Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde patlayan bombalar, sadece ölümlerle değil, sonrasındaki tartışmalarda, insanların içinde gizli olan “kötülüğü” açığa çıkarmaları bakımından da çok can yakıcıydı. Reyhanlı, geriye dönük bir tarih okumasını ve modernitenin “kötülükle” imtihanının bu topraklarda da süregeldiğini anlamamızı mümkün kılması açısından bir milattı bana kalırsa.
Elem Klimov’un Come and See / Gel ve Gör filmi, savaş denen şeyin, “uzmanların”, rahat koltuklarında, önlerindeki satranç tahtasındaki piyonları bir yandan öte yana taşımalarından çok daha başka bir şey olduğunu gösteren, belki de sinema tarihindeki en çarpıcı, en iç yakıcı filmlerden birisiydi. Çoğu zaman, savaşın bir zalimi, bir mazlumu olsa bile; savaş, zalimin mazluma yönelik bir kıyımı sayılamazdı sadece. Zira savaşın en önemli kıyımı, “dışarıdaki” fiziksel kıyımdan çok daha öldürücü olan “içerdeki” kıyımdı. Zalimin zulmü, tek yönlü bir yıkım oluşturmuyordu. Mazlumu de zalimleştiren, öldüren bir süreçti bu.
Savaşı bir oyun gibi gören ve bu oyuna iştirak etmek için büyük bir istek duyan bir çocuğun, beş dakikada yaşlanmasına şahit olabileceğimiz bir ölümdür bu! Sadece zalimin çürümesine değil, mazlumun içten içe zalimleşmesine, çocukların çocukluğunun yitimine, tabiatın ölümüne, canlı cansız her varlığın bir bataklık içinde çürümesine eşlik eder savaş.
“Büyük amaçlar” için yapılan savaşlar ve bu savaşlar sırasında sivil, çoluk çocuk yapılan kıyımlar, hep bir “yüce amaç” adına haklı çıkarılır. Gel ve Gör filminde, yüzlerce insanın, çoluk çocuk yakılması emrini verebilen bir komutan, karşı tarafın eline geçtiğinde, aynen Eichmann gibi, “benim de torunlarım var; ben hiç kimseyi öldüremem, sadece emirleri yerine getirdim” diyebilmektedir mesela. Peki, nasıl olmaktadır bu? Herkesin “sıradan”, herkesin “masum” olduğu böyle bir dünyada bunca zulmü, bunca kıyımı kim yapmaktadır? Alınan bu emirlerin “kökeni” tam olarak neresidir?
Sanırım modernitenin organizasyon “becerisinin” en önemli yönüne, savaşlarda tanık oluyoruz. Tek tek her birisi “sıradan”, “masum”, “aile babası” olan insanlar, bir “yüce amaç” için bir araya geldiklerinde ortaya “emir merkezinin” neresi olduğu belli olmayan, ama mutlak uyulması gereken emirlerden oluşan bir mekanizma çıkıyordu. Eichmann, benzer şeyler söylemişti savunmalarında. Arendt, Eichmann’ın savunması üzerinden yapmaya çalıştığı modernite analizlerinde bu durumu “modernite daha kötü insanlar yaratmadı ama kötü olmayan sıradan insanların büyük kötülükler yapabilecekleri mekanizmayı / aygıtı icat etti” mealinde bir şeyler söylemişti. Ortaya çıkan şey, tam anlamıyla “kötülüğün sıradanlığı” idi. Artık ortada, bir vahşiye, bir “merkeze” mâl edilemeyecek olan “merkezsiz kötülükler” vardı.
Gel ve Gör’de kendini savunan komutanın, savunduğu şeyde kendi söylediklerine “inancı” bununla ilgiliydi; Eicmann gibi… Gerçekten de kendilerinin masumluğuna inanıyorlardı çünkü. Sonuçta onlar da kurbandı! Jan Nemec’in Diamonds of the Night filmi de “kötülüğün sıradanlığına” verilebilecek en önemli ve iç yakıcı örneklerden birisidir. Nazi kampından kaçan iki gencin, bir köyde yakalandıktan sonra başına gelenler, sıradan insanlar topluluğunun kötülüğünün, “gerçek kötülerden” hiç de aşağıda kalmadığını gösterir. Zulmün en büyüğü olan, aşağılama, sıradanlığın kıyımının en önemli göstergelerindedir. İnandıkları bir “yüce amaç”, ya da “ölümden korunmak” iştiyakı, bir araya gelen insanlar topluluğunu kolayca bir vahşiye döndürebilmekteydi. O vahşetin karşısında, gerçekten masum iki gencin olması bir şey fark etmez. Önemli olan bir “yüce amacın” ya da toplumsal çıkarların “öteki kötü” ile karşı karşıya kalmasıdır. Mekanizma, artık, sıradanlığın katliamını ortaya koymaya müsait hâle gelmiştir.
Sıradanlığın kötülüğünün “kurbanda” yarattığı en iç yakıcı parçalanma, “sıradanlıktan” beklediği kurtulma umudunun, kötülüğün eziciliği altında bir aşağılamaya dönüşmesidir. Diamonds of the Night filminde, bir parti ortamında tıkınıncaya kadar yiyen insanların karşısında, yüzleri duvara dönük hâlde aşağılanan kurbanların acısı, hiçbir gerçek zalimin zulmünün vereceği acıyla karşılaştırılamayacak kadar büyüktür. Zira bu zulümde, bir kurtuluş umudu, içkin olarak vardır. Kurban, karşısındaki “sıradan insanın”, insanlığını hatırlayabileceği umudunu her an taşır. İşte bu araf, bir yanıyla kıyıcı bir aşağılanmaya zemin hazırlar, öte yandan çekilen zulmü çok daha derinden hissettirir.
Alain Resnais, can yakıcı Night and Fog filminde, “kötülüğün sıradanlığının” son derece net bir tasvirini yapar. Auschwitz kampının Nazi subaylarının kaldığı bölümde, konser salonları vardır. “Elit” bir kültürden yetişmiş Nazi subayları Bach, Wagner, Beethoven dinledikleri akşamların sabahında, insanları “en efektif” mühendislik hesaplarıyla yakabilecek planları yapabilmekteydiler. Onlar da bir “yüce amaç” için, dünyayı “değiştirmek” için yapıyorlardı bunu. Aynen Eichmann gibi, hangisine sorulsa “ben sadece görevimi yaptım” diyecekti.
Peki, bütün bunların Reyhanlı olayları ile ilgisi nedir? Reyhanlı’da patlayan bombalar, sadece ölen ve yaralanan masumlardan ibaret bir kıyım yaratmamıştı ülkede. Sonrasında özellikle Suriyeli mültecilere yönelik davranışlar ve çeşitli iç yakıcı iddialar, ortaya başka bir zulmü çıkarıyordu. Üstelik özellikle post-modern çağlardaki “tanıklıklar”, zulmün bizatihi kendisine ortak ediyordu hepimizi. Sadece dokunduğunu değil, uzak durup vicdanının üstüne yatanları da çürütüyordu savaş…
Patlamalar sonrası, Reyhanlı’da olanlar dışında bizim net olarak gözlemleyebildiğimiz bir şey vardı. Suriyeli mültecilerin suçlanması, adeta Türkiye “solunun” ve milliyetçilerin milli sporu hâline geliyordu. Bir zulümden kaçarak Türkiye’ye sığınmış insanları, adeta döve döve ülkeden kovacak hâle geliyordu “sıradan kötülüğümüz”.
Hakan Albayrak’ın birçok Suriyeli mültecinin bombalarda yaralandıktan sonra, oradaki insanlar tarafından öldürüldüğü üzerine iddiaları tek başına dünyayı başımıza yıkmaya yetmeliydi elbette. Sonrasında Albayrak’ı nefret suçu işlemekle suçlayanlar oldu. Ama Albayrak iddialarından geri dönmedi. Bizim gibi o ortamı görmemiş ama sosyal medyada ve basında gördüklerinden bir şey çıkarabilecekler için durum aslında son derece netti. Suriye, “solcusu” ve “Müslüman’ı” ile çoğumuz için yeni bir turnusol kâğıdı hâline dönüşmüştü. Üstelik bu turnusol kâğıtlarını insanların suratına fırlatmakta pek bir mahir olan “Türkiye solcusu”, tarihinde birçok kereler olduğu gibi, burnunun dibinde olan kıyıma, sırf kıyılanlar kendisine uzak, kıyanlar da “kankaları” olduğu için, gözünü, kalbini, ruhunu, vicdanını kapayabilmekteydi.
“Yüce amaç”ların veya Meriç’in tabiriyle “ideolojik deli gömleklerinin” yarattığı bir “sıradan kötülükle” daha yüz yüzeydik. Mülteci olarak kendisine sığınmış olanları linç edebilecek kadar insanlığını yitirmeye yüz tutmuş bir “fikir ortamının” bu ülkede birçok kesimde olduğunu net olarak tespit etmemiz gerekiyor. Albayrak’ın söylediklerinin gerçekten olup olmadığı bir yana (ki şahsi olarak buna inandığımı ifade etmem gerekiyor) bunun olabileceğinin çok açık emarelerini, en azından Türkiye “entelektüelleri” ve siyasilerinin söyledikleri ve yazdıklarının “kötülüğünde” görebildiğimizi ifade etmeliyiz.
Önümüze bir fotoğraf düşüyor. Reyhanlı’daki patlamalar sonrası, kendilerine yapılan saldırılardan korkarak geri dönmek isteyen bir grup Suriyeli var bu fotoğrafta. Bir çocuk var, henüz bebeklik yaşlarından yeni çıkmış olmalı. En fazla 4-5 yaşlarında. Kocaman bir bavulu çekmeye çalışıyor. Aklıma yine bir film geliyor. Angelopoulos’un Weeping Meadow / Ağlayan Çayır filminin hemen girişinde, Odessa’da yaşayan Yunanlı mültecilerin, Odessa halkının zorlamaları sonucu ülkelerine dönüşü gösterilir. Kalabalık grubun arasında, hemen yanında bir el arayan ve bulduğu ilk ele sımsıkı tutunan minicik bir kız çocuğunun hayatını anlatır film. Eleni, o ilk anın kırgın yüreğini adeta hayatı boyunca mıh gibi yüreğinde taşır.
Türkiye’den nerdeyse tekme tokat kovduğumuz bu mülteciler arasındaki Eleni’ler geliyor aklıma. Belki de ölüme gönderildiklerini bilmeden Gel ve Gör filmindeki çocuğun yaptığı gibi bir oyun olarak görüyorlar tüm bu olanları. Ama her birisinin, bir anda elli yaş yaşlanabileceği bir ortama “sürüldüklerini” düşünürsek, yaptığımız “sıradan kötülüğün” büyüklüğü daha iyi anlaşılır.
Açıkça bir şeyi ifade etmem gerekiyor: 1915 Ermeni kıyımı üzerine çok büyük tartışmalar oldu bu ülkede. Kimisi reddetti, kimisi kabul etti, ama rakamlar o kadar büyük değil dedi. Kimisi Ermenilerin yaptığı zulümlerden bahsederek “bizim yaptığımızı” unutturmak istedi. Yazının en başında Reyhanlı olaylarının geriye dönük bir tarih okumasına imkân verdiğini söylerken bahsettiğim tam da buydu. Zira bugün Suriye’de olan zulme sessizliğimiz ve o zulmün bir sonucu olarak bize sığınmış bu insanlara yaptıklarımız, 1915’te ne yapmış olabileceklerimiz üzerine bir fikir veriyor bana. Maalesef gördüğüm manzara hiç de hoş değil.
“Kötülüğün sıradanlığı” yüzyıllardır dokunmadık hiçbir toprak parçası bırakmamış demek ki! Demek ki, her birimiz o sıradanlığın kötülüğünü kimi “yüce amaçlar” ardında gizlemeyi maharet bilmiş ve kendimizi kandırabilmişiz!
“Asr'a yemin olsun ki; insanlar hüsrandadır.”