtsız bir boşlukta yüzdüğünü iddia etmek fiili olarak “seküler-laik” olmaktan başka bir şey değildir. Buna karşılık hak mezheplerin ortaya koyduğu ölçülere göre “eşya ve hadiseler”e tasarrufu mümkün kılacak bir “dünya görüşü” yerine, “eşya ve hadiseler”e göre yeni mezhep icatcılığı ise İslam’dan yeni bir put yontmak demektir. Birincisi İslam’ın problemli (!) yönünü yok hükmüyle çözmek isterken, ikincisi ise İslam’ın problemli (!) yönünü “zaten bu problemler İslam’dan değil!..” içtihatlarıyla dini içten yıkan bir mahiyet ve yön belirtirler. Ve böylece her iki anlayış da –anlayış farkına rağmen- yeni hal karşısında mahçup ve mahkûm tezahürleriyle sereserpe vaziyettedirler.

Misâl olmak üzere, her iki anlayışın “liberal demokrasi” idare biçimi karşısında vardığı sonuçlar müşterektir. Birinciler “liberal demokrasi”yi fiili durum olarak kabullenirken, diğerleri “meşveret-şura” vs gibi deliller (!) ile “demokrasi”yi içselleştirmişlerdir. Batı tezleri karşısında mahçup ve mahkûmiyetleri gayet açıktır ve aralarında kayıkçı kavgasından ibaret bir gel-git yaşarlar. Bugünün meşhuru “liberal-demokrasi”ye nazaran dünün meşhuru “sosyalist-merkeziyetçilik” karşısında misâl bunlar “emeğin hakkı”na, “zenginliğin yerildiği”ne dair delilleri öne sürerek fiilde ve fikirde İslam’ı bambaşka bir dünya görüşünün yedeğine almaktan çekinmezler. Müstakil ve bağımsız olduklarını iddia etmeleri psikolojiktir ve asla ideolojik çapa erememiştir.

Mevzumuza sağlam bir giriş yapabilmek bakımından bu iki anlayışı olduğu gibi formüle etmek isterim. Buna göre bu tartışmalarda iki farklı tavır içinde görünenleri öz vasıfları itibariyle şöyle kalıplaştırabiliriz;

1) Fiilde laik-seküler olan müslümanlık vasıflılar.. Bunlar doğrudan İslamî düzeni red ederler.

2) Fikirde İslamî Düzen iddialarına rağmen fiilde dini reforme eden İslamcılık vasıflılar.. Bunlar ise İslamî Düzen iddiasıyla İslam’ı yıkarlar. Bilerek veya bilmeyerek.. Ahmâk bir samimiyetle veya haince bir samimiyetsizlikle.



Buna dair misâlleri daha sonra vereceğim. Fakat bu seri yazıda ele almak istediğim konu doğru anlayış ve bu doğru anlayışa bağlı olarak “devlet ve içtimaî düzen” cephesiyle de örgüleştirilmiş bir “dünya görüşü”nü ele almaktan ibarettir.

ÇAĞIMIZIN MANZARASI
Genelde son 200 yıl, özelde ise son 5-6 yıldır ümmet coğrafyasını sarsan ve “Arap Baharı” diye isimlendirilen bir süreç ile birlikte İslam ve devlet, İslam ve içtimaî düzen, İslam ve hukuk, İslam ve iktisadî düzen gibi başlıklarla kendisini dayatan bir “ihtiyaç durumu”nun alevlendirdiği bir tartışmayı yaşıyoruz. Doğu-Batı kutuplaşması içerisinde özellikle soğuk savaş döneminde örtük, soğuk savaş sonrasında ise gitgide açık hale gelen İslam ve Batı arasında gerilim yükseliyor. Fiili işgal dönemi ertesi oluşan yapay devletçiklerle örülü coğrafyamızda bu devletçiklerin zihinlerde ve mekânlarda çizili hudutları parçalanıyor. Anadolu’da Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı rejimin parçalanması ve yeni durum karşısında yaşadığı adaptasyon-ideolojisizlik meselesinde görüldüğü gibi.. Bu süreç bütün sancılarıyla her ülkenin kendi mevcut siyasî ve politik yapısına göre istikameti daima eskiyi yıkıcı bir ümmet teamülü halinde kendisini kanlı veya kansız açığa vuruyor. Bu teamülün henüz bir fikir şemsiyesine kavuşmuş olamadığını görüyoruz. Daha çok bir iman duygusu ve birliği çerçevesinde az veya çok kendisini hissettiriyor. İçtimaî sahaya kaçınılmaz olarak rengini verme durumunda olan toplu fakat ferdî duygular, siyasî red tavrı için yeterli ise de red ettiğinin yerine bağlısı bulunduğu iman duygusuna hüvesi hüvesine uygun bir ideolojik bütünlükten yoksunluğun kıvranışlarını resmediyor. Ne red ettiğimizi ne tam red edebiliyoruz, ne de kabul etmek emelinde olduğumuzu tam kabul edebiliyoruz.

Soğuk Savaş ertesinde, perde gerisine çekilen ve motivasyonunu kaybeden komünist-sosyalist dünya görüşünü bir kenarıya bırakırsak, fiili olarak dünyanın liberal-demokrasiler yönünde birlenmeye çalışıldığı ve kendisini tezatsız ve hasımsız ilan ettiği bir zaman diliminde bulunduğumuzu görebiliriz. Bunun ispatı halinde müslüman coğrafyanın adeta hapishane hücreleri olan eski yapıları zorlaması ile eş zamanlı olarak batının kendi lehine olmak üzere bu red yönlü değişim isteğini kullanmak ve müslüman dünyasını hazmetmek fırsatını kolladığını müşahade ediyoruz.

LİBERAL DEMOKRASİ Mİ? BÜYÜK DOĞU BAŞYÜCELİK DEVLETİ Mİ?
Batının Hıristiyanlığına karşı dinimiz olan İslam’ı öne sürebiliyoruz. Roma hukuk anlayışının devamı olan Batı hukukuna karşı yine Ehl-i Sünnet Fıkhı ile karşılık verebiliyoruz. Yine batının Yunan aklına dayalı kuruluş ve oluşlarını karşılayan Ehl-i Sünnet Kelâmı bütünüyle daha üstün olarak elimizde mevcut. Bu alanlarda üstünlüğümüzü iddia edebileceğimiz mevcutlarımız müşahhas olarak vardırlar. Fakat batının Hıristiyanlık –elbette tahrif edilmiş haliyle- hassasiyeti, Roma hukuku ve Yunan Aklı üzerine bunlarla tezatsız bir teklif halinde sistemleştirdiği tatbik fikri- ideolojisi karşısında bizim bunu karşılayacak bir ideolojimiz namevcut!.. Din olarak İslam’a, bunun amelî sahaya dair açılışı olan ehli sünnet fıkhına ve yine itikadî zıd cepheleri mahkûm eden ehli sünnet itikadına sahibiz, fakat bir bütün olarak bunlarla tezatsız çağımızın ehli sünnet dünya görüşüne malik miyiz?

İşte bu soruya cevap olmak üzere Necip Fazıl Kısakürek-Salih Mirzabeyoğlu çizgisinden gelen “Başyücelik Devleti” teklifinden başka verebileceğimiz olumlu bir cevap bulunmuyor.

Geçtiğimiz günlerde ve elbette yıllardan beridir, İslamcılık Sempozyumu’nun ispatladığı gibi İslamî bir “devlet ve içtimaî düzen”i mümkün görenlerden bir kelimelik bir teklif işitemedik. Kendi iddiaları açısından bir tutarlılık ve haysiyet meselesi olarak sorulması gereken soru asılda buydu. Nedir sizin şu “devlet ve içtimaî düzen” fikriniz? Meşveret ve Şura diye iki kelimelik bir ezberden yola çıkarak alt alta sıralanan ayet ve hadislerden müteşekkil ayet ve hadis düzenlemesinden mi ibaret? Öyle değilse iddia ispat ister hükmünce, buyurun ispatınız olan eserleriniz hangileridir?..

Dün tilmizleriniz olanların Abdulhamid karşısında düştüğü zavallı duruma dair vaziyet beri dursun, mücerret bir bahis olarak dünya görüşü teklifiniz nedir? Ölmedik iddiasını geçtim, hiç yaşadınız mı ki bu anlamda?!.. Batıya karşı zaten ve fiilen var olan bir teamülün rüzgarında uçurtma uçurtmaktan ve bir türlü haşmetli bir yelkenliyle bunu kalıplaştıramamaktan başka ne söylenebilmiştir?..

Diğer taraftan ise, dindârlık yüceltmesiyle vücutsuz bir ruhtan ibaret ve bu sebeple Yasin Aktay’ın isabetle teşhis ettiği gibi “ideolojisizlik” mümkün olmadığına göre onun bunun veledi olmaya dünden razı olanlar.. Öyle bir ruh ki, insan ruhu ama tavuktan tutun yılan ve çiyan kalıbına kadar sığamadığı ve makbul göremeyeceği hiçbir şekil yok!..

Bütün dava şekil lazım diyenlerle, şekil lazım değil diyenler arasında insan ruhuna ait “şekil” ihtiyacının güme gitmesi!.. Birincilerde şekil lazım derken şekil yok, diğerlerinde ise zaten her şekil mübah!.. Ama sonuçta şekil yok!..

Daha önce yazdığım “Diyalog” başlıklı makalemden işin politik cephesine bakan yönünü işaretlemek isterim (alıntı yazının sonunda yine bir link verdim ilgilisi okur). Önümüzdeki yazıyı da Başyücelik Devleti’ni tanıtmak ve devamında tartışmaya ayırdım.

“Diyalog” başlıklı yazıdan bir bölüm. Buyrun ;

“ -Bu mümkün mü diyorsunuz, yani hükümet cenahından?



- Açıkcası hükümetin durumunu bilemem, fakat buna bir yönüyle mecburdur. Aksi halde ideolojik muhtevadan yoksun duygu ve politik tavırlarla bu işin sürmesi mümkün değil. Aksine dönüştürülürler. Bu sadece bu hükümetin meselesi olarak görülmemeli, Suriye, Mısır, Tunus ve istisnasız tüm islam coğrafyasının güdücülerini ve mesûllerinin tarihî sorumluluklarını yerine getirme şartı.



Geçen gün Zaman Gazetesi'nden Ali Ünal'ın yazısında görünen çarpılma ve yamulmayı buna misal vermek isterim. Daha doğrusu gülen cemaatinin düştüğü durum.



- İslamcılık ve Bediüzzaman yazısını diyorsunuz.



- Aslında Mümtazer Türköne de dahil, bir bütün olarak görmek lazım. Karşısında da aksi davayı savunan yazarlar da oldu. Fakat karşılıklı olarak ister o yönden bakılsın, isterse bu yönden sonuçta meselenin özü İslamî bir dünya görüşünün mümkün olup olamayacağında düğümleniyor. İşte demokrasinin İslam'a uygun olup olmadığından tutun da, totaliterlik, çok kültürlülük vs gibi mevcut ideolojilerin yedeğinde süren olurlar ve olamazlardan ibaret. Bunu mümkün görenlerin durumu da içler acısı.. Ortaya tohumda saklı gen haritası gibi toprağa düştüğünde ne olacağının şuurunda olan bir nüve fikirleri yok!.. Kaldı ki karıştırılan bir diğer husus, bir dünya görüşünün cemaati olmaz, ancak bir dünya görüşünü benimseyenelerin çeşitli cemaatleri olabilir. Bunu bir devlet gibi düşünün. Osmanlı bürokrasi ve ahalisinde kaç çeşit mizaç hususiyetine bağlı dinî ve içtimaî topluluk vardı.



Ali Ünal elmayla armutu kıyaslamış. Tabii bu arada hayatın boşluk kabul etmediğinin şuurunda bile değil. Liberal-Demokrat batı dünya nizamının içinde bir çeşni topluluk olduğunun farkında bile değil. Bu senin iman duygunun başka bir duygunun kalıbı içinde kıvranmasından başka nedir?!.. Kaldı ki Bediüzzaman bu mânâda "dünya görüşü" mimarı değil, istikbale ısmarlanmış kalıba ram olmaya namzed iman ruhunu üfleyen bir mücahiddir. Ali Ünal bağlısı bulunduğu adamdan bu bakımdan da habersizdir. Habersiz olduğu için de, araba tasarlayan ile bu arabanın şöforü, yolcusunu yetiştiren adamı tokuşturmak gafletini sergilemiş. Araba tasarlayan daima azdır ama milyonlar bunu kullanır. Ali Ünal "Büyük Doğu" transatlantiğine mukabil, kıçı kırık "demokrasi" teknesine milyonları hem de Üstad'ının ruhuna ihanet çapında taşıyan pusulası şaşmışlardan binlerden biri.



- Türkiye'nin öne çıkan ve kuşatılmaya çalışılan duygusu ve politik tavırları bakımından "ideolojik" zaafı bağlamında konuşuyorduk...



Yaşatılan hayal ve bunun gerektirdikleri arasındaki uçurum bakımından misâl olarak çocuğun "uzaya çıkmak" hayaline mukabil yaşadığı duygu ile elindeki imkân ve kabiliyetin oluşturduğu tezata dikkat çekiyorum. Çocuğun zaman içinde uzaya çıkmanın gereklerinin çetinliği karşısında gardının düşmesi neticesi uçurtma uçurmayı uzaya çıkmak diye tarif etmesi ve bunu savunması gibi. Bilmem sıkıntıyı görüyor musun?



Halbuki doğru bakış açısı şudur;



Bu gözle her çaba yerini ve işini bilmek üzere ayrı ayrı fedası mümkün olmayan kıymetler. Mesele bu kymetlerin yepyeni bir dünya görüşünün unsurları olmak yoluyla birlenmesi. El ile kafanın, ayak ile gövdenin münakaşa ve kavgası gibi nisbetsizlikten doğan tezatların oluşturduğu zaafa düşmemek lazım. Büyük Doğu-İbda bu mânâda hiç bir kıymeti yerinden edici ve şahsiyetini ezici aynı kategoride bir şey değil.. Hükümet, cemaat, meşrep ve devlet idealini yaşatanlarına kadar bütün yelpazeleriyle müslümanların önce bunu anlaması lazım. Kısaca rakip değil, bütün unsurların bir bütün fikir halinde tecelli zemini.. Hani şu Ali Ünal'ın demokrasi zemini üzerinde kanırta kanırta Üstad'ının ruh ve imanını yamultma zoruna mukabil hüvesi hüvesine cuk oturan bir tecelli zemini.. Bizde İslamî camiada da olan bir hastalık bu. Batıdan gelene peşin bir kıymet vermek hastalığı. Kendini bu yolla doğrulatma ihtiyacı his etme. Bu ezik adam psikolojisidir!.. Misâl Büyük Doğu Küllayatında ciltlerle izahı ve ruhu işaretlenmiş bir "Dünya Görüşü" karşısında burun kıvırmaların altında gizliden gizliye işgalcisine aşık böyle bir ruh haleti var. Hani "milli"ciler veya milliyetçiler diyeyim düpedüz dilerseniz. Onların durumu da farksız. Müslümanlık kimliğini belirleyici görenlerde de, müslüman milletim önceliğini yaşatanların da "duygu" olarak batıdan farkı olsa da "zihniyet ve anlayışta" nasıl bir mahkûmiyet yaşadıkları ortada. Sonra Büyük Doğu'ya burun kıvır. Yahu hiç olmazsa oku değil mi?!.. Burun kıvırdığın şeyin ne olduğunu bil!.. Mevzuu uzamasın ama "mukaddesatçılar arası diyalog", "medeniyetler arası diyalog"dan öncedir derken, kastımızın ne olduğu süzülmeli!.. Hangi MEDENİYET?! Öyle lafla değil yeni dünya düzeni teklifinle sen kimsin ki?!.. Sözünün ispatını göster.



Misâl İHH, Mazlum-der, Özür-der gibi Stk'lar "Abant Toplantıları" gibi bu kapsamda bir zemin oluşturabilirler, öyle değil mi?!



Neyse,



Bu kadar yeter!..”


Not:
1)Mümtazer Türköne’nin Nurculuğu ve İslamcılığı başlıklı makalem
https://www.timeturk.com/tr/makale/abdullah-kuloglu/mumtazer-turkone-nin-nurculugu-ve-islamciligi.html
2)İslamcılar ve “the cemaat”; Sınıfta kalanlar sınıfı başlıklı diğer bir makalem
https://www.timeturk.com/tr/makale/abdullah-kuloglu/islamcilar-ve-the-cemaat-sinifta-kalanlar-sinifi.html
SON VİDEO HABER

Polis memuru, ölümüne neden olduğu gencin ailesinden af diledi

Haber Ara